Kemalist bürokrasi ve onun vesayet cumhuriyeti
Geçmişte sömürge ya da yarı-sömürge konumunda olup, sonradan kapitalist ülkeler arasında yerini alan ülkelerin siyasal tarihine baktığımızda, bunlardan pek çoğunun ulus-devlet kurma aşamasında benzer gelişmeler sergilediğini görmekteyiz. Bu ülkelerde ulus-devletin kurulması aşamasında kendilerini anti-emperyalist, halkçı, devrimci vb. olarak lanse eden iktidarların pek çoğunun, gerçekte örgütlü halk güçlerine dayanmadığı ve gerçek bir halk iktidarını temsil etmediği, yaşanarak kanıtlanmış bir gerçekliktir. Genel kabul görmüş bir adlandırmayla, “ulusal devrimci” olarak kategorize edilen bu iktidarların pek çoğu, aslında bir halk hareketinin sonucunda kurulan iktidarlar olmayıp, milliyetçi bürokratik seçkinlerin hegemonyası altında kurulan tepeden inmeci iktidarlardır. Bu bürokratik seçkinci iktidarlar, gerçek sınıf doğalarını, yani burjuva karakterlerini halktan gizleyebilmek için, iktidarları süresince genellikle demagojiye başvurmuşlardır.
Bu tip iktidarların devrimciliği ve halkçılığı, genellikle söylem düzeyinde kalmış ve gerçek yaşamda hiçbir zaman eyleme dönüşmemiştir. Dolayısıyla bu iktidarların egemenlik sürdürdüğü ülkelerin ekonomik ve sosyal yaşamında, halk kitlelerinin örgütlü devrimci eylemine dayanan gerçek anlamda devrimci dönüşümler yaşanmamıştır. Fakat öte yandan, bu ülkelerde iktidar tekelini uzun yıllar elinde bulunduran bürokratik seçkinci iktidarlar, kapitalizm açısından yapılması zaten zorunlu hale gelmiş reformları yaptıklarında da, bu uygulamalarını sanki bir “devrim” gerçekleştiriyorlarmış gibi sunmuşlardır toplumlarına.
Tarihteki “ulusal devrimci” iktidarlardan biri olan Kemalist bürokrasinin tepeden inmeci iktidarı da aynen böyle davranmıştır kendi toplumunda. Daha baştan emekçi halk sınıfları (işçi, küçük ve yoksul köylü, küçük esnaf vb.) üzerinde otoriter-bürokratik bir baskı rejimi kurmuş olan bu bürokrat-burjuva iktidar, bu niteliğini halktan gizleyebilmek için, kendini “halkçı, devrimci” modern bir cumhuriyet rejimi olarak takdim etmiştir topluma. Resmi tarihin de yıllar boyunca “anti-emperyalist, halkçı, devrimci” bir iktidar olarak kategorize ettiği Kemalist bürokrasinin iktidarı, gerçekte bürokratik seçkinlerin hegemonyası altında kurulmuş azgelişmiş ülke burjuva diktatörlüklerinin ilk örneklerinden biriydi aslında.
Türkiye’yi çağdaş Batı uygarlığı düzeyine ulaştırmayı, yani Batı’daki gibi kapitalist bir toplum kurmayı amaçlamış olan Kemalist bürokrasi, siyasal rejimi de daha baştan bu amaca uygun bir biçimde yapılandırmaya çalışmıştır. Nitekim iktidarda kaldığı sürece, bir yandan “milli” bir burjuva sınıfı yaratmaya çalışırken, diğer yandan da emekçi sınıflar üzerinde otoriter-bürokratik bir baskı rejimi kurmayı hiç ihmal etmemiştir. Fakat buna rağmen Kemalist bürokrasi, gene de kendi sınıf doğasını ve tarihsel misyonunu halktan gizleyebilmek için, her türlü demagojiye başvurmaktan geri durmamış ve yıllar boyunca kendini kitlelere “anti-emperyalist, devrimci, halkçı” olarak empoze etmeye çalışmıştır hep. Hatta bu rejimin önderi konumunda olan M. Kemal bu konuda daha da ileri gitmiş ve kendi iktidarları altında artık Türkiye’de sınıfların var olmadığını ve Türk milletinin “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” oluşturduğunu ilan etmiştir cümle âleme!
Oysa Kemalist bürokrasinin 1923 yılında kuruluşunu ilan ettiği bu “halkçı” ve de “devrimci” cumhuriyet rejimi, aslında etnik bir grubun burjuvazisinin, yani “milli” diye tanımladığı Türk burjuvazinin (tüccar-eşraf-bürokrasi) çıkarlarını koruyup kollamayı esas alan ve kendini bütünüyle bu amaca uyarlamış olan halisinden bir milliyetçi burjuva sınıf diktatörlüğü idi. Nitekim bu dönemde Kemalist bürokrasinin hegemonyası altında kurulmuş bütün cumhuriyet hükümetleri, daha önce büyük tüccar, eşraf ve bürokrasi ittifakının İzmir İktisat Kongresinde almış olduğu kararlar doğrultusunda hareket edecek ve tüm çabalarını, devlet eliyle bir “milli” burjuva sınıfı yaratmakta yoğunlaştıracaklardı. Üstelik bu konuda öncülüğü de bizzat Cumhurbaşkanı M. Kemal’in kendisi yapacaktı. Örneğin, bu dönemde, onun koyduğu 250 bin lira ödenmiş sermayeyle Türkiye İş Bankası’nın kuruluşu gerçekleştirilecekti. İş Bankası’nın yönetim kurulunda, İstanbul, Ankara ve İzmir’in büyük tüccarları ve Anadolu eşrafından gelen kimselerin yanı sıra, yüksek bürokrasiden (Milli Mücadelenin askerî, idarî ve siyasî kadrolarından) gelen kimseler de yer alacaktı.
Milli Mücadele önderlerinin ve cumhuriyet dönemi bürokrasisinin kapitalizm karşısındaki tutumunu, M. Kemal’in bu konudaki “teorik” ve “pratik” yönelimi en açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 1923’te yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Kaç milyonerimiz var. Hiç. Binaenaleyh biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız…”[1] Nitekim M. Kemal, Milli Mücadele zaferle sonuçlanıp TC kurulunca, kapitalist girişimcilik konusunda da ilk örneği kendisi oluşturacak ve yaptığı yatırımlarla “örnek bir kapitalist müteşebbis” olduğunu herkese kanıtlayacaktı. Ölümünden bir süre önce hazineye bağışladığı şahsi malvarlığının dökümü, onun sağlığında gerçekten de “örnek bir kapitalist müteşebbis” olduğunu göstermektedir.
M. Kemal’in malvarlığının dökümü özetle şöyleydi: Toplam 154.720 dönüm tarım arazisi ve mera, 51adet bina, bira fabrikası, malt fabrikası, buz fabrikası, soda ve gazoz fabrikası, deri fabrikası, ziraat aletleri ve demir fabrikası, iki süt fabrikası, şarap imalathanesi, elektrikle işleyen değirmen, İstanbul’da bir çelik fabrikasının yüzde kırk hissesi, ayrıca Ankara ve Yalova’da tavuk çiftlikleri, peynir ve yağ üretmeye elverişli iki imalathane, 16 adet traktör, 13 adet harman ve biçerdöver, deniz motoru, 5 adet kamyon ve kamyonet, 2 adet otomobil, çiftliklerin genel servislerinde çalıştırılan 19 adet binek ve yük arabası, ayrıca canlı demirbaş olarak: 13.000 baş koyun, 433 baş sığır, 69 at, 2450 tavuk vb.[2] M. Kemal’in sahip olduğu bu varlıkların toplam değeri, o dönemin koşullarında ancak büyük bir kapitalistin sahip olabileceği bir sermaye büyüklüğüne işaret etmektedir hiç kuşkusuz!
Ama o dönemde bürokrasiden “kapitalist müteşebbis”liğe terfi eden yalnızca M. Kemal değildir. Milli Mücadeleye katılmış ve yeni rejimde de askerî, idarî ve siyasî görevler üstlenmiş pek çok üst düzey bürokrat ve milletvekili de çok geçmeden kapitalist müteşebbisler arasında yerini alacaktı. Yeni rejimin zenginleşme çabasındaki yönetici kadrolarının pek çoğu, Ankara’da arsa spekülasyonu yaparak büyük paralar kazanmışlardı. Milli Mücadelenin bu nüfuzlu kişileri, Ankara’nın bir başkent olarak imarı döneminde spekülasyon amacıyla Ankara Belediyesinden pek çok arsa satın almışlardı. Belediyeden bu arsaları zamanında metrekaresi bir liradan satın alan bu nüfuzlu kişiler, daha sonra aynı arsaları devlete metrekaresi yüz liradan satacaklardı. Devlet eliyle zengin olmanın, ya da “milli” burjuvalığa terfi etmenin yollarından yalnızca biriydi bu arsa spekülatörlüğü.
Pek çoğu bürokrat kökenden gelen bu arsa spekülatörleri, elde ettikleri paralarla gene devlet ihalelerine katılarak ve devletin müteahhitlik işlerini üstlenerek kısa zamanda daha da zenginleştiler. Ankara, devlet katındaki pozisyonlarını ve siyasal nüfuzlarını özel çıkarları için kullanarak kısa zamanda zenginleşen bu “iş bilir” faydacı insanların (aferistler) mekânı olacaktı. Bu dönemde İş Bankası ile Sanayi ve Maden Bankası, devlet eliyle birey zengin etmenin öncülüğünü yapan başlıca kuruluşlardı. Tıpkı bugün olduğu gibi, o gün de bankalar etrafında çıkar grupları oluşmuş ve bunlar bankanın adıyla anılır olmuşlardı. Öte yandan, cumhuriyet devleti bu dönemde, tıpkı Osmanlı devletinin yaptığı gibi birtakım imtiyazlar ve tekeller oluşturup, bunların işletme hakkını milletvekilleri ve işadamlarının ortaklaşa kurdukları şirketlere devrediyordu. Örneğin, İstanbul ve İzmir limanlarını işletme imtiyazı, kibrit tekeli, şeker ithalatı, petrol-benzin ithalatı tekeli, alkollü içki ve ispirto üretim tekeli vb., Kemalist devletin özel sektörü beslemek için oluşturduğu tekellerden bazılarıdır. Devletin bu türden destekleri sayesinde, hem bürokrat kökenli işadamları hem de Ankara’yla yakın ilişkiler içinde olan tüccar ve eşraftan kimseler zenginleştikçe zenginleşeceklerdi.
Fakat bu dönemde, gerek bürokrat kökenli yeni zenginlerin elinde biriken servetler gerekse de büyük kent tüccarlarının elindeki sermayeler hiçbir biçimde sanayi üretimine yönelmeyecektir. Çünkü kapitalist bir sınai işletmenin hemen kâra geçemeyeceğinin bilincinde olan bu zenginler, bu nedenle sanayi alanında yatırım yapmaya hiç hevesli değillerdi. Kendilerine “milli” ya da “Türk” işadamı denmesinden pek hoşlanan bu yeni yetme burjuvalar, genellikle kolay ve kısa yoldan tatlı paralar kazanmaya alışık olduklarından, daha çok iç ve dış ticarete ilgi duymakta veya yabancı firmaların ülke içinde temsilciliğini üstlenmeye ve daha önce bu alanda faaliyet gösteren gayrimüslim azınlıkların yerini almaya hevesliydiler. Nitekim “milli” burjuvazinin yabancı şirketlerle ortaklık kurma arzusu, Türkiye’de faaliyetini durdurmuş olan yabancı sermayeli firmaları da yeniden harekete geçirecekti. Faaliyetlerini tekrar başlatmak isteyen yabancı sermayeli firmalar, bunun için Müslüman Türk iş adamlarını ya firmalarına ortak etmeye ya da temsilci olarak atamaya başlamışlardı. Yani, sermayenin “milli”si ile “gayrimilli”si pek güzel anlaşabildiklerini böylece ortaya koymuş oluyorlardı. Bir ulusal kurtuluş savaşıyla ülkeden kovulduğu iddia edilen emperyalist sermayedarlar (yabancı firmalar), bu kez “milli” sermayedarlarımızın arzusu ve milli devletin himmetiyle, Türkiye’de faaliyetlerine yeniden başlamak üzere harekete geçiyorlardı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında dış ticaret servet yapmanın esas yolu olarak benimsenince, ihraç ve ithal ürünlerinin ticareti de önem kazanmaya başlayacaktı doğal olarak. Türkiye’nin o dönemde ihraç edebileceği ürünler ise, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi tarım ürünleri ve hammaddeden başkası değildi. 1929 yılında Türkiye’nin genel ihracatının %88’ini tarım ürünleri ve hammaddeler oluştururken, ithalatının %85’ini mamul maddeler (tüketim eşyası ve besin maddeleri) oluşturacaktı. Aslında bu oranlar, Osmanlı’nın 1914 yılındaki ihracat ve ithalat oranlarıyla hemen hemen aynıydı. Yani aradan geçen 15 yıla rağmen, yeni rejimin iktisadî gelişmişlik düzeyi de hâlâ aynı yerde sayıyordu. Çünkü devletin dolaylı vergiler yoluyla emekçi halktan alıp “milli” burjuvaziye aktardığı kaynaklar, sanayi ve tarım alanında üretken yatırıma değil, bütünüyle tüketime dayalı dış ticarete ve burjuvazinin özel harcamalarına gidiyordu. Bu durumda dış ticaret açığı her geçen gün daha da büyüyecekti. Örneğin, Türkiye’nin 1923’de 60 milyon TL olan dış ticaret açığı, 1929 yılında 101 milyon TL’ye yükselecekti.
Özetle söylersek, yerli burjuvazinin çeşitli imtiyazlarla beslenip palazlandırıldığı 1923-30 yılları, işçi ve emekçi kesimler için tam bir yoksulluk ve yoksunluk yılları olmuştur. Bu yıllarda her açıdan baskı altında tutulan emekçi halk sınıfları (işçi, yoksul köylü, küçük esnaf), siyasal, ekonomik, demokratik haklarından tamamen mahrum bırakılmış, ağır vergiler altında bunaltılmış, yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşatılmışlardır. Oysa bu dönemdeki devlet uygulamalarından ne kentli burjuvazi, ne toprak ağaları ne de Anadolu eşrafı fazla bir rahatsızlık duymuştur. Tersine, Kemalist devletin koruyucu kanatları altında kendilerini pek güvende hisseden bu egemen sınıf kesimleri, kendisine burjuva parlamentarizmi süsü vermiş olan otoriter-bürokratik rejimden pek şikâyetçi olmamışlardır.
Devleti, burjuvaziyi zenginleştirmenin ve kapitalist sermaye birikiminin bir aracı olarak kullanan Kemalist bürokrasi, öte yandan siyasal iktidarın ve devlet mekanizmasının yürütümünü tümüyle kendi tekeline almış bulunuyordu. Cumhuriyetin bu ilk evresinde, mülk sahibi burjuvazinin devleti doğrudan kendisinin yönetmesi bir yana, iktidar mekanizması içinde etkin bir siyasal rol oynaması bile söz konusu değildi. Bu dönemde burjuvazi iktisadi aktör rolünü üstlenirken, bürokratik elit de siyasal aktör rolünü üstlenecekti. Bunun anlamı ise şuydu: Kemalist cumhuriyet rejiminin bu ilk evresinde, burjuva demokrasisinin temel koşulu olan siyasal liberalizm ve siyasal demokrasi hiçbir biçimde işlemeyecektir.
Bu dönemde İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerin burjuvazisi, Anadolu eşrafı ve toprak ağaları, doğrudan kendi siyasal partilerine sahip olmayacaklar ve siyasal faaliyetlerini Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) içinde yürüteceklerdi. CHF aslında Milli Mücadeleyi yürüten ve cumhuriyeti kuran asker-sivil bürokrasinin partisiydi. Ama bu parti aynı zamanda, “kurucu” bürokrasi ile kent büyük burjuvazisi ve eşrafın siyasal ittifakını simgeleyen bir örgüt konumundaydı. O dönemin koşulları içersinde, mülk sahibi burjuvazinin bürokrasiden bağımsızlaşarak ayrı bir siyasal parti kurması ve siyasal iktidara doğrudan talip olması gibi bir durum zaten söz konusu değildi ve olamazdı da. Dolayısıyla, cumhuriyetin bu ilk yıllarında, burjuvaların “demokratlığının” ve “liberalliğinin” sınırlarını ve uygulanacak burjuva demokrasisinin içeriğini, esas olarak burjuvazinin o anki sınıfsal ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlar temelinde bürokrasiyle kurduğu ittifakın düzeyi belirleyecekti.
Cumhuriyetin bu ilk yıllarında, sermaye birikimi açısından henüz emekleme aşamasında olduğunun ve gelişimini ancak devlet desteğiyle, yani iktidardaki Kemalist bürokrasinin himmetiyle sağlayabileceğinin bilincinde olan cılız “milli” burjuvazi, Kemalist bürokrasinin koruyucu kanatları altına sığınacaktı. Bu koşullar altında “milli” burjuvazinin Kemalist bürokrasinin iktidarına karşı çıkması ve bir siyasal iktidar alternatifi oluşturması söz konusu bile olamazdı. Dolayısıyla, bu dönemde Kemalist bürokrasi ile mülklü egemen sınıflar (büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri, eşraf) arasında ciddi bir zıtlaşma ya da siyasal krize neden olabilecek ciddi bir politik çatışma yaşanmayacaktı. Daha sonra da değineceğimiz üzere, bu dönemde sözü edilebilecek tek bir iktidar kavgası, daha ziyade Milli Mücadelenin önder kadrosu içinde yaşanan ve M. Kemal’in siyasal gücünün pekişmesiyle sonuçlanacak olan kavgadır.
Tek partili burjuva diktatörlüğüne giden yol nasıl döşendi?
Cumhuriyet ilan edildiğinde Meclis’teki tek parti Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) idi. Bu parti, kendini cumhuriyetin kurucusu ve tek hamisi olarak gören Kemalist bürokrasinin bir iktidar aracıydı. Bu partinin kurucusu M. Kemal, daha parti kurulmadan önce, parti konusundaki düşüncelerini şöyle ifade ediyordu: “Bu milletin siyasî partilerden çok canı yanmıştır. Şunu arzedeyim ki, başka ülkelerde partiler mutlaka iktisadî maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir. Çünkü o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın menfaatini muhafaza için teşekkül eden siyasî bir partiye karşılık diğer sınıfın menfaatini muhafaza maksadıyla bir parti teşekkül eder. Bu pek tabiidir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teessüs eden partiler yüzünden şahit olduğumuz neticeler malûmdur. Halbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman, bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dahildir.”[3]
Bu söylenenlerden anlaşılıyor ki, M. Kemal ve kadrosunun kafasında, daha baştan sınıfların ve sınıf karşıtlıklarının varlığını reddeden ve tüm sınıfları sözümona kaynaştırmayı amaçlayan korporatif bir meclis ve korporatif bir parti anlayışı vardı. Bu anlayışın ardında ise, tabii ki otoriter bir siyasal rejim oluşturma arzusu yatıyordu. Nitekim cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra, siyasal rejim bu yönde evrilme işaretleri vermeye başlayacaktı.
Bu dönemde ne liberal görüşlü bir burjuva partisinin siyasal faaliyetine, ne de işçi sınıfının politik ve ekonomik örgütlerinin legal düzeyde temsiline ve faaliyetine müsaade edilecekti. Böyle bir durumun ne anlama geldiği ise çok açıktı: Bütünüyle bürokratik aristokrasinin vesayeti altına girmiş olan burjuva cumhuriyet rejiminde, burjuva demokrasisi hiçbir biçimde işlemeyecek, daha doğrusu işletilmeyecekti.
Nitekim bu dönemde yaşanan bir olay, bu gerçekliği açık bir biçimde gözler önüne serecekti. Cumhuriyetin ilanından bir süre sonra, milletvekilleri arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmış ve bu ayrılık temelinde Meclis’te bir bölünme yaşanmıştı. CHF içinde liderliğini M. Kemal’in yaptığı dar bir grubun Meclis’teki diktatoryal yönetim tarzına karşı çıkan ve rahatsızlıklarını ortaya koyan bazı milletvekilleri, CHF’den ayrılarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) adında yeni bir parti kurmuşlardı. Bu partinin programı ve siyasal açılımları her ne kadar liberal burjuvazinin görüşlerini yansıtıyorsa da, gerçekte bu partiyi örgütleyen doğrudan liberal burjuvazinin kendisi değildi.
Bu partiyi Milli Mücadelenin önder kadrosu içinde yer alan asker kökenli bürokrat-milletvekilleri kurmuştu. Dolayısıyla, Meclis içinde patlak veren bu kavga, doğrudan mülk sahibi liberal burjuvazi ile bürokratik aristokrasi arasında değil, esas olarak bürokratik aristokrasinin kendi içinde yaşanan bir kavga olacaktı. Kent burjuvazisinin ve Anadolu eşrafının ancak bir kısmı, o da dolaylı yoldan bu kavgada taraf olmuştur. Nitekim TCF’nin kurucularına baktığımızda, bu kişilerin iş dünyasından ya da servet sahibi burjuva kesimden değil, yüksek askerî bürokrasiden, sivil aydınlardan ve eski İttihatçılardan geldiğini ve çoğunun da M. Kemal’in eski silah arkadaşı olduğunu görüyoruz. Örneğin, bu partinin kurucuları arasında ismi geçen ilk dört kişi (Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele), aynı zamanda Milli Mücadelenin yedi kişilik önder çekirdek kadrosu içinde yer alan asker kökenli kişilerdir.
Siyasal ve ekonomik liberalizmi savunan bir programla ortaya çıkan TCF, iktidara muhalif tüm unsurları bağrında toplamaya başladığı gibi, liberal bir ekonomi politikası uygulanmasını arzulayan büyük kent burjuvazisinin bazısının da desteğini almıştı. TCF kuvvetler ayrılığı ilkesini, tek dereceli seçimi, Cumhurbaşkanının fesih ve veto yetkisinin sınırlandırılmasını ve idarî yapıda özerkliği savunuyordu. Yayınladığı kuruluş bildirisinde, diktatörlüğe karşı olduğunu, yönetimin ve hükümetin sıkı biçimde denetlenmesi gerektiğini belirtiyordu. Programında da, Türkiye devletinin halk egemenliğine dayalı bir cumhuriyet olduğunu ve partinin liberal ve demokrat bir çizgi izleyeceğini vurguluyordu. Ayrıca, temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasını desteklediğini ve halkın dinî duygularına saygılı olduğunu açıklıyordu. Özetle bu parti CHF’den daha az otoriter ve daha az merkeziyetçi olup, liberal açılımları benimseyen bir parti görünümü sergiliyordu.
CHF’nin otoriter bürokratik yönetimine karşı TCF’nin Meclis’te muhalefet yürütmeye başlamasının ardından patlak veren olaylar, iktidar tekelini elinde bulunduran bürokratik aristokrasinin, nasıl da Osmanlı’nın despotik devlet anlayışını aynen sürdürdüğünü ve bu bağlamda, nasıl da demokrasiye tahammülsüz olduğunu çok geçmeden gözler önüne serecekti. Bürokrasinin iliklerine işlemiş Osmanlı’nın despotik devlet anlayışı, Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte hemen ortadan kalkmış değildi ve kolay kolay da kalkacağa benzemiyordu. Çünkü Osmanlı’dan miras kalan bu despotik devlet anlayışı, yeni kurulan devletin (TC) biçiminde ya da dış görünümünde değil, ama o devletin harcını oluşturan ve devlete esas ruhunu veren bürokrasinin kafa yapısında yaşamaktaydı.
Nitekim bürokraside içselleşen bu tarihsel geleneğin Cumhuriyet döneminde de nasıl devam etmekte olduğunu, bürokrasinin iki fraksiyonu arasında yaşanan bu kavga açıkça gözler önüne seriyordu. Cumhuriyet Meclisindeki iki siyasal parti (TCF ile CHF) arasında yaşanan “iktidar” kavgası, tıpkı Osmanlı bürokrasisi içindeki eski kavgalara benzer bir biçimde gelişecek ve sonlanacaktı. Meclis’te iktidar gücünü elinde tutan taraf, yani M. Kemal’in etrafında kümelenmiş CHF içindeki bürokratik elit, tam da Osmanlı bürokrasisinin siyasal geleneğine yakışır bir tarzda hareket edecek ve kendisine muhalefet eden tarafı yani TCF’yi siyaseten ve fiziken ortadan kaldıracaktı.
TCF’nin Meclis’te başlattığı muhalefet hareketinin giderek genişlemesi ve toplumun çeşitli kesimlerinden destek görmeye başlaması üzerine, hükümeti elinde tutan Kemalist bürokrasi derhal harekete geçecekti. Bu gelişmeler tam da Kürdistan’da bir ayaklanmanın (Şeyh Said ayaklanması) başladığı dönemle çakışmıştı. İkinci kez başbakanlığa getirilen İsmet Paşa, hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan bir kanun teklifini (Takrir-i Sükûn Kanunu) derhal Meclis’e sundu. M. Kemal’in direktifiyle hazırlandığı kesin olan bu kanun teklifi, 4 Mart 1925 tarihinde Meclis’te onaylanarak kabul edildi. Hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan bu kanunun yürürlükte kalacağı süre iki yıl olarak belirlenmişti, fakat tam beş yıl yürürlükte kalacaktı.
Bu kanun hükümete, “gerici”, “isyancı” ve “ülkenin sosyal düzeni ile huzur ve sükûnunu, güvenlik ve asayişini bozan ya da bozmaya yeltenen” bütün kuruluşları ve bu doğrultudaki yayınları yasaklama yetkisi veriyordu. Ayrıca bu tür girişimlerde bulunanların İstiklâl Mahkemelerinde yargılanması da öngörülüyordu. Bunun yanı sıra, Hıyanet-i Vataniye Kanununa da bir madde eklenerek, dinin siyasete alet edilmesinin “vatana ihanet” suçu sayılması ve bu suçu işleyenlerin idamla cezalandırılması hükme bağlanıyordu. Hükümet Şeyh Said ayaklanmasını iki ay içinde bastırdı. Fakat her iki taraf da bu çatışmada büyük kayıplar verdi. İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Kürt isyancılar ağır cezalara çarptırıldılar ve içlerinden 49 isyancı idam edildi.
Bu arada Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da “Şeyh Said isyanına destek verdiği” ve “gericiliği kışkırttığı” gerekçesiyle 3 Haziran 1925’te kapatıldı. Liberal görüşlerle ortaya çıkan bu parti ancak yedi ay yaşayabilmişti. Bu süreçte TCF’yi destekleyen dergi ve gazeteler de yasaklandı. Bu partinin önde gelen üyeleri, M. Kemal’e düzenlenen suikast girişimine karıştıkları iddiası ile İstiklâl Mahkemesinde yargılandılar. Yargılama sonucunda partinin bazı eski yöneticileri suçlu bulunarak ölüm ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Beraat edenler ise uzun süre siyasetten uzaklaştırıldılar.
Tabii, Kemalist iktidarın bu tasfiyeci uygulamaları TCF ile sınırlı kalmadı. Kemalist iktidar bir süre sonra sol eğilimli yayınlara ve o dönemde işçi sınıfının tek siyasal örgütü olan illegal TKP’ye karşı da genel bir saldırı başlattı. Bu partinin yöneticisi ve üyeleri oldukları gerekçesiyle 38 kişi tutuklandı ve Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılandı. Aralarında Şefik Hüsnü Değmer, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Şevket Süreyya Aydemir gibi parti yöneticilerinin de bulunduğu pek çok parti üyesi ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.
Cumhuriyetin ilânından bir yıl sonra Kürt ayaklanmasını bahane ederek olağanüstü baskıcı ve otoriter bir rejimin yolunu döşeyen M. Kemal liderliğindeki CHF iktidarının asıl amacı, kendisine muhalefet eden ve muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm odakları dağıtmak ve böylece hem Meclis’in hem de toplumun üzerinde kendi iktidar tekelini tesis etmekti kuşkusuz. “Halkçılık” sloganını dilinden hiç düşürmeyen Kemalist bürokrasi, gerçekte halka hiç güvenmediğini bu son eylemiyle bir kez daha ortaya koymuş oluyordu. Halka hiç güvenmediği içindir ki, Kemalist bürokrasi cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin ve devleti yönetme yetkisinin yalnızca kendi tekelinde kalmasını istemiş ve bu isteğini elde etmek için de her yola başvurarak, burjuva demokrasisinin işlerlik kazanmasını engellemiştir.
Bu dönemde kent burjuvazisinin durumuna gelecek olursak; cumhuriyetin bu buhranlı yıllarında “demokrasi”, “siyasal çoğulculuk”, “liberalizm” vb. gibi kavramların burjuvazinin pek umurunda olmadığı görülüyor. Osmanlı dönemindeki gayrimüslim burjuvazinin yerini almaya hazırlanan Müslüman Türk burjuvazi, siyasal iktidar tekelini elinde bulunduran Kemalist bürokrasinin hamiliğini ve siyasal hegemonyasını kabullenmeye çoktan razıydı; yeter ki Kemalist bürokrasi onu devletin imkânlarıyla besleyip palazlandırmayı kesintisiz sürdürsün! Çıkarları devlet tarafından korunup kollandığı ve devlet nezdinde imtiyazlı konumu devam ettiği sürece, burjuva demokrasisinin olmayışı ya da güdük kalması pek rahatsız etmiyordu burjuvaziyi. Dolayısıyla, burjuvazi o koşullar altında ayrı bir parti kurma ihtiyacını hiç hissetmedi.
Bu dönemde burjuva liberalizmini savunan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) adında bir partinin kurulması olayı ise, aslında burjuvazinin dışında gelişen bir olaydır. 1930 yılında bu partiyi kurduran ve başına da yakın arkadaşı Fethi Okyar’ı geçiren M. Kemal’den başkası değildi. M. Kemal’in bu partiyi kurdurmaktaki asıl gayesi, CHF iktidarının uygulamalarına, yani tek parti diktatörlüğüne karşı halkın tepkisini ölçmek ve rejime muhalif unsurları açığa çıkarmaktı. Mustafa Kemal ve ekibi, Milli Mücadele yıllarında uyguladıkları bir taktiğe başvuruyorlardı gene. Milli Mücadelenin devam ettiği yıllarda, Türkiyeli komünistler Bakû’de bir kongre yaparak Türkiye Komünist Partisini (TKP) kurmuşlardı. TKP ülke içinde hızla örgütlenmeye başlamış ve giderek emekçilerin, aydınların hatta 1. Meclis’teki kimi milletvekillerinin de sempatisini kazanmıştı. İşte böyle bir dönemde komünist hareketin güçlenmesinden ve kendi hareketlerine rakip çıkmasından endişeye kapılan M. Kemal ve ekibi, gerçek TKP’yi saf dışı etmek için bir hileye başvuracaklardı. Mustafa Kemal ve kurmayları, hem Bolşeviklere şirin görünerek onların yardımını sağlamak, hem de gerçek TKP’ye yönelebilecek aydınları, gençleri, işçileri kendi denetimleri altında tutabilmek için, 18 Ekim 1920’de sahte bir Türkiye Komünist Partisi kurduracaklardı. M. Kemal’in düşüncesine göre, kendilerinin kurduğu bu “TKP” sayesinde, hem gelişmeler kendi kontrolleri altında olacak, hem de “zararlı” komünist faaliyetler zararsız hale getirilmiş olacaktı. Nitekim gerçek TKP’nin yöneticileri olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğdurulması, Bolşevizme sempati duyan Yeşil Ordu Cemiyetinin kapatılması, Çerkez Ethem’e bağlı gerilla birliklerinin dağıtılması ve daha sonra 1. Meclis’teki Halk Zümresi grubunun tasfiye edilmesi, hep bu dönemde ve art arda gerçekleşen olaylardır. Bu olayların ardından, tarihsel işlevini yerine getiren sahte “TKP” de sessiz sedasız kendini feshetmiştir.
İşte Serbest Fırka’nın 1930 yılında kurulması da gene böyle taktik mülahazalarla olmuştu. Bu parti de tıpkı 1920 Ekiminde M. Kemal’in kurdurduğu sahte “TKP” gibi danışıklı kurulmuş bir parti idi. Amaç, baskıcı otoriter tek parti diktatörlüğünün halkın gözündeki kötü imajını silmek ve sanki iki partili bir parlamenter demokratik sisteme geçiliyormuş gibi bir hava yaratmaktı. Ayrıca da halk kitlelerinin bu liberal partiye göstereceği ilginin derecesini ölçerek, CHP iktidarına duyulan tepkinin boyutlarını, daha doğrusu halk muhalefetinin gücünü kestirmeye çalışıyordu Ankara.
Halkın Serbest Fırka’ya gösterdiği ilgi, tahmin edilenin çok ötesinde olmuştu. Halk kitleleri Serbest Fırka’nın çağrılarına büyük bir coşkuyla karşılık vermiş, partinin başkanı Fethi Okyar gittiği her yerde coşkuyla karşılanmış ve tek parti diktatörlüğüne karşı olan tüm muhalefet çevreleri bu partinin etrafında toplanmaya başlamıştı. Fethi Okyar’ın İzmir’e gelişi ise büyük bir kitle gösterisine sahne olmuştu. Bu gelişmeleri, işçi sınıfının yükselttiği militan eylemler ve grevler izlemişti. Hiç beklemediği bu halk tepkisi karşısında şaşıran M. Kemal, gelişen bu halk hareketinin hayra alâmet olmadığını görerek, Serbest Fırka’nın derhal kapatılması emrini verdi. 12 Ağustos 1930’da kurulan bu parti, kuruluşundan üç ay sonra (17 Kasım 1930’da) kendini feshetti. Kemalist iktidarın halkın nabzını ölçmek için sahnelediği bu liberalizm soslu demokrasi oyunu da böylece daha başlamadan son bulmuş oluyordu. Tezgâhlanan bu politik oyun, M. Kemal önderliğindeki otoriter-bürokratik burjuva diktatörlüğünün son manevrası olacaktı. Çünkü 1930’dan 1946’ya kadar bir daha hiçbir legal parti kuruluşuna izin verilmeyecekti.
Ülkede bütün muhalefet odakları sindirildikten sonra, artık Kemalist bürokrasinin tek parti (CHP) diktatörlüğü dönemi tam olarak başlamış oluyordu. Serbest tartışma ve eleştiri ortamının yok edildiği ve özellikle işçi ve emekçi sınıfların, Kürt halkının ve azınlıkların sürekli baskı altında tutulduğu bir dönem olacaktı bu tek parti diktatörlüğü dönemi. Kemalist rejim bu dönemde kendisine muhalefet eden örgütlü iki siyasal hareketi özellikle düşman bellemiş ve bu hareketlerin gelişmesini engellemek için her türlü baskı ve yıldırmaya başvurmaktan ve bu amaçla çeşitli provokasyon ve komplolar düzenlemekten geri durmayacaktı.
Bu muhalefet hareketlerinden birincisi, sınıf temelinde örgütlenmeyi esas alan ve işçi sınıfı devrimini hedefleyen komünistlerin yürüttüğü toplumsal muhalefet hareketidir. İkincisi ise, esas olarak ulusal temelde örgütlenen ve kendi halkının ulusal-demokratik haklarını savunan Kürt ulusal hareketidir. Kemalist bürokrasinin cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak komünistlere ve Kürt ulusal hareketine karşı takındığı saldırgan tutum, yıllar içinde TC’nin resmî ideolojisi haline geldi. Burjuva devletin günümüzdeki saldırgan anti-komünist ve anti-Kürt politikalarının ideolojik zemininin, esasen Kemalist bürokrasinin tek partili bürokratik burjuva diktatörlüğü döneminde döşendiği çok açık bir tarihi gerçekliktir.
link: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar / II, 27 Şubat 2008, https://marksist.net/node/1714