22 Temmuz milletvekili seçimlerini geride bıraktık. Seçim meydanlarında kitlelere “daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, gelir düzeyini yükseltme, işsizliği azaltma, sağlıkta ve diğer sosyal alanlarda reformları sürdürme” vaadinde bulunan burjuvazinin “liberal-muhafazakâr” partisi AKP, diğer burjuva partileri karşısında ezici bir seçim zaferi kazandı. Seçim stratejilerini “milli güvenliğin tehlikede olduğu”, “şeriatçılığın ve bölücülüğün AKP iktidarında ciddi ve yakın bir tehlike haline geldiği” demagojisi üzerine inşa eden ve bu temelde koyu bir milliyetçilik, anti-Kürtçülük, anti-AB’cilik propagandası yürüten ve savaş naraları atan statükocu-devletçi burjuva partileri ise AKP karşısında hezimete uğradılar. Seçimler öncesinde AKP’yi gözden düşürmek ve statükocu burjuva partileri kitlelerin gözünde yeniden parlatmak için uygulanan korku senaryoları (hükümete verilen gece yarısı muhtıraları, savrulan darbe tehditleri, tezgâhlanan provokasyonlar), statükocuların umduğu ve beklediği sonucu vermedi. Böylece, AKP karşıtı statükocu devlet güçlerinin ve onların burjuva ve küçük-burjuva yandaşlarının evdeki hesabının çarşıya uymadığı ortaya çıkmış oldu.
Cumhurbaşkanının da içinde yer aldığı statükocu devlet güçleri ile AKP hükümeti arasındaki sürtüşme son dönemlerde o boyutlara varmıştı ki, sanki iki ayrı hükümet ya da iki ayrı iktidar odağı varmış gibi bir durum çıkmıştı ortaya. Hükümete tâbi olması gereken generaller sık sık siyasal demeçler verip, adeta bir siyasal parti lideri gibi davranırken, cumhurbaşkanı Sezer de “tarafsızlık” görünümünü bir kenara atarak hükümetin aldığı her kararı veto etmeyi alışkanlık haline getirmişti. Tüm bunlar, burjuva rejimde siyasal krize davetiye çıkaran gelişmelerdi elbette. Bir yandan devlet içinde fiili bir özerkliğe sahip olan, diğer yandan OYAK sayesinde kapitalist ekonomide güçlü bir konum elde etmiş bulunan TSK’nın bu “özgün” durumu, hiçbir Batı ülkesinde rastlanmayan bir durumdu kuşkusuz. Bu, hem Türkiye’de hem de Türkiye’nin üye olmak istediği Avrupa Birliği’nde ciddi olarak tartışılan ve çözülmek istenen bir sorun oluşturuyordu. Temel soru şuydu: Bir burjuva demokrasisinde, askerî bürokrasinin devlet içinde fiilen siyasal özerklik kazanması ve kendini seçilmiş sivil siyasal otoritenin üstünde görmesi nasıl mümkün olabilmişti? Bir burjuva parlamenter rejimde siyasal otoriteye tâbi olması gereken askerî bürokrasinin, bu siyasal otoriteyle çatışmaya girmesi, iç ve dış siyaset konularında ona buyruklar yağdırması nasıl mümkün olabiliyordu?
Aslında bu sorular, AKP’nin iktidara gelmesi ve AB sürecini işletmeye başlamasıyla birlikte daha yüksek sesle sorulmaya başlanmıştı. Bu sorular etrafında tartışmayı devamlı gündemde tutanlar, Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisinin artık Türkiye’de de zamanının geldiğini savunan AB yanlısı burjuvazi ve liberal aydınlar oldu. Türkiye’deki burjuva parlamenter rejimin işleyişinin, Batı’daki parlamenter rejimlerin işleyişinden farklı oluşunun tarihsel nedenleri tartışılırken, burada “sivil toplum” ve “siyasal toplum” kavramlarının çözümlenmesinin çok önemli olduğu görüldü. Burjuva rejim içerisinde 50’lerden beri süre gelen şu geleneksel asker-sivil çekişmesinin tarihsel nedenlerinin doğru anlaşılması ve doğru kavranması bakımından, bu sivil toplum-siyasal toplum kavramlarının çözümlenmesi, gerçekten de büyük bir önem taşımaktadır. Bu bakımdan, biz de burada, bu sivil toplum, siyasal toplum kavramlarının nasıl ortaya çıktığına ve ne anlama geldiğine, Marx’ın çözümlemeleri eşliğinde kısaca değineceğiz.
Marx’ın “sivil toplum” çözümlemesi ya da Doğu-Batı gelişim farklılığı üzerine
Gerek mülkiyet biçimleri ve üretim ilişkilerinin gelişimi, gerekse sosyal ve siyasal yapıların oluşumu bakımından, Doğu ile Batı uygarlıklarının tarihsel evrim çizgileri arasında esaslı farklılıkların bulunduğunu biliyoruz. Nihayetinde her iki uygarlık çizgisi de kapitalist üretim tarzında buluşmuştur ama aralarındaki tarihsel gelişim farklılığından kaynaklanan pek çok alandaki yapısal farklılıklar, kendilerini güçlü bir biçimde hissettirmeye devam etmiştir. Nitekim Doğu ile Batı’nın kapitalist toplumları arasında bugün de gözlemlenmekte olan bu yapısal farklılıkların temelinde, işte bu tarihsel gelişim farklılığı yatmaktadır.
Marx ve Engels, kendi maddeci tarih anlayışlarını ilk kez sistemli bir biçimde ortaya koydukları Alman İdeolojisi adlı yapıtlarında, esas olarak Batılı sınıflı toplumların (antik-köleci, feodal, kapitalist) tarihsel oluşum çizgilerini incelemişlerdi. Bu incelemelerinde “sivil toplum” kavramı üzerinde önemle durmuşlar ve bu kavramla ilgili olarak şu açıklamayı yapmışlardı:
“İçinde bulunduğumuz aşamadan önceki bütün tarihsel aşamalarda, mevcut üretici güçlerin koşullandırdığı ve buna karşılık kendisi de bu güçleri koşullandıran değişimler biçimi sivil toplumdur, bundan önce söylediklerimizden de anlaşıldığı gibi sivil toplumun ön koşulu ve esas temeli, daha kesin tanımlamaları yukarıda verilmiş olan basit aile ve klan da denilen, bileşik ailedir. Demek ki, daha şimdiden de açıkça anlaşılıyor ki, bu sivil toplum, bütün tarihin gerçek ocağı, gerçek sahnesidir.” (K. Marx-F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., 1976, s.69)
“Sivil toplum, üretici güçlerin gelişmesinin belli bir aşamasında bireylerin karşılıklı maddi ilişkilerinin tümünü kapsamaktadır. Yine belli bir aşamadaki ticari ve sınai yaşamın tümünü kapsamakta ve bu bakımdan, her ne kadar kendini dışarıda ulus olarak öne sürmek ve içerde devlet olarak örgütlenmek zorundaysa da, devleti ve ulusu aşmaktadır. Sivil toplum terimi, 18. yüzyılda, mülkiyet ilişkileri, ilk çağ ve orta çağ ortaklığından kurtulur kurtulmaz ortaya çıktı. Sivil toplum, sivil toplum olarak ancak burjuvazi ile gelişir; böyle olmakla birlikte, üretimin ve ticaretin doğrudan doğruya sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme de her zaman aynı adla belirtilmiştir.” (age, s.128, düzeltilmiş çeviri)
Görüleceği üzere, Marx ve Engels sivil toplumu, bireylerin karşılıklı maddi ilişkilerinin, yani üretim ve değişim ilişkilerinin oluştuğu alan olarak tarif ediyorlardı. Öte yandan, sivil toplumun ancak mülkiyet ilişkileri ilk çağ ve orta çağ ortaklığından kurtulduğunda, yani bireyi topluluğa bağımlı kılan komünal mülkiyet biçimleri çözüldüğünde ortaya çıkabileceğini söylüyorlardı. Marx ve Engels’e göre sivil toplum kavramı, sosyo-ekonomik temeli (yani altyapıyı) ifade eden bir kavramdır. Ve gene onların görüşüne göre, bir sivil toplumun varlığından söz edebilmek için, “üretimin ve ticaretin doğrudan doğruya sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üstyapının temelini oluşturan” bir toplumsal örgütlenmenin, yani sınıflı toplumun var olması gerekir. Bu durumda sivil toplum, siyasal toplumun yani devletin oluşumuna ön gelen ve onu da koşullandıran bir tarihsel momenttir. Engels de Feuerbach üzerine yazdığı denemede, “devletin –yani siyasal alanın– tâli unsur, sivil toplumun –yani ekonomik ilişkiler alanının– ise esas unsur” olduğunu belirtmiştir.
Marx ve Engels sivil toplum kavramını, özel mülkiyet temelinde gelişen Batı’nın sınıflı toplum oluşumlarını (köleci, feodal, kapitalist) esas alarak açımlamışlardı. Batı’da sınıflı toplumların oluşumu, ilkel sınıfsız topluluklar (toprağa yerleşmiş klan ve aşiret yapıları) içinde belli bir işbölümü ve özel mülkiyetin gelişmesinden sonra başlamıştır. Sınıflı topluma ön gelen bütün ilkel tarım komünlerinde geçerli olan mülkiyet biçimi, kolektif topluluk mülkiyeti idi. Mülkiyetin bu ilkel biçimi, topluluk üyesini kendi doğal topluluğuna (klan veya aşiretine) bağlayan ve onu topluluğun ayrılmaz bir parçası haline getiren bir “göbek bağı” teşkil ediyordu. Çünkü komün üyesi, kendi yaşamını ancak topluluğun kolektif mülkiyetinde olan toprağı kullanarak ve toplulukla birlikte üretim yaparak devam ettirebilirdi. Tersi bir durum, yani bir üyenin topluluk dışında kalması demek, kendi başına üretim yapamaması ve yaşamını sürdürememesi demekti. İlkel topluluğun bir üyesini, kendi doğal topluluğuyla birlikte yaşamaya mecbur ve bağımlı kılan, işte bu zorunluluktu. İçinde yaşadığı topluluğa zorunlu bir “göbek bağı” ile bağlı bulunan topluluk üyesinin, bu durumda bağımsız bir “birey” olarak davranabilmesi söz konusu olamazdı. İlkel topluluk (komün) üyesinin “birey” durumuna gelebilmesi, yani Marx’ın deyimiyle “cinsil varlık, tribal varlık, bir sürü hayvanı” olmaktan çıkıp, bir zoon politikon (politik hayvan) durumuna gelmesi için, önce onu topluluğuna bağlayan (bağımlı kılan) ilkel “göbek bağı”nın kopması gerekiyordu. İşte bu göbek bağını kopararak, topluluk üyesinin bireyleşme sürecini başlatan, topluluk (komün) içinde işbölümü ve özel mülkiyetin gelişmesi olmuştur. Kolektif topluluk mülkiyetine dayanan ilkel sınıfsız toplumdan, özel mülkiyete dayanan sınıflı topluma geçiş, Batı’da canlı ve hareketli bir sivil toplumun oluşmasının ve tarihin ilerletici gücü (motoru) olan “sınıflar savaşımı”nın gelişmesinin yolunu açmıştır.
Batı’da siyasal toplumun yani devletin entelektüel ve moral temelini, özel mülkiyet temelinde gelişen ve sonunda bir yurttaşlar toplumuna ulaşan sivil toplum (sınıflı toplum) oluşturmuştur. Yani Batı tipi sınıflı toplumlarda devlet doğrudan toplum sınıflarına dayanmıştır. Bu bakımdan, Batı tipi sınıflı toplumlarda devlet, sivil toplum içindeki ekonomik ve toplumsal güç ilişkilerinin (yani sınıflar savaşımının) politik yansısından başka bir şey değildi. Marx’ın deyimiyle söyleyecek olursak, “sivil toplumunun resmi bir özeti”dir devlet.
Doğu uygarlığı: Sivil toplumu gelişememiş bir uygarlık
Ne var ki yukarıda söylenenler, özel mülkiyet temelinde gelişen Batı’nın sınıflı toplumlarının (köleci, feodal, kapitalist) durumunu açıklayabilmektedir yalnızca. Oysa tarihi incelediğimizde, en eski uygarlık gelişimlerinin ya da ilk sınıflı toplum oluşumlarının (asyatik-despotik sınıflı toplum) önce Doğu’da ortaya çıktığını görüyoruz. Bu sınıflı toplum oluşumları, toprakta özel mülkiyeti ve sömürü ilişkilerini hiç tanımamış ve bu temelde bir çözülme ve sınıfsal ayrışmayı da hiç yaşamamış olan Doğu’nun eski asyatik tarım komünleri (örneğin, eski Hindistan, Çin ve Orta Doğu’daki tarım toplulukları) üzerinde gelişmiştir. Bu ilkel asyatik tarım komünleri, tarihin belli bir evresinde, dışardan gelen savaşçı-fetihçi askerî kavimlerin tahakkümü altına girdiler ve buradan sömürüye dayalı yeni üretim ilişkileri doğdu. Daha önce tarımcı üreticiler topluluğunun (komünün) kolektif mülkiyetinde olan tarımsal topraklar, bu istilâdan sonra, istilâcı kavmin askerî temelde örgütlediği “üstün” bir gücün (yani devletin) mülkiyetine geçti. Böylece, toprakta özel mülkiyete dayanan Batı’nın sınıflı-sömürülü toplum tipinden farklı olan bir başka sınıflı-sömürülü toplum tipi çıktı ortaya. Doğu’da ortaya çıkan bu “sınıflı” toplum (asyatik sınıflı toplum) tipinde, toprağın mülkiyeti özel kişilere değil, devlete ait olduğundan, burada sömürücü sınıf özel mülk sahiplerinden değil, devlet mülkiyetine hükmeden yöneticilerden (bürokrasiden) oluştu. Bu devletlû sınıf, tarım komünlerinde çalışan doğrudan üreticilerin (komün üyelerinin) ürettiği toplam artık ürüne kolektif bir biçimde el koyarak onları sömürüyordu.
Tarihsel ilerlemelerin ortaya çıkardığı yadsınamaz gerçeklik şudur ki, despotik bir devlet yönetimi altında varlıklarını yüzyıllarca sürdüren Doğu’nun kapitalizm öncesi toplumlarında, Batılı sınıflı toplumlarda yaşandığı biçimde bir “bireyleşme” süreci ve bir “sivil toplum” oluşumu yaşanmamıştır. Doğu’nun egemen üretim biçimi olan ve yüzlerce yıl sürmüş bulunan asyatik üretim tarzı, hiçbir zaman Batı’daki gibi bir sivil toplumu temellendirememiştir. Tersine, bu üretim tarzı varlığını sürdürdüğü her yerde, Doğu despotizmi tipindeki devlet (kutsal devlet) oluşumlarının ekonomik temelini oluşturmuştur. O nedenledir ki, Doğu’nun despotik devletleri, kendilerini ayakta tutan bu ekonomik temelin (yani asyatik üretim tarzının) çözülmesini ve değişmesini engellemeyi başlıca görevleri saymışlardır. Özetle söylemek gerekirse, Doğu’ya özgü despotik devletlerin varlığı nedeniyle, Doğu toplumlarının tarihsel evrim çizgisi Batı’dakinden çok farklı bir yol izlemiştir. Şurası bir gerçek ki, eğer daha baştan Doğu despotizmi tarzında totaliter bir devlet gücünün tahakkümü altına girmemiş olsalardı, asyatik tarım komünleri de tıpkı Batı’da olduğu gibi kendi içsel gelişimleri sonucunda çözülebilirler ve işbölümü ile özel mülkiyetin gelişmesi oranında gelişen bir sivil topluma (yani sınıf mücadelelerini içeren bir sınıflı topluma) evrilebilirlerdi.
Doğu’da bu tarihsel süreci engelleyen esas faktör, bu coğrafyada çok erken çağlarda, yani henüz tarım komünlerinin ilkel yaşamlarını sürdürdüğü erken bir evrede, despotik devlet oluşumlarının ortaya çıkmış olmasıdır. Bu erken devlet oluşumları, henüz ilkel sınıfsız topluluk evresinde bulunan asyatik tarım komünlerinin üzerine çöreklenerek, bu toplulukların evrim sürecini durdurmuş ve onları yüzlerce hatta binlerce yıl asyatik üretim tarzının dar evreni içinde yaşamaya mahkûm etmiştir. Sonuçta, Doğu’da despotik devlet oluşumlarının kalıcılaştırdığı bu donuk asyatik üretim tarzı, ilkel tarım toplumlarının daha gelişmiş bir işbölümü ve özel mülkiyet temelinde çözülmelerini ve daha gelişkin bir üretim tarzına ve toplumsal örgütlenmeye geçişlerini tarihsel olarak geciktirmiştir. Tarihte yaşanan tüm örnekler bu vargıyı doğrulamaktadır.
Batı’da “sınıf” ideolojisi, Doğu’da “devlet” ideolojisi hâkim oldu
Batı’nın kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarında devlet, toprağın özel mülkiyetini tekelinde bulunduran sömürücü-egemen bir sınıfa ya da sınıflara (köle sahipleri, feodal toprak sahipleri vb.) dayanmaktaydı. Oysa Doğu’da daha farklı bir gelişim süreci yaşandı. Doğu’da egemen sınıf konumuna yükselen bürokrasi, bu egemen konumunu özel toprak mülkiyeti sahipliğine değil, devleti yönetmesine borçluydu. Çünkü Doğu’da toprakların sahibi bireyler değil devletti. Doğu’nun devleti, üzerine çöreklendiği ilkel tarım komünleri içinde işbölümünün, mübadelenin ve özel mülkiyetin gelişmesini ve dolayısıyla sivil toplumun serpilmesini engellemiştir. Bu bakımdan, Doğu’nun despotik devletini, Batı’nın politik toplumu (sınıfsal devleti) gibi bir şey olarak algılamak ve onu yalnızca bir “üstyapısal” kurum olarak değerlendirmek yanlış bir yaklaşımdır ve yanlış sonuçlara götürür. Doğu’nun despotik devletini tam manasıyla anlayabilmek için, onu bir altyapı-üstyapı bütünselliği olarak kavramak gerekir. Çelişkili gibi geliyor ama Doğu despotizmi denen şey, hem bir üretim ilişkileri bütünlüğünü, hem de bir devlet tipini ifade etmektedir.
Özetle tekrarlayacak olursak, özel mülkiyet temelinde oluşmuş Batı’nın sınıflı toplumlarında devlet, iktisaden egemen olan sınıfın devletiydi ve o sınıfın gücüne dayanmaktaydı. Kolektif devlet mülkiyeti temelinde oluşmuş asyatik sınıflı toplumlarda ise bunun tersi bir durum geçerlidir. Burada tek egemen sınıf olan bürokrasi, devlete dayanmakta ve egemenliğini devlet denen “bürokratik makine” sayesinde sürdürebilmekteydi. Nitekim bu gerçekliğin bir sonucu olarak, asyatik sınıflı toplumlarda bir “kutsal devlet” ideolojisi oluşmuş ve tüm topluma bu ideoloji egemen olmuştur. Oysa Batılı sınıflı toplumlarda, her toplumsal sınıfın kendi çıkarlarını yansıtan bir “sınıfsal ideolojisi” vardır ve toplumda egemen olan ideoloji de genellikle iktisaden egemen olan sınıfın ideolojisidir.
Doğu despotizmi altında gerçek bir sınıf savaşımı gelişebilir mi?
Başlıkta ortaya atılan soru şöyle de sorulabilir: Doğu despotizmi altında biçimlenmiş kapitalizm öncesi asyatik sınıflı toplumların tarihinde, mevcut despotik sistemi tamamen değişikliğe uğratan ve başka bir üretim tarzına geçişi sağlayan sınıf mücadeleleri yaşanmış mıdır? Asyatik karakterli ilkel sınıflı toplumların tarihsel gelişimlerine ilişkin eldeki veriler, bunun mümkün olmadığını gösteriyor bize. Bu toplumların bünyesinde, kolektif devlet mülkiyetine dayanan asyatik üretim tarzını başka bir üretim tarzına, dolayısıyla asyatik toplumu başka bir sınıflı topluma dönüştürecek gerçek anlamda bir sınıf mücadelesi hiçbir zaman yaşanmamıştır. Çünkü bu toplumlar böyle bir değişimi mümkün kılacak içsel dinamiklere sahip değildi. Bu toplumlarda egemen sınıfı oluşturan yönetici bürokrasinin içindeki iktidar kavgalarına gelince, bu kavgalar ne üretim ilişkilerini, ne de ona karşılık düşen sınıfsal yapıyı değiştirmeye yönelikti. Yönetici sınıfın (bürokrasinin) bölüntüleri arasında geçen bu mücadeleler, her seferinde despotizmin iç dengelerinin yeniden kurulmasıyla sonuçlanmış ve üretim ilişkileriyle sınıfsal ayrışma eskiden olduğu gibi devam etmiştir. Ya da yönetici devlet sınıfı içindeki mücadeleler sonucunda çöken bir despotik devletin yerini, farklı bir hanedanın yönetimi altında kurulan ve aynı yöntemleri uygulayan bir başka despotik devlet almıştır.
Asyatik sınıflı toplumlarda, despotik devleti sırtında taşıyan alt sınıflara, yani kırın doğrudan üreticilerine gelince, onlar devlet katında cereyan eden politik çatışmaların (yani yönetici devlet sınıfı içindeki iktidar kavgalarının) genellikle dışındaydılar. Dolayısıyla, alt sınıfların yaşam tarzları, tepede cereyan eden bu tür çatışmalardan hiçbir biçimde etkilenmiyordu. Bu nedenle de, asyatik köy topluluklarının “kapalı devre” yaşamları yüz yıllar boyunca hep aynı düzen içinde ve aynı yavaşlıkta sürüp gitmiştir. Marx’ın dediği gibi, politik gökyüzündeki fırtınalar bu küçük köy topluluklarını zerrece etkilemiyordu. Varlıklarını binlerce yıl sürdüren bu “kendine yeterli” asyatik köy toplulukları, kozalarının dışına çıkıp, başka topluluklarla ekonomik ilişkiler geliştirmek gibi bir süreci hemen hiç yaşamadılar. Bu zararsız görünümlü köy topluluklarının, binlerce yıl boyunca Doğu despotluğunun ekonomik temelini oluşturmaktan öte bir varlık gösterememelerinin, ya da Marx’ın deyimiyle “bu haysiyetsiz, hareketsiz ve bitkisel yaşamın, bu edilgen varoluş biçiminin” açıklanabilir bir nedeni olsa gerektir.
Topluluğa bağımlılıktan devlete bağımlılığa
Bu edilgen varoluş biçiminin nedeni, asyatik tarım komünlerini oluşturan doğrudan üreticilerin (topluluk üyelerinin) tepelerine çöreklenmiş despotik bir devletin mutlak bağımlısı haline gelmeleri ve onun tarafından sömürülmeleridir. Burada ortaya çıkan bağımlılık ve sömürü ilişkisi, kolektif devlet mülkiyetine dayalı bir bağımlılık ve sömürü ilişkisidir. Daha önce kendi topluluğunun bağımlı bir uzvu, ayrılmaz bir parçası olan ve hem topluluğun hem de kendi yaşamının devamı için üretimde bulunan topluluk üyesi (doğrudan üretici), daha sonra istilâcı üstün topluluğun, yani despotik devletin bağımlı bir uzvu, tebaası haline gelmiştir. Bu durumda topluluk üyesinin ürettiği artık ürün topluluğa değil, topluluğun tepesine çöreklenmiş despotik devletin yönetici sınıfına gider. Ortaya çıkan bu devlet dolayımlı sömürü ilişkisi nedeniyle, topluluk içinde değişime, ticarete konu olabilecek bir artık ürün birikimi kalmaz ve bunun sonucunda, topluluk içinde ne ileri düzeyde bir işbölümü, ne de bireysel özel mülkiyet gelişebilir. Bu durumda, kendine yeterli bir üretim düzeyini asla aşamayan ilkel tarım komünlerinin yaşamı, despotik bir devletin yönetimi altında hiçbir değişime uğramaksızın yüzlerce yıl sürüp gider. Böyle bir yapı içersinde, ne doğrudan üreticinin topluluktan ve devletten bağımsızlaşarak bireyselleşmesi, ne de bir sivil toplumun gelişebilmesi mümkün olabilirdi.
Sivil toplumun oluşamadığı Doğu’nun asyatik toplumlarında, elbette ki gerçek bir politik toplum da oluşamamıştır. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, canlı bir politik toplum ancak gelişmiş bir sivil toplum üzerinde yükselebilmektedir. Oysa Doğu uygarlık çizgisinin izlediği tarihsel yol, böyle bir sivil toplumun serpilip gelişmesine asla izin vermeyen bir yoldu. Ekonomik, toplumsal, politik yaşam alanlarının despotik bir devlet sınıfının tekelci egemenliği altında bulunduğu bir düzende, elbette ki bir sivil toplumun ve dolayısıyla gerçek bir politik toplumun varlığından söz edebilmek çok güçtür.
Nitekim asyatik temele dayanan Doğu uygarlığının gelişim çizgisi ile Batı’nınkini karşılaştırdığımızda, ilk bakışta şu çarpıcı farklılık göze batmaktadır: Batı kapitalizminin ve Batı burjuva cumhuriyetinin tarihsel arka planında, Batı’nın daha orta çağdan itibaren geliştirdiği özerk topluluklar (lonca kuruluşları ve özerk kent oluşumları) vardır. Daha 11. yüzyılda oluşmaya başlayan bu özerk topluluklar, bireylerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek oluşturdukları ortaklıklardı. Bireylerin kendi aralarında yaptıkları sözleşmeye ve katılımcılığa dayanan bu ortaklıklar, daha sonra merkezî devletlerin oluşumuyla birlikte, kendilerini ulusal düzeyde de ifade edeceklerdi. Yani Batı’da sivil toplumun gelişmesiyle birlikte, önce bir bireyselleşme süreci yaşanmış, sonra da bu bireyselliğin kolektif hali olan (bireylerin iradesine dayanan) özerk kent toplulukları (kent komünleri) ortaya çıkmıştır. Bu özerk kent toplulukları, birbirlerine yeminle bağlı yurttaşlardan meydana gelen ortaklıklardır. Dolayısıyla bu özerk mekânlarda, kamusal bir görev olan siyaset de çok geniş bir alana sahip bulunuyordu. Kent yurttaşlarının birbirlerine bağımlı olmaksızın, fakat bir yurttaşlık bilinci içinde sorunlarına çözüm bulmak üzere katıldıkları geniş bir eylem alanıydı siyaset. İşte Batı’nın cumhuriyetinin tarihsel arka planında, böylesi bir toplumsal gelişim süreci yatmaktadır.
Oysa bir Doğu toplumu olan Osmanlı toplumunda, ne özerk kentler, ne bireysel haklar, ne kenttaşlık ne de yurttaşlık bilinci gelişebilmişti yüzyıllar boyunca. Osmanlı toplumunda yönetici devletlû sınıf (askeriye ve ilmiye) dışında herkes padişahın reayası (sürü) sayıldığından, bu toplumda halkın siyasete katılımı da söz konusu olamazdı. Siyaset, tepedeki dar bir yöneticiler oligarşisinin tekelinde bulunuyordu. Yani toplumsal sınıflara dayanan gerçek bir politik toplumun oluşumu da hiçbir zaman söz konusu olmamıştır Osmanlı’da. Bundan dolayı Osmanlı toplumunda bireysellik ve birey hakları gibi konular hiçbir zaman gündeme gelmemiş ve gücünü devlet dışında bir yerden alan bir sınıf ya da tabaka gelişememiştir. Osmanlı’da hak değil, devletin bahşettiği ihsanlar vardır. Bu nedenle insanlar, haklar uğruna mücadele etmek yerine, sırtını devlete dayayarak imtiyaz koparma peşinde koşmuşlardır hep. Evet, Türkiye’deki burjuva cumhuriyetin tarihsel arka planında da işte böyle bir “toplumsal gelişme” süreci yatmaktadır!
Paşalar cumhuriyetinden burjuva cumhuriyetine mehter yürüyüşü
Cumhuriyetin ilânını takiben 27 yıl tek partili otoriter bir burjuva rejimle yönetilen Türkiye’de, Batı’daki gibi çok partili bir burjuva parlamenter rejimin işlerlik kazanabilmesi ancak 2. Dünya Savaşının bitiminden sonra mümkün olabildi. Ne var ki, Batı’dan ithal edilerek uygulamaya konulan bu çok partili burjuva parlamenter rejim de hiçbir zaman demokratik bir içeriğe sahip olmadı ve hiçbir zaman dengeli ve istikrarlı bir işleyişe kavuşmadı. Batı ile kıyaslandığında, bizdeki burjuva demokrasisinin güdüklüğü ve istikrarsızlığı, elbette ki bugünkü Türkiye’nin tarihsel arka planıyla, yani Batı’dan faklı bir sosyo-ekonomik tarihsel gelişim çizgisiyle doğrudan ilgilidir. Tanzimat döneminden başlayarak tüm burjuva kurumlarını Batı’dan ithal etmiş olan Türkiye’nin, benzemek istediği Batı ile arasındaki bu tarihsel gelişim farklılığı, cumhuriyetin kuruluş biçimi de dahil olmak üzere, Türkiye’nin tüm ekonomik, sosyal ve siyasal yapılarının oluşum süreçlerine damgasını basmıştır.
Türkiye’deki cumhuriyet rejimi, Batı’da olduğu gibi alttan gelen gerçek bir halk devrimiyle değil, Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin geleneksel önderliği altında, tepeden bir düzenlemeyle kuruldu ve bu nedenle de, daha baştan bu “kurucu” bürokrasinin siyasal vesayeti altına girdi. Böylece, daha kuruluş aşamasında bürokratik-otoriter bir kimliğe bürünen ve tüm kurumları bu otoriter kimliğe göre biçimlenmiş olan bizdeki burjuva cumhuriyet rejimi, ne Batı’daki cumhuriyet rejimlerinin burjuva demokratik içeriğine sahip olabildi, ne de toplumda Batı’daki gibi bir yurttaşlık bilinci ve demokrasi kültürü gelişebildi. Osmanlı’nın yüzyıllar süren asyatik-despotik rejimi altında halk kitlelerinin bilincine kazınmış olan devletin tebaası olma (reaya) kültürü, otoriter burjuva cumhuriyet rejimi altında da ne yazık ki devam etti. Nitekim böyle olduğu içindir ki, Türkiye’de çok partili burjuva parlamenter rejimin son 50 yıl içinde sık sık askerî müdahalelerle kesintiye uğraması toplum tarafından çok fazla yadırganmamış, hatta bu durum neredeyse “olağan bir işleyiş” olarak kabul görmüştür.
TC’nin kuruluşundan itibaren devlet erkini paylaşmakta olan ve politik alanı adeta kendi tekelleri altına almış bulunan düzenin egemenleri (cumhuriyetin kuruluşundan beri kendilerini devletin aslî sahibi olarak gören asker-sivil yüksek bürokrasi ile iktisadi gücü elinde tutan büyük toprak sahipleri ve burjuvalar), öteden beri kendi aralarında bir hegemonya mücadelesini yürütegelmişlerdir. Devlet iktidarının ele geçirilmesi ve “nimetlerinden” yararlanılmasına yönelik olan bu hegemonya mücadelesinin, burjuva rejimde nasıl siyasal krizlere ve askerî darbelere yol açtığı herkesin malûmudur. Örneğin 27 Mayıs 1960’taki darbe gibi, post-modern darbe olarak nitelenen 28 Şubat 1997 müdahalesi de böyle bir çatışmanın ürünüydüler. Fakat bunun yanı sıra, doğrudan emekçi sınıfları hedef alan ve amacı sınıf mücadelesini tedhişle bastırmak ve kapitalist sömürü düzenini açık bir baskı rejimi altında sürdürmek olan diğer bir askeri müdahale biçimi de yaşanmıştır bu ülkede. Örneğin, bir NATO üyesi olan Türkiye’de generallerin, ABD emperyalizminin ve yerli tekelci sermayenin onayını alarak gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 darbesi böyle bir darbeydi. Bu darbe, Türkiye’de keskinleşen sınıf mücadelesini bastırmak, kapitalist düzenin stabilizasyonunu sağlamak ve böylece sömürücü egemen sınıfların ortak çıkarlarını savunmak amacıyla yapılmış açık bir askerî faşist darbe idi. 12 Eylül faşist darbesi ilk iş olarak, işçi sınıfının sendikal örgütlerini kapatmış, devrimci-komünist örgütlenmeleri dağıtmış ve böylece, işçi ve devrimci hareketin yükselişini durdurmuştu. Askerî faşist cunta, İMF ile yerli finans oligarşinin birlikte hazırladıkları işçi-emekçi düşmanı bir ekonomik programın uygulanmasına ortamı hazır hale getirerek, yerli ve yabancı kapitalistler için dikensiz bir gül bahçesi yaratmıştı.
12 Eylül 1980’den bu yana yirmi beş yılı aşkın bir zaman geçti. Geçen bu süre zarfında, işçi hareketinde bir canlanma ve işçi sınıfının durumunda bir iyileşme olmadı. Tersine, gerek dünyada gerekse Türkiye’de işçi hareketi alabildiğine geriledi ve işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülüğü son derecede zayıfladı. Türkiye’de sınıf mücadelesini olumsuz yönde etkileyen işçi hareketinin bu zayıf durumu tabii ki burjuvaziye yaradı ve yaramaya da devam ediyor. Sınıf mücadelesinin basıncından kurtulan ve kendi açısından son derece olumlu olan bu tarihsel konjonktürden yararlanmasını bilen büyük burjuvazi, hem uluslararası sermayeyle entegrasyonu geliştirmiş, hem de uzun yıllardan beri süre gelen ve burjuva siyasal düzenin işleyişinde kırılmalara neden olan tarihsel bir sorunu çözmeye girişmiştir.
Her şeyden önce şu gerçekliği görmek gerekiyor: Batı ile ekonomik entegrasyona yönelen büyük burjuvazi, buna paralel olarak siyasal rejimini (cumhuriyeti) de Batı’daki gibi bir yapıya kavuşturmak istemektedir. Bunun anlamı ise özetle şudur: Türkiye burjuvazisi, siyasal rejimini artık askerî bürokrasinin geleneksel vesayetinden çıkarmak ve bütünüyle kendi siyasal temsilcilerinin hegemonyası altında yeniden yapılandırmak için kolları sıvamıştır. Bunda başarılı olup olamayacağı ayrı bir konudur, ama burjuvazinin asıl isteği bu yöndedir. Nitekim burjuvazinin siyasal temsilcileri aracılığıyla başlattığı bu önemli değişim süreci, bugüne kadar cumhuriyet rejimi üzerinde geleneksel vasi rolünü oynamaya pek alışmış olan statükocu bürokrasinin tepkisiyle karşılaşmakta, bu da kaçınılmaz olarak burjuvazinin sivil siyasal temsilcileriyle askerî kesim arasında siyasal sürtüşmelere ve giderek siyasal krizlere yol açmaktadır.
Nitekim geçtiğimiz Mayıs ayında, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yaşanan ve genel milletvekili seçiminin erkene alınmasına yol açan son siyasal kriz de bu türden bir krizdir. Bilindiği gibi, cumhurbaşkanlığı seçimiyle doğrudan ilgili olan bu son siyasal kriz, Genelkurmay Başkanlığı’nın 27 Nisan gecesi hükümete verdiği bir “gece yarısı muhtırası” ile başlamıştı. Kendini seçilmiş sivil siyaset organlarının (parlamentonun ve hükümetin) üzerinde gören ve adeta devlet içinde “özerk” bir güç, ayrı bir “iktidar odağı” gibi davranan ve sürekli olarak “devletin aslî sahibi biziz, devlet bizden sorulur” mesajını veren TSK’nın bu muhtırası, krizin fitilini ateşleyen bir ilk adım olmuştu. Gece yarısı muhtırasıyla bilinçli olarak yaratılan bu siyasal kriz, kendini “sivil toplum örgütü” olarak pazarlayan asker kökenli paramiliter örgütlerin ve onların paralelinde yayın yapan kimi “sivil” medya kuruluşlarının organize ettiği, baştan aşağı ırkçılık ve şovenizm kokan “cumhuriyet” ve “bayrak” mitingleriyle daha da tırmandırılmaya çalışıldı. Darbeci güçlerin tezgâhladığı bu mitinglere, “şeriat geliyor, cumhuriyetimizi savunalım” korkutmalarıyla harekete geçirilen kentli orta sınıfların kitlesel katılımı sağlandı. Böylece, kentli orta sınıflar bir yandan olası bir “Atatürkçü-laikçi” darbenin kitle tabanı yapılmak istenirken, diğer yandan yoğun bir Kürt düşmanlığı ve şoven bir Türk milliyetçiliği propagandasıyla yönlendirilerek, olası bir erken seçimde CHP ve MHP gibi statükocu devlet partilerinin oy deposu yapılmak isteniyordu. Gizli-açık, legal-illegal statükocu devlet güçlerinin ve onların “sivil” yandaşlarının cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinin başlamasıyla birlikte sergilediği oyunlar ve başvurdukları provokasyonlar, bir merkezden yönetilen gayri nizami harp stratejisi uygulamasından başka bir şey değildi elbette. Statükocu devlet güçleri, yaratılan bu siyasal kriz ortamında, olası bir askerî darbenin kitle tabanını oluşturmaya, ya da en azından, TSK’nın “özerk” konumuna dokunmayacak ve onun vesayeti altında siyaset eylemeyi kabul edecek “Atatürkçü, laik, milliyetçi, geleneksel devletçi, orducu” bir partiler koalisyonunu seçimlerde işbaşına getirmeye çalışıyorlardı.
Askerî darbe tehdidini de içeren bu son siyasal krizin, kapitalizmin temel toplumsal sınıfları (burjuvazi ile proletarya) arasındaki gerçek bir sınıf mücadelesinden değil, burjuva iktidar bloku içindeki “geleneksel” iktidar paylaşım kavgasından kaynaklandığı çok açıktır. Bu iktidar paylaşım kavgasını “geleneksel” diye adlandırmamızın nedeni ise, bu kavganın köklerinin geçmişe, yani Osmanlı’ya uzanıyor olmasıdır. Osmanlı’nın devlet mirası üzerinde yükselen Türk burjuva “cumhuriyeti”, bugün Batılı olduğunu ne kadar iddia etse de, Osmanlı’nın bürokratik-despotik devlet geleneğinden güçlü esintiler taşımaya devam etmektedir hâlâ! Nitekim bunun belirtileri, bu son cumhurbaşkanlığı krizinde bütün çıplaklığıyla bir kez daha gözler önüne serilmiştir.
Burjuvazinin cumhuriyet rejiminde 50’lerden bu yana yaşanan pek çok siyasal krizde olduğu gibi, cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle yaşanan bu “son” siyasal krizde de gene aynı tarihsel sorunun rol oynadığına hiç kuşku yok. TC’ye Osmanlı’nın despotik rejiminden miras kalan ve bugüne kadar da tam olarak giderilememiş bulunan bu köklü tarihsel sorun, cumhuriyetin bir türlü sivilleşememesi sorunudur. Başka bir deyişle bu sorun, devlet iktidarını elinde tutan egemen güçlerin, yani burjuvazi ile gene onun bir kolu olan asker-sivil yüksek bürokrasinin oluşturdukları iktidar blokunun çelişkili yapısıyla ilgilidir. Milli Mücadele’de ve ulus-devletin (TC’nin) kuruluşu sürecinde tarihî koşulların kendisine yüklediği geçici önderlik rolünü ve kuruculuk misyonunu başarıyla yerine getiren son Osmanlı askerî bürokrasisi, daha sonra bu “kuruculuk” misyonunu mutlaklaştırarak, bunu bir “resmi ideoloji” haline getirdi ve herkesin de bu resmi ideolojiyi sorgusuz sualsiz benimsemesini ve ona tâbi olmasını istedi. Kemalizm olarak adlandırılan bu bürokratik-devletçi ideolojiye göre, cumhuriyeti koruma-kollama görev ve yetkisi, devletin aslî sahibi konumunda olan asker-sivil bürokrasinin siyasal tekelinde olmalıydı ve bu siyasal tekel de cumhuriyet rejiminin tek partisi olan CHP’de somutlanmalıydı! Türkiye’de kapitalizmin henüz gelişmediği ve devletin ekonomideki ağırlığının hatırı sayılır bir büyüklükte olduğu cumhuriyetin bu ilk döneminde, devleti elinde tutan asker-sivil merkezi bürokrasi, kaçınılmaz olarak siyasette de belirleyici bir ağırlığa sahip oldu.
Tek parti (CHP) diktatörlüğünün devam ettiği ve işçilerin, emekçilerin baskı altında tutulduğu ve hiçbir örgütlenme haklarının bulunmadığı bu dönemde (1923-46), halk kesimleri siyaset alanının, yani cumhuriyetin fiilen dışında tutuldular. Cumhuriyetin bu ilk döneminde, burjuva düzen ne keskin sınıf mücadelelerine sahne oldu ne de önemli bir siyasal krizle sarsıldı. Toplumsal ve siyasal hareketlilik bakımından durgun bir dönem oldu cumhuriyetin bu ilk dönemi. Bu durgunluğun en önemli nedeni ise, Osmanlı egemenliği altındaki bu topraklarda çok uzun bir tarihsel dönem boyunca, Batı’daki gibi bir “sivil toplum”un gelişememesi ve bunun bir yansıması olarak “politik toplum”un da çok dar ve güdük kalmış olmasıydı. Sivil toplumun son derece cılız ve politik toplumun son derece güdük olduğu cumhuriyetin ilk döneminde de, ne Batı’daki gibi gerçek sınıf mücadeleleri gelişebilmiş, ne de halk sınıfları içinde (buna işçi sınıfı da dahil elbette) örgütlü siyasal mücadele gelenekleri yaratılabilmişti.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1970’lere kadar geçen yaklaşık 50 yıllık döneme dikkatle bakarsak, bu dönemdeki siyasal mücadelelerin, egemen sınıfın kendi içinde yürüyen ve esas olarak devlet iktidarını paylaşmaya yönelik olan mücadeleler olduğunu görürüz. Cumhuriyetin kuruluşundan beri süre gelen bu mücadeleler, 1945’lerden sonra tarafların daha net bir ayrışmasıyla devam etmiştir. 1950’lere gelindiğinde, Türkiye’de devlet kapitalizminin yanı sıra bir özel kapitalist sektör de gelişmiş bulunuyordu. Bunun mantıkî sonucu ise, CHP içinde kendini liberal olarak tanımlayan bir burjuva siyasal eğilimin doğması oldu. Daha sonra bu eğilime mensup burjuva siyasetçiler CHP’den ayrılarak bağımsız bir parti (DP) kurdular. Kendilerine siyaset sahnesinde DP ile bir yer açmış olan özel kapitalist girişimciler (tüccarlar, sanayiciler, büyük toprak sahipleri vb.), devlet yönetiminde daha çok söz sahibi olmaya hazırlanıyorlardı. Bu durum, öteden beri kendini cumhuriyetin kurucusu ve tek hakîmi olarak gören asker-sivil bürokrasi ile iktisaden güçlenen burjuvazi arasındaki iktidar çekişmesini arttıracaktı elbette. Cumhuriyetin vasisi konumundaki bürokratik elitler, devlet yönetimi ve siyaset üzerinde tek belirleyen olma ısrarlarını artık eskisi gibi sürdüremeyeceklerdi. Ama öte yandan, tek parti (CHP) diktatörlüğü döneminde kendilerini hep merkezî bir güç, devletin “aslî” sahibi olarak görmeye alışmış olan Kemalist bürokrasi, egemen sınıf bloku içinde yer alan burjuvazinin diğer kesimlerini ve onların sivil siyasal temsilcilerini hep “merkez dışı bir güç”, bir “çevre” unsur olarak görmekten vazgeçmeyeceklerdi.
Türkiye’de kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla birlikte, özellikle 1950’lerden sonra, önemli bir sermaye birikimi sağlayarak iktisaden güçlenmeye başlayan yerli burjuvazi, uluslararası sermayeyle ilişkilerini de önceki yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde geliştirmeye koyulacaktı. Kendini cumhuriyetin hamisi ve devletin geçek sahibi olarak görme ruh halini sürdüren Kemalist bürokrasi, burjuvazinin gelişip güçlenmesi ve siyaset sahnesinde yerini daha güçlü bir biçimde almaya başlaması karşısında, başlangıçta geri adım atıp uzlaşıcı bir tutum takınmışsa da, devlet aygıtları ve siyasal rejim üzerindeki vasilik iddiasından asla vazgeçmeyecekti. Nitekim bu ısrarın sonucunda, bilindiği gibi sonu askerî müdahalelerle noktalanan siyasal krizler gündeme geldi.
Günümüze gelirsek, iktisadi egemenliği elinde tutan büyük burjuvazi, kendi iktidarı ve siyasal rejimi açısından bir istikrarsızlık kaynağı teşkil eden statükocu bürokrasinin siyaset üzerindeki müdahaleci tutumundan artık rahatsızlık duymakta ve bu durumun bir son bulmasını istemektedir. Nicedir dışa açılma, uluslararası sermayeyle bütünleşme ve emperyalist sömürüden pay kapma yarışı içinde olan ve ekonomik, politik, askerî stratejisini buna göre oluşturmak isteyen büyük burjuvazi, bu emeline ulaşabilmek için siyasal rejimi (burjuva parlamenter cumhuriyeti) kendi bütünsel egemenliği altına almak ve günün koşullarına uygun bir biçimde yeniden yapılandırmak için harekete geçmiş bulunuyor. Bu girişimin karşısında ise, elindeki iktidar mevzilerini kaybetme telâşı içinde olan ve bu yüzden de değişime şiddetle karşı çıkan statükocu asker-sivil bürokrasi mevzilenmiş bulunuyor. Burada şu önemli gerçekliği çok açık bir biçimde bir kez daha vurgulamak gerekiyor: Bu mücadele karşıt sınıfların bir mücadelesi değildir. Mücadele esasta aynı egemen sınıfın (burjuvazinin) farklı fraksiyonları arasındaki bir mücadeledir ve siyasal iktidarın paylaşılmasına yönelik olmaktadır. Egemen sınıfın fraksiyonları arasında geçen bu iktidar mücadelesi, çeşitli yalanlarla, ideolojik çarpıtmalarla manipüle edilmekte ve özü halktan gizlenmektedir. Dolayısıyla, bu mücadelede edilgen durumda olan emekçi kitleler, burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonuna payanda olmaktan ya da onların kitle tabanını oluşturmaktan öteye geçememektedirler.
Burjuva düzenin sivil siyasal temsilcileri ile askerî-bürokratik temsilcileri arasında geçen ve siyasal krizlere neden olan Türkiye’deki bugünkü iktidar kavgası, dünya kapitalizminin genel krizinin derinleştiği, Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede olağanüstü koşulların geliştiği ve savaş atmosferinin giderek yaygınlaştığı bir ortamda geçmektedir. Bölgedeki bu olağanüstü ortamın gelecekte alacağı biçimler, Türkiye’deki siyasal krizi daha da derinleştirebileceği gibi, egemen sınıf bloku içindeki çatışmanın mahiyetini de değiştirebilir. Fakat ne olursa olsun; bunca yaşanan tarihsel tecrübeden sonra, Türkiye’de kapitalizmin gelişimine ve burjuvazinin tarihine ilişkin şu gerçekliği hiç akıldan çıkarmamalıyız: Türkiye’de kapitalizmin savunucusu olan burjuva güçler, cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olabilmek ve böylece iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanabilmek için, bir yandan kendi aralarındaki iktidar kavgasını sürdüregelirlerken, diğer yandan ortak çıkarları söz konusu olduğunda ya da sömürü düzenleri tehlikeye düştüğünde, domuz topu gibi birleşmekte ve emekçi sınıflara karşı ortak bir saldırı başlatmakta hiç tereddüt etmemektedirler. Cumhuriyet tarihi boyunca bu hep böyle olmuştur ve bundan sonra da böyle olacaktır! Devrimci öncü işçiler bu tarihsel gerçekliği bilerek ve burjuvazinin tüm kesimlerinin son tahlilde sınıf düşmanları olduğunu unutmayarak geleceğe hazırlanmalı ve kendi sınıf örgütlerini, burjuvazinin her kesiminden bağımsız olacak bir şekilde yaratmak için canla başla çalışmalıdırlar.
link: Mehmet Sinan, Paşalar Cumhuriyetinden Burjuva Cumhuriyetine TC’nin Sivilleşme Sancısı, 27 Temmuz 2007, https://marksist.net/node/1616
İdeolojinin Önemi ve Sınıf Temeline Oturmayan Devrimcilik
22 Temmuz Seçimlerinin Ardından