Bir ay içerisinde Manisa’daki kışlalardan dördüncü kez zehirlenme haberleri geliyor. İlk vakada binden fazla er zehirlenerek hastaneye kaldırılmış ve içlerinden biri hayatını kaybetmişti. Ardından 70 asker yine gıda zehirlenmesi nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Sonra 85 er zehirlendi ve bunların 69’u durumları daha ağır olduğu için hastaneye kaldırıldı. Bu da yetmezmiş gibi bir sonraki akşam bu kez 700’den fazla asker yine aynı kışlada, yine aynı şirketin sunduğu yemekten dolayı zehirlendi.
İlk üç olayda da Manisa Valiliği, olayın gıda zehirlenmesi olmadığını iddia etti, hatta binden fazla erin hastaneye kaldırıldığı ilk olayda, “çocuklar midelerini üşütmüş, arkadaşları da bundan psikolojik olarak etkilenmiş” diyecek kadar işi pişkinliğe vurmuştu. İlk üç olayda da, askerler yemekten hemen sonra mide bulantısı ve kusma gibi şikâyetlerde bulunup hastaneye taşınmalarına rağmen, olayın gıda zehirlenmesi olduğu kabul edilmedi, doktorlara baskı yapılarak gerçeklerin üstü örtülmeye çalışıldı. Bu arada sözkonusu kışlalara dışarıdan yemek hizmeti sağlayan şirketlerle imzalanan sözleşmeler geçerliliğini korudu. Ne bu sözleşmeleri imzalayan Milli Savunma Bakanlığından konuya dair bir açıklama geldi, ne de bu gıda şirketlerinin sözleşmesi iptal edilip haklarında soruşturma başlatıldı. Ta ki son zehirlenme vakasına kadar. Bu vakalardaki artışın kamuoyunda tepki yaratmaya başlamasıyla birlikte, nihayet, soruşturma başlatıldı ve sözkonusu şirkete verilen ihalenin iptal edildiği açıklandı. Ama olayı örtbas etmek isteyen vali de, Milli Savunma Bakanı da, generaller de koltuklarında oturmaya devam ediyorlar. Ne utancından istifa eden var, ne de bunları görevden alan!
Anlaşılıyor ki, işin ucunun yandaş gıda şirketlerine çıkması olayların örtbas edilmesi için yeterlidir. Yeni bir olgu değil! Madenlerde göz göre göre ölüme sürüklenen işçileri sömüren de yandaş şirketler olunca, katliamlara “bu işin fıtratında var” denilip geçildiğine şahit olduk defalarca. Ancak işin yandaş şirketlerin kayrılmasından, ahbap çavuş kapitalizminden çok daha derin boyutları vardır.
Sorulması gereken ilk soru şudur: Neden kışlalarda yemek hizmetleri dışarıdan sözleşmeli gıda şirketleriyle sağlanıyor? Yanıtı çok açık. Kapitalist devlet binlerce askeri beslemek üzere gerekli hizmetleri sağlamak için, sigortalı, kadrolu, sendikalı işçi istihdam etmek istemiyor. Onun yerine, bu işleri ya taşeronlaştırıyor ya da doğrudan özel şirketlere devrediyor. O şirketler de bu hizmet karşılığı aldıkları paradan daha fazlasını kâr olarak cebe indirmek için kendi bünyelerindeki işçileri sigortasız, kadrosuz ve sendikasız olarak çalıştırıyor. Bu da yetmiyor masrafları daha da kısmak için en kalitesiz malzemelerden yemek üretiyor ve hatta bozuk malzemeler kullanıyorlar. Ne de olsa hesap soran yok, bir sorun çıktığında da “ahbaplar” yukarıdan bağlantılarıyla sorunu geçiştirebiliyorlar.
Hastanelerde savunmasız durumdaki hastaların, okullarda emekçi halkın evlatlarının bu gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistlerin insafına terk edildiği yetmezmiş gibi, kutsal vatan görevi denilip, en dinamik çağlarında kışlalara kapatılan işçi-emekçi gençler de bu açgözlülüğün insafsızlığına terk ediliyor. Gerçek çırılçıplak ortadadır; emekçi halkın devlete “emanet ettiği” gencecik insanlar, masraflar kısılsın, kapitalistler de üç kuruş daha fazla kâr etsin diye, en berbat yemeklere talim etmekle ve hatta zehirlenmekle karşı karşıya bırakılıyor. Kapitalizmin mantığı budur ve bu mantık görüldüğü gibi orduda da aynen geçerlidir.
Kapitalistlerin ve onların hizmetçisi olan siyasetçilerle büyük bürokratların çocukları ya askerlikten bir şekilde muaf edilirler, ya da memleketin güzide köşelerinde tatil yapar gibi sözümona askerlik hizmetini tamamlarlar. Emekçi halkın çocukları ise dağ başlarında ölüme gönderilir, kışlalarda her türlü dayağa, küfre ve aşağılanmaya maruz bırakılır, o da yetmez bozuk yiyeceklerle zehirlenmelerine göz yumulur. Sonra da hiç utanmadan aynı emekçi halka bu ordunun görevinin vatanı savunmak olduğu, ordunun halkın ordusu olduğu yalanı bıkmadan tekrarlanılıp durur.
Bundan yıllar önce, büyük bir savaş gemisinde, subayların kötü muamelesinden illallah eden işçi kökenli askerler kurtlanmış yemeklere isyan etmişler ve subaylarını başlarından defedip zırhlıya el koymuşlardı. O geminin adı Potemkin idi. Potemkin zırhlısı, 1905 yılında yaşanan Rus devriminin adeta sembolü olmuştu. Bugün emekçi kökenli askerler aynı kötü muameleyle ve aynı kötü şartlarla boğuşmaya devam ediyorlar. Ama koşullar çok daha farklı; işçiler örgütsüz, toplumsal muhalefet geri çekilmiş ve iktidardakiler en küçük bir kıpırdanmaya bile müsamaha göstermiyorlar. Ama biliyoruz ki keser döner sap döner, gün gelir hesap döner! O gün geldiğinde egemenler bu denli pervasız ve pişkince davranamayacak ve hesap vermekten kurtulmak için kaçacak delik arayacaklardır!
link: Marksist Tutum, Kapitalist Açgözlülük Kışlalarda da Can Alıyor, 18 Haziran 2017, https://marksist.net/node/5704
Medeniyetin ve Toplumun Çöküşü Değil, Kapitalizmin Çöküşü!
Umut Yolcuları Sayıdan mı İbaret?