Türkiye’de faşist tırmanış ivmeleniyor. Doğuda Kürt halkına karşı azgın bir savaş yürütülüyor, abluka altındaki kentlerde insanlar katlediliyor. HDP ve DBP binaları basılıyor, Kürt gazeteciler tutuklanıyor, gözaltında işkenceler yaygınlaşıyor, KCK davaları 10 ilâ 15 yıla varan hapis cezalarıyla yeniden hortlatılıyor. Batıda da aynı baskılar sosyalistlere, demokratlara uygulanıyor. AKP hükümeti her vesileyle muhalefet odaklarını “devletin yanında olmak zorundasınız” diyerek kendisine biat etmeye zorluyor. Bu faşist baskı, sindirme ve imha operasyonlarının ve yürütülen savaşın gerçek yüzünün kitlelerden gizlenmesi için burjuva medya da tam gaz devreye sokulmuş durumda. AKP medyası, her türlü yalan, çarpıtma ve karalamayla hummalı bir çalışma yürüterek, hükümetin, polisin ve Genelkurmay’ın sözcülüğüne soyunmuş vaziyette. Hedef tahtasına oturtulan Kürtler ve onun haklı mücadelesine destek veren ilerici güçler olunca, sadece havuz medyası değil, burjuva medyanın diğer kesimleri de neredeyse bir bütün halinde iktidarın yanında pozisyon alıyor.
Emrindeki medyayla birlikte faşist bir linç iklimi yaratan hükümetin ve büyük şefinin en ufak bir eleştiriye ve muhalefete tahammülü yok. İzlenen kanlı politikaya karşı çıkan her türlü ses, baskıyla, tehditle, “hain” yaftalamalarıyla kısılmaya çalışılıyor. Savaş politikalarına yönelik protestolar azgın polis saldırılarıyla engelleniyor. Barış çağrılarında bulunmak ihanetle suçlanıyor, soruşturmalara, davalara konu ediliyor. Sendikalarının çağrısıyla bir günlük barış grevine katılan kamu emekçilerinden savunma isteniyor. Milli Eğitim Bakanlığı, greve destek veren öğretmenlerin listelerini isteyerek, barış savunucusu öğretmenleri cezalandırmaya hazırlanıyor. Erdoğan ise, “terör örgütünü destekleyenler başta okullar, üniversiteler ve hastaneler olmak üzere tüm kamu kurumlarından temizlenmeli” diyerek, saldırı harekâtının nereye kadar genişleyeceğinin sinyallerini veriyor.
Erdoğan ve hükümete göre, barış istemek, savaş dursun demek, analar ağlamasın, çocuklar ölmesin demek “terörü desteklemek” anlamına gelmekte. Bunu yapanlara hadlerini bildirmek ve seslerini kısmak için de cadı kazanlarının ateşi harlandıkça harlanmakta. Bunun tipik örneklerinden biri, 8 Ocakta, Kanal D’de yayınlanan Beyaz Show’a telefonla bağlanan Ayşe öğretmen üzerinden başlatılan linç kampanyasıdır. Çok daha çarpıcı olan bir diğer örnekse, “Suça Ortak Olmayacağız” diyerek bir barış çağrısı imzalayan akademisyenlerin karşı karşıya kaldığı muameledir. Bunlar basit vakalar değildir ve içinde bulunduğumuz faşist tırmanış atmosferini pek çok açıdan çarpıcı bir biçimde resmetmektedir.
Bilindiği gibi, “Beyaz Show”a Diyarbakır’dan canlı bağlanan Ayşe Çelik’in “Burada yaşananlar ekranlarda, medyada çok farklı aktarılıyor. Sessiz kalmayın. … insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın” şeklindeki sözlerine program konuklarının ve Beyaz’ın destek vermesinin ardından, o çocukları katledenler, anaları ağlatanlar ve orada yaşananların batıda duyulmaması için tam bir karartma uygulayanlar derhal harekete geçtiler. AKP medyası ve AK troller küfürlerle ve “hain” yaftalamalarıyla linç kampanyası başlattılar. Öyle ki, bir özel harekâtçının Beyaz’ı tehdit ettiği video bizzat Yeni Şafak gazetesinin web sitesinde yayınlandı. Bu saldırı kampanyası karşısında Beyaz ve Kanal D’nin “devletin yanındayız” diyerek nedamet getirmeleri de iktidardakilere yetmedi ve hükümetin emrindeki yargı, Beyazıt Öztürk ve Ayşe Çelik hakkında, terör örgütünün propagandasını yapmak suçlamasıyla vakit kaybetmeksizin soruşturma başlattı.
Her türlü muhalefeti terör işbirlikçiliğiyle, vatana ihanetle, devlet düşmanlığıyla suçlayarak ezmeye girişen iktidar, bu olayın hemen ardından bu kez Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi adı altında biraraya gelerek bir bildiri yayınlayan akademisyenleri hedef tahtasına oturttu. Yurtiçi ve yurtdışındaki 89 üniversiteden 1128 akademisyen, imzaladıkları bildiride AKP hükümetine şu çağrıda bulunuyordu: “Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerlerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz.” İmzacı sayısı birkaç gün içinde 2000’i aşan bu bildiride, “müzakere koşullarının hazırlanması, kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması ve hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritası oluşturması” talebi de dile getiriliyordu.
Barış çağrısında bulunan akademisyenler beklendiği üzere anında şimşekleri üzerlerine çektiler. AKP medyası akademisyenlere “PKK’nın Suç Ortakları” manşetleriyle saldırdı. Ardından da Cumhurbaşkanı, YÖK, çeşitli üniversitelerin yönetimleri ve elbette savcılıklar, bu “hain”lere hadlerini bildirmek için taarruza geçti.
Erdoğan, büyükelçilere verdiği yemekte yaptığı konuşmada lafı buraya getirip, “kendilerine güya akademisyen ve araştırmacı unvanı yakıştırmış bir güruh çıkıyor, terör örgütünün eylemlerine karşı vatandaşlarını ve topraklarını savunan devletimize dil uzatıyor” diyerek akademisyenlere öfke kustu. Belli ki akademisyenlerin uluslararası bir kampanya başlatmasına sinirlenerek, onları “müstemleke zihniyeti”ne sahip olmakla, “mandacılık”la suçladı. Bu konuşmasında bir kez daha “Türkiye’de Kürt sorunu diye bir mesele yoktur, terör sorunu vardır” diyen Erdoğan, devletin katliam yaptığını dile getiren akademisyenleri, “aydın müsveddeleri”, “karanlık”, “cahil” diyerek aklınca aşağıladı. Sonra da emri altına aldığı tüm devlet kurumlarına direktifini verdi:
“Buradan hükümetimize, bakanlıklarımıza, ilgili tüm kurumlarımıza çağrıda bulunuyorum. Bu devletin ekmeğini yiyip de bu devlete düşmanlık eden herkes hiç vakit kaybedilmeksizin en kısa sürede hak ettiği cezaya çarptırılmalıdır. Ne okulda ne hastanede ne adliyede ne emniyette ne maliyede ne tarım, hiçbir kurumumuzda ülkesinin bütünlüğüne, milletinin birliğine karşı tavır içinde olan kamu çalışanı olamaz. Böyle bir duruma kesinlikle müsaade edemeyiz. … Tüm ilgili kurumlarımızı bu konuda hassas olmaya ve görevlerini yerine getirmeye davet ediyorum.”
Sonrası herkesin malûmu. Emri alan YÖK, acilen genel kurulu toplayarak, bu bildiriyi imzalayan akademisyenler hakkında “gereğinin yapılacağını” duyurdu. Üniversite yönetimleri “görevlerini yerine getirmek” üzere harekete geçti ve akademisyenleri istifaya zorlamak ve işten atmak da dahil olmak üzere her türlü baskıyı uygulamaya koyuldu. Elbette devletin savcıları da boş durmadı ve imzacı akademisyenlerin tümü hakkında “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ve devletin kurum ve organlarını aşağılamak” ve “terör örgütü propagandası yapmak” suçlarından soruşturma başlattı. Hemen sonrasında da onlarca akademisyen, üniversitelerdeki odaları ve evleri basılarak gözaltına alındı. Bu arada, bir eliyle Rabia, diğer eliyle kurt işareti yaparak Erdoğan’a biat ettiğini her fırsatta gösteren Sedat Peker gibi faşist mafya bozuntuları, hiç çekinmeden, akademisyenlere “oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” diye tehditler yağdırıyorlardı.
Tüm bunlar adım adım tırmandırılan faşist yükselişin ve buna paralel olarak uygulamaya konan kuşatma harekâtının giderek daha korkunç bir hal almakta olduğunun göstergeleridir. Türkiye, siyasal erki tümüyle kendi elinde toplamak ve bunun için de tüm muhalefeti ezmek isteyen bir “führer”in egemenliğinde göz göre göre faşizme kayıyor. Kaos, istikrarsızlık ve bölünme korkuları körüklenerek, faşist baskı ve kuşatma harekâtı meşrulaştırılmaya ve her türlü muhalefet yok edilerek toplum iktidar etrafında kenetlenmiş yekpare bir kitleye dönüştürülmeye çalışılıyor. Faşizmin tipik özelliklerinden biri olarak, “führer”e sadece boyun eğilmesi değil biat edilmesi isteniyor.
Bu hedef doğrultusunda sendikalara ve üniversitelere yönelik de kapsamlı bir saldırı hamlesi başlatılmıştır. Sendikaları korporatist örgütlere dönüştürerek mutlak kontrolü altına almak üzere harekete geçen AKP, aslında bunda büyük bir yol katetmiştir. Doğrudan emri altındaki Memur-Sen’in ve Hak-İş’in yanı sıra Türk-İş de nicedir AKP iktidarının güdümüne girmiş durumdadır. İşçi sınıfına yönelik süreklileşmiş saldırılar konusunda ağzını açmayan Memur-Sen’in barış çağrısında bulunan akademisyenlere hain suçlamalarıyla saldırmakta gün sektirmemesi, Hak-İş’in daha usturuplu ifadelerle de olsa bir açıklama yapma ihtiyacı hissedip onu takip etmesi, Türk-İş’inse bu konuda uzun yıllara yayılan deneyimini konuşturarak, çok daha keskin ifadelerle hükümetin ve devletin yanında konuşlanması da bunun bir ifadesidir. İşte Genel Başkan Ergün Atalay’ın imzasıyla yayınlanan Türk-İş açıklamasından bir bölüm:
“Aydın geçinen fakat toplumu karartmaya çalışan, acıları yok sayanlar, şehitler söz konusu olduğunda sessizliğe bürünenler, bu ülkeye hizmet etmek bir yana, terörün yanında saf tutarak gerçek yüzlerini göstermişlerdir. … kanlı terör örgütünün yanında saf tutanlara TÜRK-İŞ olarak gerekli cevabı en sert biçimde vereceğimizden kimsenin şüphesi olmasın. Masumun, mazlumun her zaman yanında olan İşçi Sınıfı, terörle kol kola olanları asla unutmayacaktır. Kardeş halkların arasına nifak tohumu ekmeye çalışan kanlı terör örgütünün 30 yıldır yapamadığını kendisine Aydın diyen ama aslında karanlık insanların yapmasına izin vermeyeceğiz. TÜRK-İŞ olarak zor günlerde devletimizin ve halkımızın bize ihtiyacı olduğu her noktada gerekli sorumluluğu üstlenmeye hazırız.”
Bu konfederasyonları peşine takmayı başaran AKP şimdi DİSK’e ve KESK’e göz dikmiştir. Bu konfederasyonların normal yollardan ele geçirilmesi mümkün görünmediğinden, devreye baskılarla ve davalarla yıldırıp yok etme yöntemleri sokulmaktadır. Bu konuda öncelikli hedef elbette KESK’tir. AKP hükümeti KESK’i zayıflatmak için bu yöntemleri epey bir süredir zaten devreye sokmuş, ancak üye sayısını azaltmayı başarsa da sendikanın politik duruşunu değiştirmeyi başaramamıştı. Şimdi, bu duruştaki kamu çalışanlarını işten atarak KESK’in kapısına da kilit vurmak istiyor. 657 sayılı Devlet Memurları Yasasının bir an önce değiştirilmek istenmesinin nedeni de budur. Erdoğan’ın son olarak barış çağrısı yapan akademisyenlere yüklenirken sarf ettiği sözlerde de doğrudan bu niyet açığa vurulmuştur. Erdoğan’a göre, “devletin ekmeğini yiyenler” devlete ve hükümete sorgusuz sualsiz itaat etmek zorundadırlar! Aslında istenen şey, Mussolini’nin şu ünlü sözünde veciz bir şekilde dile getirilmektedir: “Her şey devletin içindedir, hiçbir şey devletin dışında ve devlete karşı değildir.” Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında, faşizmin bu totaliter devlet anlayışını da ele almaktadır:
“Faşizmin ilk vatanı İtalya, aynı gerçekliğin uzantısı olarak, aslında tüm faşist iktidarlar tarafından benimsenip uygulamaya sokulan totaliter devlet anlayışını açıkça dillendirmiştir. Buna göre, devlet bireylerin «hak ve özgürlük» alanını dilediğince düzenleme ve sınırlama hakkına sahiptir; devlet her şeydir, ulusu yaratan da odur. Bireylerin hakları olmaz, görevleri vardır. Bireyin görevleri, devletin gücüne inanmak, itaat etmek, onun koyduğu kurallar altında kaytarmaksızın çalışmak ve devlet emrettiğinde gözü kapalı savaşmaktır. Faşizm gerçeğinin bu yalın ifadeleri İtalyan versiyonuna ait olsa bile sonuç asla değişmez; bunları faşizmin Türkiye versiyonundan da çok iyi bilmekteyiz.” (Tarih Bilinci Yay., s.137-138)
Erdoğan ve AKP, bugün, üniversitelerden sendikalara, demokratik kitle örgütlerinden medyaya, toplumun her alanına bu totaliter zihniyetle müdahale etmekte, bu temelde bir şekillendirme operasyonuna girişmekte ve bunda önemli bir mesafe almış bulunmaktadır. Barış çağrısında bulunan akademisyenlere yönelik saldırıda ön saflarda yer alan Kocaeli Üniversitesi Rektörünün şu sözleri, üniversiteler ayağında gelinen durumu gayet net bir şekilde özetlemektedir: “Vatanın birliğinin tehlikede olduğu günlerde akademik özgürlük olmaz. … Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır boşuna demedik. Üniversitemizde devletin bütünlüğünü bozma faaliyetinde bulunanlara müsamaha olmaz.”
AKP iktidarı sadece emekçiler cephesinden değil, burjuva cepheden yükselen çatlak sesleri bir daha çıkmayacak şekilde bastırmaya çalışmaktadır. Davutoğlu da tıpkı Erdoğan gibi “herkes artık safını belirlemek durumunda” diyerek, faşizm kampını tahkim etmeye girişmektedir. Burjuva medyaya yönelik baskıların dizginsiz bir şekilde artması, yoldan çıkma emaresi gösterenlerin tehditlerle yola getirilmeye çalışılması, bunun da ötesinde uzun zamandır AKP’nin çanak yalayıcısı olan gazetecilerin bile işten atılması, faşizmin tırmanış sürecinin dikkat çekici göstergelerindendir.
Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında dikkat çektiği üzere, faşist iktidarların, egemen sınıf içindeki çeşitli gerilimlerin siyasal alanda yansımasını bulmasına da tahammülleri yoktur: “Zira burjuva mahiyetteki bir muhalefet hareketi bile olağanüstü rejimde bazı gedikler açıp işçi ve emekçi kitlelerin muhalefetinin buralardan sızması riskini taşır. O nedenle faşizm koşullarında tam anlamıyla totaliter bir iktidar yapılanması oluşturulur ve faşist iktidar başka hiçbir odağa siyasal yetki göçertmemek üzere devlet organlarını yekpare bir blok gibi biçimlendirir.” (s.135-136)
İşte Erdoğan liderliğindeki AKP, hızla bu noktaya doğru yol almaktadır ve akademisyenlere yönelik dizginsiz saldırı da bunun bir parçasıdır. Gazetecilerin, sanatçıların, hukukçuların, öğrencilerin ve KESK’in, büyük baskılara göğüs gererek, barış çağrıları yükselten akademisyenlere verdiği destek hiç kuşkusuz önemlidir ancak daha fazlası gereklidir. Bu faşist tırmanış karşısında eksik olan ayak işçi sınıfının mücadelesidir. Eğer bu gidişat durdurulamazsa, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm demokrasi güçleri büyük bedeller ödeyecektir.
link: Marksist Tutum, Faşist Baskı Dalgası Genişliyor, 15 Ocak 2016, https://marksist.net/node/4835
Barış İstemek Suç mu?