Fethullahçılığın gelişimi ve ABD Emperyalizmi
Çok kaba hatlarla özetlediğimiz İslamcı akım ve sermayenin yakın dönem gelişim sürecine ilişkin tabloda Fethullah Gülen’in özel bir yeri olduğu muhakkaktır. Bu özelliği belirleyen husus, esas olarak onun başında bulunduğu cemaatin bugün İslamcı çevreler içinde, sermaye gücü, medya gücü, siyasi güç, toplumsal tabanın genişliği ve uluslararası ilişkiler ağı bakımından önde gelmesidir. Bu konumu onun Türkiye’deki burjuva düzen içinde en etkili güçlerden biri durumuna gelmesini de açıklamaktadır.
Gülen, Nurcu Yeni Asya cemaati bünyesinde yer almasına rağmen, daha 20’li yaşlarında kendi bağımsız örgütlenmesinin temellerini oluşturmaya başlamış ve çok geçmeden (1970’lerin ortalarında ve henüz 30’lu yaşlarının ilk evresinde) Yeni Asya cemaatinden yolunu ayırıp tümüyle bağımsız örgütlenmeye geçmiştir. Bir yandan hitabeti ve örgütçülüğüyle dinleyici ve taraftar kitlesini hızla genişletiyor, bir yandan da yöresindeki işadamlarıyla ilişkilerini güçlendiriyordu. Daha o zamanlardan eğitim alanını stratejik bir hedef olarak belirleyen Gülen’in, elde ettiği ya da yönlendirebildiği maddi kaynakları önemli ölçüde eğitim alanına kanalize ettiği anlaşılıyor. Bu bağlamda bir öğretmen örgütlenmesine de yönelmiş olan Gülen cemaati, bilebildiğimiz kadarıyla, diğer İslami grupların öğrencilere yurt ve barınma imkânları örgütleme faaliyetinin ötesine geçerek, bir özel dershane açan ilk cemaattir. Daha sonraki dönemde bu “yenilikçilik” daha da belirginleşir. Öteki İslamcı cemaatler geleneksel diyebileceğimiz bir biçimde Kuran kursu ve İmam Hatip Liseleri gibi doğrudan dini eğitim kurumlarına odaklanmaya devam ederken, Fethullah Gülen cemaati Anadolu liseleri ve kolejler açarak “yeni açılımlar” yaptı. Yine 1979 yılı başlarında yayınlanmaya başlayan meşhur Sızıntı dergisi de dolaysızca dinsel mesaj vermekten ziyade mesajını bir bilim-teknoloji dergisi esprisi içinde verme yolunu tutar. “İman hakikatlerini pozitif bilimler temelinde açıklama” yolunu benimsemede Sızıntı dergisi her ne kadar ilk değilse de ilklerden biridir; ama asıl önemlisi bu işi en etkili yapan yayın olmasıdır.
Dış şartlara dönecek olursak: Daha önce Gülen’in 12 Eylül faşist darbesini desteklediğini belirtmiştik. Bu destek sessiz kalarak onaylama biçiminde değil, yine belirttiğimiz gibi, açıktan alkışlama ve methiye düzme biçiminde bir destekti. Bir örnek olması için Sızıntı dergisinde müstear isimle yazan Gülen’in şu satırlarını aktaralım: “Her milletin tarihinde asker tepe bir varlıktır (…) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (…) Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!” (akt. Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, s.106-7) Aynı kalemden çıkan bir başka yazıya göre darbe, “Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi (…) Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin [değişimlerin] son kertesine varabilmesi dileğimizi arzediyoruz.” (age, s.107)
Darbe öncesinde Özal’la görüştüğü söylenen ve darbe döneminde de cunta liderliği ile temasta olduğu tahmin edilen Gülen, böylece 80’lerle birlikte yükselişinde yeni bir aşamaya gelir. Faşist cunta ve sonrasındaki Özal döneminde İslamcı çevrelerin seçmeci biçimde de olsa genellikle kollandıkları ve özellikle Özal döneminde ekonomik bakımdan ihya edildiklerine yazının birinci bölümünde değinmiştik.
Ancak Gülen çevresinin asıl büyük sıçrayışını sağlayan şey 1990 dönemecinde SSCB’nin dağılması oldu. Bununla, Gülen çevresinin diğerlerinden farklı olarak uluslararası düzeyde bir oyuncu durumuna geliş süreci başladı diyebiliriz. Müslüman-Türki Orta Asya coğrafyasında ortaya çıkan “nüfuz boşluğu”nu doldurma iştahıyla dolu ABD emperyalizmi, bu bölgeye nüfuz stratejisinin bir ayağına da, tarihi ve kültürel yakınlık faktörü nedeniyle Türkiye’yi oturtmuştu. Yani buraları nüfuz alanı haline getirmek için, diğer yolların yanı sıra Türkiye’yi kullanma yolunu da devreye sokmuştu. O gün bugündür, resmi devlet güçleri ve işadamlarına paralel olarak, İslamcı ve Türkçü-faşist güçler de ABD ve TC’nin himayesinde buralara seferler düzenlemektedirler.
Bu ülkelerdeki kirli siyasal oyunlara doğrudan dalmaya yeltenen Türkçü-faşist güçlerin girişimleri büyük oranda fiyasko ve geri tepmeyle sonuçlansa da, daha akılcı ve dolaylı bir yol izleyerek eğitim ve ekonomi alanında odaklanan Fethullahçı girişimler sessiz ve derinden giderek belli kazanımlar sağladılar. Bunu sağlayan temel bir etmen, uzun yıllar boyunca eğitim alanına olağanüstü bir yatırım ve odaklanma sonucu çok sayıda nitelikli kadronun yetiştirilmiş olmasıydı. Türkiye’de başlayan eğitimli kadro yetiştirme faaliyeti, çok geçmeden ABD’nin seçkin üniversitelerinde de devam etmiş ve uluslararası deneyimlere sahip yeni kadrolar ortaya çıkmıştı. Böylece bir taşra darkafalılığı görünümünden uzaklaşmış ve uluslararası vizyon sahibi bir ekibin oluştuğu anlaşılıyor. Daha önceki ve diğer İslamcı çevrelerin bu nitelikte ve ölçüde bir kadro birikimine sahip olmadıkları açıktır.
Bu, ABD emperyalizminin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra açılan yeni dönemde, bir ideolojik-politik etmen olarak İslamcı akımlarla ilişkisi bağlamında özellikle elverişli bir durumdu. Çünkü şimdiki görevler çok daha karmaşık ve kapsamlıydı. Geçmişte ABD emperyalizminin bu coğrafyadaki konumu büyük ölçüde savunmacı bir konumdu. Bu, yayılma eğiliminde olan ve kapitalist düzen açısından güçlü bir tehlikeyi ifade eden “komünizm” karşısında kapitalist dünyayı koruma ve komünist akımlara bir set çekme mücadelesiydi. Oysa 1990 dönemecinde SSCB ve benzeri rejimlerin çöküşüyle birlikte ortaya yeni bir tarihsel konjonktür çıkmıştı. Buradaki konum artık savunmacı değil daha ziyade saldırgan ve aktif bir konum olmak durumundaydı. Dolayısıyla geçmişte hizmetlerinden yararlanılan İslamcı güçler esas olarak tehdidi geri püskürtme amaçlı mücadelenin araçlarıyken, şimdi bu bölgeleri hammadde, pazar ve yatırım alanı olarak ele geçirme ve dönüştürme sürecinin vasıtaları durumuna gelmeliydiler.
Bu nüfuz faaliyetinin elbette bir rekabet boyutu da bulunuyor. 1979’daki devrimle birlikte İran’ın “yükselen İslam gücü” sıfatıyla tam da bu bölgelerde etkinliğinin artması söz konusuydu. Yani boşluğu ABD düşmanı ve İran yanlısı İslamcı güçlerin doldurması da ciddi bir risk oluşturuyordu. Ve bu halen de geçerli bir durumdur.
Dolayısıyla yeni dönemin ihtiyaçlarına daha uygun bir “Amerikancı” İslam versiyonunun bu bölgelerde hâkim kılınması, bu ülkelerin halklarının ABD’ye sempati beslemesi ya da en azından onu düşman görmemesi büyük bir önem taşıyordu. Yani ABD emperyalizmi zengin kaynaklar barındıran ve jeostratejik önem taşıyan bu Müslüman coğrafyaya nüfuz için, ABD’ye düşman olmayan bir İslam’a ve buna uygun akımlara gereksinim duymuştur ve halen de duymaktadır. İşte “ılımlı İslam” diye kodlanan şeyin asıl politik özü budur.
Emperyalizmle ilişkiler ve Müslüman-Türkî coğrafyaya açılım bağlamında, Gülen’in 1992 yılında, muhtemelen ilk kez yurtdışına çıkarak (hac dışında) ABD’ye gitmesi oldukça anlamlıdır. Daha anlamlı olan, Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar’da Fethullah Gülen okullarının bu ABD ziyaretinden sonra açılmaya başlamasıdır.
Gülen’in ABD emperyalizmiyle bir ilişki ve teşriki mesai içinde olduğu çok açıktır. Hatta bu olgu, “…inanmış bir insanın Batı karşısında, Batı’yla entegrasyon karşısında, Amerika ile entegrasyon karşısında olması düşünülemez” diyen Gülen tarafından bizzat meşrulaştırılmakta ve temellendirilmektedir de. Bakın “hocaefendi” bu konuda kendisine sorulan bir soruya nasıl cevap veriyor: “Amerika şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinden hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, meselâ Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika ile iyi geçinmezseniz işinizi bozarlar. Amerika’nın bize yarım arpa kadar sadece bizim menfaatimize desteği yoktur. Buna rağmen şurada bulunmamıza izin veriyorsa, bu bizim için bir avantajsa, bu avantajı sağlıyor demektir.” (Nevval Sevindi röportajı, Yeni Yüzyıl, 23 Temmuz 1997)
Dahası bu derin ilişkilerin kimler aracılığıyla kurulduğu konusunda ipuçları verdiği ifadeleri de mevcuttur Gülen’in. Bir gazeteci-yazarın kendisine, “Amerika, sizlerle ilgili referansı merhum Kasım Gülek’ten mi aldı?” sorusu üzerine Gülen şunları söylüyor: “Kasım Gülek beyin baldızı Amerika’daydı. Yani Pentagon’la irtibatları vardı. Eğer kendisine değişik platformlardan, Beyaz Saray’dan sormuşlarsa ‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘Endişe edilecek bir şey yoktur’ demiştir, referans vermiştir.” (Hulusi Turgut, Yeni Yüzyıl gazetesi, 21 Ocak 1998)[1] Burada Kasım Gülek ismi dikkat çekicidir. Aynı gazeteci-yazar, Gülen’in Kasım Gülek’le ilişkisi hakkında iyi bilinen hususları sıralıyor: “Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le çok iyi dostluk ilişkileri içinde bulundu. Gülen, Kasım Gülek’le sık sık görüşürdü. Vefatı üzerine bu eski dostunun cenaze namazını kıldırmıştı.” Türk burjuva siyasetinin ilginç bir kişiliği olan Kasım Gülek’in, CIA ve Pentagon’la iyi ilişkiler içinde olan ve uluslararası düzeyde kritik görevler üstlenen (Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu Başkanlığı, Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanlığı, NATO Parlamenterler Konferansı Başkan Yardımcılığı, Atlantik Enstitüsü Başkanlığı gibi) bir kişi olduğu biliniyor. Ta tek parti döneminden itibaren CHP’nin üst yöneticilerinden biri olan, uzun yıllar CHP genel sekreterliği yapmış Kasım Gülek’in bir diğer önemli özelliği de Kore kökenli CIA imalatı Moon tarikatının Türkiye’deki temsilcisi olmasıdır.[2]
Gülen bir başka yerde de şunları söylüyor: “ABD’de görüştüğüm insanlardan biri Abramowitz’di. O, Türkiye’de bir zaman elçi olarak kalmıştı. Müşterek dostumuz Kasım Gülek Bey vardı. Onun vasıtasıyla gıyaben onu tanıyorduk. Türkiye, şimdiye kadar çok Ölüm-Kalım krizlerine maruz kalmıştır. Bunu isterseniz bir kriz sayın ama bu millet bunu aşar dedim. Hatta bu ses, imkânı varsa Beyaz Saray’a kadar, Kongre’ye kadar, Pentagon’a kadar götürülmeli dedim.” (Zaman, 1 Eylül 1997)
Tüm bu beyanlar ABD emperyalizmi ile yakın ve derin ilişkileri açık biçimde ortaya koymaktadır. Bu derin ilişkiler tablosundan çok net biçimde çıkan bir sonuç bulunuyor. Fethullah Gülen içeride ve dışarıda geliştirdiği ilişkilerle ABD emperyalizminin gözüne girmiş ve onun “ılımlı İslam”ının bir aracısı olarak desteklenmek üzere seçilmiştir. Bunun içindir ki, 1998 yılı geldiğinde, Fethullah Gülen’in, tüm İslam dünyasının temsilcisi pozuna bürünürcesine Katolik dininin dünya ölçeğindeki lideri Papa ile Vatikan’da, patlayan flaşlar altında görüştüğüne şahit olabiliyoruz. Hiçbir resmi, akademik ya da dini anlamda kurumsal sıfatı olmayan ve dolayısıyla da aslında pek tanınmayan birisi olarak Fethullah Gülen’in bu konumunun olağan mekanizmalarla izahının mümkün olmadığı açıktır. Bunun öncesinde de (1996’da) Fener Rum Patriği Bartholomeos’la benzer biçimde görüşen Gülen, Papa ile görüşmesinin, kendi anlatımıyla “Abromowitz cenaplarının yardımları ile” gerçekleştiğini anlatır.
Buna uygun biçimde dünya medyasının en önde gelen organlarında Fethullah Gülen hakkında yazı ve değerlendirmelerin, röportajların yapılması neredeyse olağan hale gelmiştir. Hatta Gülen bu yayınlarda kapak konusu bile yapılmıştır. Bu ve benzeri sansasyonel görüşmeler ve dünya medyasının ilgisi, Fethullah Gülen’in “seçilmeyi” başardığını ve emperyalist odaklar tarafından dünyaya prezantasyonunun yapılmakta olduğunu göstermektedir.
Bu yakınlaşmanın ve “ılımlı İslam”ın önemli bir yanı da “dinler arası diyalog” konusudur. Bu çerçevede Müslümanlar arasında, ABD’nin ve İsrail’in suçlarına karşı oluşan tepkinin azaltılması ve mümkünse bertaraf edilmesi için dinsel doktrin düzleminde de çalışmalar yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu minvalde üç İbrahimi din olarak Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlığın yakınlığının, ortak yanlarının vb. vurgulandığı görülmektedir. Bu konuda dikkat çekici bazı örnekler verilebilir. Meselâ Gülen, içinde İncil ve Tevrat’taki benzer ifadelere sık sık göndermelerin ve bu temelde açıklamaların yapıldığı ilginç bir Kuran tercümesine hamilik eder. Bu çeviri Zaman gazetesi tarafından basılıp bedava olarak dağıtılır. İlginçtir, bu çeviriyi yapan ve çevirisinin önsözünde Gülen’i zikreden akademisyen, metin içinde yaptığı açıklamalarda, İslam’da genel olarak şiddetle reddedilen bir Hıristiyanlık dogması olan İsa peygamberin bir gün tekrar dirilip insanlığa yol göstereceği düşüncesini savunur. Benzer yaklaşımlar diğer Fethullahçı yayınlarda da sergilenir ve bir yandan İslamcıların genelde soğuk baktığı Noel meşrulaştırılır, bir yandan da İsa’nın günümüzde bir “barış ve diyalog sembolü” olarak hizmet edebileceği, Müslüman ve Hıristiyanların İsa’nın manevi şahsiyeti etrafında birleşebileceğinden dem vurulur vb.
Somut politika zeminine gelirsek, ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin politikaları İslamcı çevrelerde ve basında genellikle sert bir eleştiri ve öfke konusu olurken, Zaman gazetesinde bu konunun genellikle ya geçiştirilmekte, ya rasyonalize edilmekte olduğunu ya da bu konuda yumuşak eleştiriyle yetinildiğini görürüz. Örneğin geçtiğimiz yıl İsrail’in Gazze’de yaptığı ve tüm dünyayı ayağa kaldıran insanlık dışı saldırı ve katliamlar bile, İsrail muhibi Hürriyet gibi gazetelere rahmet okutacak biçimde, Zaman gazetesinde genellikle küçük haberler biçiminde, halim selim yorumlarla, kupkuru gazetecilik tarzında ele alınmıştır. Yine Gülen, başka yerlerde, Filistin davasını karalayacak türde açıklamalarda dahi bulunmuş ve buna mukabil ABD ve İsrail’in Müslüman halklara yönelik diğer saldırıları konusunda da suskun kalabilmiştir.
Sonuç olarak Gülen uluslararası politika alanında bir figür durumuna gelirken, cemaatin Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanındaki okul, kurs, dershane gibi eğitim kurumlarının sayısı patlama göstermiş, ekonomik planda da olağanüstü bir sermaye gücüne ulaşılmıştır. Tüm bunlarla paralel olarak Türkiye’de devlet aygıtı içindeki taraftarların sayısı da sıçramalı bir artış göstermiş ve siyasi nüfuz olanakları muazzam ölçüde artmıştır.
Türk kapitalizminin misyoner gücü
Yukarıda anlatılanlar Fethullahçı hareketin emperyalizmle derin ilişkiler içinde olduğunu göstermeye yeterlidir. Bu tamam. Ancak Fethullahçı hareketin uluslararası faaliyetlerini yalnızca ABD emperyalizminin çıkarları temelinde açıklamak yetersizdir. Bu faaliyetler aynı zamanda, hızlı gelişen kapitalizmiyle Türkiye’nin emperyalistleşmesi sürecinin de bir ifadesidir. Fethullahçı hareket bu dinamiklerin önemli bir taşıyıcısı durumundadır. ABD emperyalizmi ile Türkiye kapitalizmi ve Fethullahçı hareket birbirlerine ihtiyaç duymakta ve bir çıkar birliği temelinde hareket etmektedirler. Bu, taraflardan birinin diğerini adeta yoktan yarattığı ve ona her şeyi dikte ettiği tek yanlı bir bağımlılık ilişkisi değildir. Şüphesiz eşitler arası bir karşılıklı bağımlılık ilişkisinden de söz edilemez. Tarafların karşılıklı belirleyicilik güçlerinde eşitsizliğin olduğu ve dolayısıyla eşitsiz bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi söz konusudur.
Türkiye’de Kemalistler ve Kemalizmin etkisinden kurtulamayan kimi sol kesimler Fethullahçı hareketin (ve AKP’nin) faaliyetlerinin “Türkiye’yi ABD emperyalizminin egemenliğine sokma” amaçlı olduğunu söylemekte ya da ima etmektedirler. Oysa Türkiye ile genel olarak emperyalizm arasında ve özel olarak da ABD emperyalizmi arasında bir bağımlılık ilişkisi zaten mevcuttu. 80’lerden bu yana gelen süreçte ise Türkiye kapitalizmi hayli yol alarak dünyanın sayılı kapitalist güçlerinden biri olma yoluna girmiş ve böylece kendi çıkarlarını savunma konusunda daha güçlü hale gelmiştir.
Zamanla büyük bir sermaye gücü haline gelmiş olan Fethullahçı hareket de daha fazla büyümenin ve bir sermaye odağı/kümelenmesi olarak daha fazla güç elde etmenin yollarını aramaktadır. Bunun için ABD emperyalizmiyle iyi ilişkilere ihtiyaç duymakta, ABD emperyalizmi de, onun yukarıda anlattığımız türde hizmetlerine ihtiyaç duymaktadır. Meseleye bu temel çerçevede bakmak gerekir. Kemalist-statükocuların emperyalizmle ilişkileri, küçük-burjuva sol tarafından ilerici/aydınlanmacı vb. sıfatların arkasına sığınılarak görmezden gelinir ya da hoş görülürken, Fethullahçı hareketin ABD emperyalizmiyle ilişkileri bir hezeyan konusu olabilmektedir. Ama işçi sınıfı açısından bakıldığında, Fethullahçı hareketin bu tür ilişkileri, son tahlilde Türkiye egemen sınıfının ve devletinin ABD emperyalizmiyle geçmişten bu yana kurduğu ilişkilerden özde farklı değildir. O nedenle asıl karşı çıkılması gereken, bu tür ilişkileri zorunlu olarak üreten kapitalizmin ta kendisidir.
Ve bu bağlamda Kemalizmi “anti-emperyalist” olarak kutsayıp İslamcıları “emperyalizmin aleti” olarak suçlayanların çifte muhasebe yaptıkları vurgulanmalıdır. Gerçekten de emperyalist güçlerle düşüp kalkma konusunda Kemalizmin sicili ile İslamcı akımın sicili arasında devrimci işçi sınıfı açısından özsel bir fark yoktur.
Bu sol kesimler genel olarak kapitalist Türkiye’yi olduğundan daha küçük ve masum görme/gösterme eğilimindedirler. Şu ya da bu biçimde “emperyalizmin bir sömürgesi” olmaktan hiç çıkmamış ve ille de geri bir ülkedir Türkiye! Böyle olunca, haliyle, bu “mazlum” ülkeyi büyük kapitalist güçlere karşı ille de korumak ve güçlendirmek gerekmektedir! Oysa Türkiye kapitalizmi ne mazlumdur ne küçüktür ne de geridir. Aksine ezendir, azmandır ve hayli gelişmiştir. Özellikle 80’li yıllardan bu yana yaşanan kapitalist gelişme sonucu Türkiye bugün yeryüzündeki 200’den fazla ülke arasında, ekonomik, demografik, siyasal, askeri, jeostratejik faktörlerin toplamı itibariyle ilk 10-20 ülke içindedir. Türkiye’nin bugün G-20 denen grup içinde yer alması bunun en sembolik ifadesidir.
Ekonomik büyüklüğü itibariyle 17. sırada yer alan Türkiye’nin kapitalistleri, kendi ülkelerindeki işçileri sömürmekle yetinmeyerek, dünyanın dört bir köşesindeki işçileri sömürmek üzere yıllardır dış yatırımlar yapmaktadırlar. Bu yatırımların yapıldığı ülkeler en gelişmiş Batı ülkelerinden tutun, doğu Avrupa’ya, Rusya’ya, Balkanlar’a, Ortadoğu’ya, Afrika ülkelerine, Orta Asya’ya, Uzakdoğu’ya, Latin Amerika’ya kadar uzanmaktadır. Lenin emperyalizmin alâmet-i farikalarından birinin sermaye ihracı olduğunu söylemişti. Elbette bunun öncesinde ve buna paralel olarak bu ülkelere mal ihracı da muazzam bir artış göstermiştir.
Bir yandan SSCB’nin çözülmesiyle yeni yeni ülkelerin kapitalizme açılması, diğer yandan da Afrika gibi en geri kalmış bölgelerde kapitalistleşmenin niteliksel bir değişim noktasına doğru ilerlemesi, 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye gibi orta ölçekli ve nispeten daha dinamik kapitalist ülkelerin bazıları için önemli fırsatların doğması anlamına geliyordu. Çin, Hindistan, Brezilya, Arjantin, Meksika ve Türkiye gibi ülkelerin şimdilerde adlarının daha fazla duyulur olması bu süreçte yaşadıkları palazlanmanın bir tezahürüdür. Dikkat çekmeye çalıştığımız husus, eskiden dünyanın azgelişmişleri arasında sayılan ülkeler içinde bir grubun, kabaca son çeyrek yüzyılda diğerleri arasından sıyrılarak kapitalist dünya hiyerarşisinde yukarı basamaklara doğru ilerledikleri gerçeğine göz kapatılamayacağıdır. Bu ülkeler bir emperyalistleşme süreci yaşamaktadırlar. Ve her birinin içinde bulunduğu özgün şartlar da bu süreçlere özgün renkler vermektedir.
Örneğin Türkiye’nin Orta Asya, Ortadoğu ve Balkanlar ile özgül tarihsel ve kültürel bağlarının olması onun emperyalist açılım sürecine kendine özgü renklerini vermektedir. Bunun ayrıntılarına burada giremeyiz elbette. Bizim için burada önemli olan genel olarak İslam faktörünün gördüğü örtü işlevidir. Bu coğrafyanın esas olarak bir Müslüman halklar coğrafyası olması, Fethullahçı harekete ve Türkiye’ye özgün rolü için alan açmaktadır. Kapitalizme açılan bu ülkelerde yeni bir sermaye sınıfı oluşum halindeyken, yeni zenginlerin çocukları için kaliteli eğitim sunan okullar örgütlemek oldukça akılcı bir yöneliştir. Ama ancak o ülkelerdeki tüm zorluklarla baş edecek kadar azimli ve misyon duygusuna sahip, yeterli sayıda yetişmiş kadrolar varsa bu mümkündür. Yukarıda belirttiğimiz gibi Fethullahçı hareketin özgünlüğü buradadır. Bu çabanın genel olarak tuttuğu görülüyor. Bunun bir anlamının, bu yeni yeni kapitalistleşen ülkelerdeki ayrıcalıklı sınıf ve katmanlar ile beyaz yakalılar arasında Türkofil (Türksever) bir kesim oluşturmak olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Bu okullarda yetişen çocuk ve gençlerin Türkçe Olimpiyatları gibi etkinliklerle de Türkiye ile irtibatlandırılması sağlanmaya çalışılmaktadır. Diğer taraftan buna paralel olarak bu ülkelerdeki yeni burjuvalarla da gitgide iş ve yatırım ilişkilerinin kurulmaya başlandığını görüyoruz. Böylece okullar aynı zamanda ticari iş ilişkileri için de bir araç, bir sıçrama tahtası oluyor.
Gülen bu okullar için şunu söylüyor: “Yurtdışına açılan okullar bir zamanlar Batı’nın yaptığı gibi, misyoner görevi görmektedir.” (Radikal, 18 Nisan 1997) Taş kafa Kemalistlerin bu cümleyi dinsel gericiliğin yayılması olarak anlayacakları açık olsa da, gerçek başkadır. Bu misyonerlik din misyonerliği değil, sermayenin, kapitalizmin, modern Türk yayılmacığının misyonerliğidir. Nitekim bu okullarda dine ağırlık veren bir eğitimin söz konusu olduğunu kimse iddia bile etmemektedir. Bu okullar şu ya da bu kılıktaki din okulları olsaydı, yeni egemenler için hiçbir surette cazibe konusu olamazlardı. Önemli olan, Türkiye’ye sempati duyan kesimler yaratmak, Türkiyeli kapitalistler için elverişli yatırım alanlarının doğmasını sağlamak ve bu ülkelerin Türkiye’nin nüfuz alanına sokulabilmelerini sağlayacak ilişkileri geliştirmektir.
Tabii bu okullar aynı zamanda ABD emperyalizminin de bu ülkelerdeki faaliyetleri için bir üs vazifesi görmektedir. Buralarda, özellikle İngilizce öğretmeni kılığında, Amerikalı ve İngiliz birçok gizli servis ajanının faaliyet gösterdiğine kesin gözüyle bakabiliriz. Nitekim böylesi gerekçeler ileri sürülerek, Rusya ve birkaç ülkede bazı okulların kapatıldığı biliniyor. Diğer taraftan bu okulların zaman içinde söz konusu Müslüman ülkelerle sınırlı kalmayarak tüm dünyaya yayılması, meselenin özünün İslamcılıkla pek ilgisinin olmadığını ya da başlangıçta varsa bile artık kalmadığını gösteren bir husustur.
TUSKON başkanının Afrika bağlamında verdiği bilgiler bu faaliyetlerin kapsamı ve durumu hakkında bir fikir vermek için aktarılabilir: “Türkiye ile Afrika ülkeleri arasındaki ticaret son 3 yılda 3 kat artış göstererek 6 milyar dolardan 18 milyar dolara çıktı. Bu dönemde Türkiye’den Afrika’ya yapılan ihracat ise 2,5 milyar dolardan 9 milyar dolara yükseldi. Bu yılın Mayıs ayında Türkiye’nin ihracatı yaklaşık yüzde 40 azalmasına karşın, Afrika’ya yapılan ihracat yüzde 30’un üzerinde artış kaydetti. Yılın ilk 4 aylık döneminde Afrika’ya yapılan ihracatın tutarı 3 milyar 844 milyon dolar oldu.”
Bizce bu tablo daha fazla söze hacet bırakmadan, “misyonerliğin” neyin misyonerliği olduğunu ve de Fethullahçıların bu tür faaliyetlerini sadece ABD emperyalizminin takipçiliği olarak görmenin ne kadar sığ olduğunu göstermektedir. ABD emperyalizmi gelecek vaat eden bu tür hareket ve girişimlere muhtaç olduğu gibi, onlar da ABD emperyalizminin arkalamasına muhtaçtırlar. Karşılıklı bir çıkar birliği söz konusudur.
Dönüşüm süreci
Peki Fethullahçı hareket, kimileri için bir ürküntü konusu olan bu faaliyetlerini Türkiye’ye bir dinsel düzen getirmek için mi yürütüyor? Ya da soruyu genişleterek soralım: gitgide güçlenen “İslamcı” görünümlü sermaye çevreleri Türkiye’ye dinsel bir düzen getirme yolunda mı yürüyorlar? İçinde kimi sol çevrelerin de bulunduğu bir kesim böyle olduğunu iddia ediyor. Bunun mümkün olup olmadığına, birkaç temel noktadan bakabiliriz.
Türkiye’de İslamcı çevreler, çoğunluğu itibariyle, hiçbir zaman kurulu düzene köklü biçimde karşı olmamışlar, ideolojik düzeyde anti-Kemalist bir söylem geliştirseler de, Kemalist rejim karşısında çoğunlukla uysal işbirliği temelinde kendilerine pay alma ve yer açma çabası içinde olmuşlardır. Yani, çoğunluğu itibariyle, düzen karşısında son derece uzlaşmacı, uysal ve konformist (uyum sağlayıcı) bir akımla karşı karşıyayız.
Bu husus aynı zamanda Türkiye’nin özgül tarihsel gelişmesi, toplum yapısı ve kapitalizmin gelişme düzeyi gibi temel toplumsal etmenlerin bir sonucu niteliğindedir. Burada ayrıntısına giremeyecek olmakla birlikte, kısaca belirtelim ki, Türkiye tarihsel olarak diğer İslam ülkelerine göre Batı’yla çok daha fazla iletişim ve etkileşim içinde bulunmuş ve diğer ülkelere göre çok erken bir dönemden itibaren “Batılılaşma” çabası içinde olmuştur. Bu farkın yanı sıra, Türkiye coğrafyası görece yakın sayılabilecek tarihlere kadar büyük gayrimüslim toplulukların anayurdu olmuş ve her şeye rağmen bunların kültür ve etkileri izler bırakmıştır. Diğer taraftan halen nüfusun en az beşte birini oluşturan geniş bir Alevi kitle mevcuttur. Radikal İslam’ın çok güçlendiği ve bazılarında iktidara kadar yükseldiği diğer ülkelerin hiçbirinde böylesi bir toplumsal bileşimden söz edilemez. Yine diğer önemli bir fark, bu ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de kapitalizmin çok daha gelişmiş olmasıdır. Bunların yanına başka bazı gelişme göstergelerini (toplumsal, siyasal, kültürel, eğitimsel vb.) eklediğimizde, nesnel toplumsal zeminde, bir politik hareket olarak radikal İslam için pek uygun bir toprağın olmadığını söylemek mümkündür.
Radikal İslam Türkiye’de 80’lerin ikinci yarısı ve 90’larda belirli bir yükseliş yaşamıştır. Birçok faktör mevcut olmakla birlikte, bu, son tahlilde, söz konusu dönemde Türkiye tarihinde kapitalistleşmenin ve bu temelde kente göçün geçmişte görülmemiş boyutlara varmasının bir sonucu olmuştur. Bu dönemde yaşanan göç sonucu Türkiye tarihinde ilk defa kentsel nüfus kırsal nüfusu aşmıştır. Göç sonucu kentin ve doğrudan kapitalist sömürünün çarklarına savrulan geniş köylü ve taşralı kitlelerin yaşadığı çok yönlü şok anlaşılmadan bu dönemsel yükseliş anlaşılamaz. Bu hususu tamamlayıcı diğer faktörler arasında da, SSCB’nin çöküşüyle yaşanan ideolojik-politik boşluğu ve bununla örtüşen biçimde İran devriminin etkilerinin söz konusu yıllarda daha yoğun biçimde hissedilmeye başlanmasını sayabiliriz.
Ancak, esas olarak hızlı kapitalist gelişmenin toplumsal plandaki çözücü etkileri ve sindirme sürecinin ilerlemesi sonucu radikal unsurların toplumsal zemini daralmıştır. Bunun yanı sıra radikal unsurlar 28 Şubat sürecinde yukarıdan baskı yoluyla önemli oranda ezilip sindirilmişlerdir. Ama radikal İslam’a asıl darbeyi vuran AKP’nin hükümet ettiği son 7 yılda yaşanan süreç olmuştur. Bu dönemde iktidar ve zenginlikle hiç olmadığı kadar içli dışlı olan İslamcı unsurlar kitlesel ölçekte hızlı bir yozlaşmaya uğramışlar ve dünya gerçeklerine pek güzel uyum sağlamışlardır.
“İslamcı” sermaye meselesine gelirsek; başta da belirttiğimiz gibi, bu meselenin Marksistçe bir değerlendirmesini yapmak ve konuyu dinsel görüntüsünden sıyırmayı bilmek gerekir. Gerçek hayatta sermaye ve kapitalist ilişkiler geliştikçe, bu sermaye kesiminin dinsel yaldızları da gitgide silinmeye ve kaçınılmaz biçimde bir “dünyevileşme” (sekülerleşme) eğilimi güçlenmeye başlamıştır. Son dönemlerde “İslam kalvinizmi” ya da “Protestan İslam” gibi tartışmaların yapılması da aslında bu değişimlerin bir parçasıdır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, sermaye belirli bir büyüklüğe geldikten sonra artık siyasi açından sıkı partizanlıktan da uzaklaşma eğilimi başlar. O nedenle bütün büyük sermaye grupları mevcut tüm burjuva partileriyle bir biçimde temasta olmaya meylederler. Bu işin ayyuka çıktığı ABD’de örneğin, bütün büyük tekellerin her iki partiye birden büyük bağışlarda bulundukları görülür. Bunun gibi Fethullah Gülen’in de gayet pragmatik bir yaklaşımla elden geldiğince tüm burjuva partilerine yanaşmaya, bunlarla temas kurmaya çalıştığını görmek zor değildir. Ecevit ile kurulan ilişki buna bir örnektir. Bir yöne fazla angaje olmak ters tepebilir, o nedenle birden çok ata bir anda oynamak ve böylece riski sınırlamak mümkündür. “İslamcı” sermaye denilenler arasında sayılan Ülker Grubunun, Ergenekoncu Tuncay Özkan’ın şaibeli medya şirketlerine fon aktaranlar (Koç, Hüsnü Özyeğin, Cıngıllı…) arasında olmasının başka bir izahı olabilir mi?
Bu sıraladığımız hususlar ışığında diyebiliriz ki, Türkiye’de ciddiye alınabilecek bir şeriat ya da dinsel rejim tehlikesi söz konusu değildir. Gerçek şu ki, İslamcılar para ve iktidarla haşır neşir oldukları ölçüde İslam da “light”laşmakta, keskin çizgi ve tutumlar keskinliklerini gitgide yitirmektedir. Bir İslamcı gazete yazarı, İslamcı bir “Anadolu kaplanı”nın işçilerin namaz kılmasına nasıl yaklaştığını şöyle aktarıyor: “Bu çerçevede ideal model olarak gösterilen Kayseri’de geçirdiğim birkaç günlük süre bazı konuları yeniden düşünmeme neden oldu. ‘İslam Kalvinizmi’ne model olarak gündeme gelen bu muhafazakâr girişimci şehrin en önde gelen işadamlarından birinin çalışanlarının namaz kılmalarına yaklaşımı hayli düşündürücü; ‘namazın bana maliyeti 20 dakikadır’. Namazı maliyet hesaplamasına alan bir kapitalistleşmeden söz ediyoruz.” (Akif Emre, Yeni Şafak)
Türkiye’de “İslamcı” görünümlü yeni bir egemen sınıf bölüğünün palazlanmış olmasının, egemen sınıf içi mücadeleye farklı bir boyut kattığını ve bunun geleneksel büyük sermayenin tutumlarında bazı farklılaşmalara yol açtığına başlarda değinmiştik. Bunlar son tahlilde geniş emekçi kitlelerin sömürüsü temelinde kendilerini var eden bir avuç sömürücü burjuvayı oluşturduklarından, bunlar arasındaki ayrım ve kapışmaların temeli dardır, bir sınırı vardır. Yukarıda verdiğimiz örnekler, tutumlarda ne gibi değişimler, iç içe geçmeler, kaymalar olduğunu açıkça göstermektedir. Bu nedenle işçi sınıfının bu tür ayrımlarla aldatılarak kendi içinde bu temelde karşıtlaştırılmasına karşı kararlı ve net bir mücadele vermek gerekir.
Elbette dinin siyasete alet edilmesi olgusu mevcudiyetini sürdürmektedir ve burjuva düzen varoldukça bunun şekil değiştirerek de olsa sürmesi kaçınılmazdır. Bir örgütlü alternatifin yokluğunda, kapitalizmin dehşeti karşısında, yoksul emekçi kitleler için din, kadim bir sığınak olarak alternatif olma işlevini sürdürecektir. Bu durumda Marksistlerin görevi din karşısında kaba burjuva aydınlanmacılığının tutumlarını sergilemek değil, Marksizmin din konusundaki sağlıklı tutumunu güçlendirmek ve bunun için emekçi kitlelerin sermayeye karşı örgütlü mücadelesini ilerletmektir.
[1] Burada Kasım Gülek’in baldızı olarak bahsedilen kişi “Adı Aylin” adlı romana konu olmuş, Pentagon’da albaylığa kadar yükselmiş bir Türktür ve hayatı şüpheli bir ölümle son bulmuştur.
[2] Moon tarikatının önemi, örgütlenme modeli ve stratejisi, çalışma tarzı gibi önemli bazı noktalardan Fethullahçı harekete model oluşturmasından ve arada fiilen kurulmuş olan ilişkilerden gelmektedir.
link: Levent Toprak, “İslamcı” Sermaye ve Fethullah Gülen Cemaati /2, 1 Ağustos 2009, https://marksist.net/node/2203