Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti nin tarihi, elli günün tarihidir. Sovyetin kurucu toplantısı 13 Ekimde düzenlenmişti. Sovyet toplantısı 3 Aralıkta hükümet birlikleri tarafından kapatıldı.
İlk toplantıya birkaç düzine insan katılmıştı; Kasımın ikinci yarısında temsilci sayısı, 6’sı kadın olmak üzere 562’ye yükselmişti. Bunlardan 147’si fabrikaları ve işyerlerini, 34’ü dükkânları, 16’sı da sendikaları temsil ediyordu. Temsilcilerin esas kitlesini –351 kişi– metal işçileri oluşturuyordu; Sovyette belirleyici rolü bunlar oynuyordu. Tekstil sanayisinden 57, basın ve kağıt sanayisinden 32, dükkân işçilerinden 12, büro işçilerinden ve eczacılık sektöründen ise 7 temsilci bulunuyordu. Yürütme Kurulu, Sovyetin bakanlığı olarak hareket ediyordu. Bu kurul 17 Ekimde oluşturdu ve 31 kişiyi içeriyordu; 22 temsilci ve partilerden 9 temsilci (6’sı iki sosyal demokrat fraksiyondan ve 3’ü devrimci sosyalistlerden).
Peki kısa bir süre içinde devrimde böyle önemli bir yer tutan ve devrimin en büyük güce ulaştığı döneme damgasını vuran bu kurumun öz niteliği neydi?
Sovyet işçi kitleleri örgütledi, politik grev leri ve gösterileri yönetti, işçileri silahlandırdı ve halkı pogromlardan korudu. Benzer çalışmalar, Sovyet varolmadan önce, varlığı sırasında ve sonrasında diğer devrimci örgütler tarafından da yapıldı. Ama yine de bu onlara Sovyetin elinde toplanan nüfuzu bahşetmedi. Bu nüfuzun sırrı, Sovyetin, olayların gerçek akışı tarafından belirlenen proletaryanın dolaysız iktidar mücadelesinin doğal organı olarak belirmesinde yatmaktadır. Bir yandan bizzat işçilerin diğer yandan gerici basının Sovyete “işçi hükümeti” adını vermesi, Sovyetin gerçekten de embriyo halindeki bir işçi hükümeti olması olgusunun bir ifadesiydi. İşçi sınıfı bölgelerindeki devrimci güç tarafından güvence altına alındığı ölçüde, Sovyet iktidarı temsil ediyor, iktidar hâlâ askeri-politik monarşinin elinde kaldığı sürece de, iktidar için mücadele ediyordu.
Sovyetten önce, sanayi işçileri arasında, esas olarak sosyal demokrat parti tarafından yönlendirilen bir devrimci örgütler yığını görürüz. Ama bunlar proletarya içindeki örgütlerdi ve ivedi amaçları kitleler üzerinde nüfuz kurmayı başarmaktı. Sovyet daha baştan proletaryanın örgütüydü ve onun amacı devrimci iktidar için mücadeleydi.
Sovyet , ülkedeki bütün devrimci güçlerin odağı olduğu için, kendi sınıf doğasının devrimci demokrasi içerisinde erimesine izin vermedi: o proletaryanın sınıfsal iradesinin örgütlü ifadesiydi ve öyle de kalmıştı. İktidar mücadelesinde, proletaryanın sınıfsal doğasınca belirlenen yöntemler uyguladı: proletaryanın üretimdeki rolü, muazzam sayısı, toplumsal homojenliği. Bundan da ötesi, Sovyet, işçi kitlelerin bağımsız sınıfsal etkinliğini pek çok farklı yoldan yönlendirerek, bütün devrimci güçlerin başında iktidar mücadelesini birleştirdi; o yalnızca sendikaların örgütlenmesini cesaretlendirmedi, tek tek işçilerle işverenleri arasındaki anlaşmazlıklara da gerçekten müdahale etti. Devrim dönemindeki proletaryanın temsili demokratik oluşumu olan Sovyet, proletaryanın tüm sınıf çıkarlarının toplandığı noktada durduğu içindir ki, derhal sosyal demokrat partinin tam belirleyici etkisi altına girdi. Parti şimdi, Marksist eğitiminin muazzam olanaklarını kullanma şansına sahipti ve büyük “kaos” içinde kendi politik yolunu açık görebildiği için, Sovyeti –resmen partili olmayan bir örgüt– kendi nüfuzunun örgütsel aygıtına dönüştürmeyi neredeyse çaba harcamaksızın başarmıştı.
Sovyet tarafından kullanılan başlıca mücadele yöntemi, genel politik grev di. Bu tür grevlerin devrimci gücü, sermayenin kellesi üzerinde iş görerek devlet iktidarını örgütsüzleştirmelerinden oluşur. Bir grevin yol açtığı anarşi ne kadar büyük ve tam olursa, grev zafere o kadar yaklaşır. Fakat yalnızca bir koşulla: anarşi, anarşik araçlarla yaratılmamalı. İşin eş zamanlı durmasıyla üretim araçlarını felç eden ve bunu yapmakla merkezi iktidar aygıtını işlemez hale getiren, ülkenin parçalarını birbirinden yalıtan ve genel kargaşa tohumlarını eken sınıf, yaratılan anarşinin ilk kurbanı olmamak için kendisini yeterince örgütlemelidir. Bir grev devlet örgütünü ne kadar eksiksiz biçimde kullanılmaz hale getirirse, bizzat grevin örgütü devlet fonksiyonlarını o kadar üzerine almak zorunda kalır. Bir proleter mücadele yöntemi olan genel grev için bu koşullar, aynı zamanda İşçi Temsilcileri Sovyeti nin muazzam önemini gösteren koşullardır.
Sovyet grevlerin basıncıyla basın özgürlüğünü kazandı. Yurttaşların güvenliğini sağlamak için düzenli sokak devriyeleri örgütledi. Şu ya da bu ölçüde demir yollarını, telgraf ve posta servislerini ele geçirdi. İşçiler ve kapitalistler arasındaki ekonomik anlaşmazlıklara yetkili olarak müdahale etti. Doğrudan devrimci basınçla, sekiz saatlik işgünü nü hayata geçirmeye çalıştı. İsyanvari grev aracılığıyla otokratik devletin etkinliğini felç ederek, şehirli emekçi yığınların yaşamına kendi özgür demokratik düzenini soktu.
9 Ocaktan sonra devrim, işçi kitlelerinin bilincini kontrol ettiğini gösterdi. 14 Haziranda, Potemkin Tavriçeski gemisindeki isyan sayesinde, devrim, kendisinin maddi bir güç olabileceğini gösterdi. Ekim grevi sayesinde, düşmanı örgütsüzleştirebileceğini, onun iradesini felç edebileceğini ve onu küçük düşürebileceğini gösterdi. Son olarak, işçi Sovyetlerini ülke çapında örgütlemekle devrim, iktidar organlarını yaratma gücünde olduğunu göstermişti. Devrimci iktidar ancak etkin devrimci güce dayalı olabilir. Rus devriminin daha ileriki gelişmesine ilişkin görüşler ne olursa olsun, gerçek şu ki, proletarya dışındaki hiçbir toplumsal sınıf şimdiye kadar devrimci iktidarı desteklemeye yetenekli ve hazır olduğunu göstermedi.
Devrimin ilk eylemi, şehir sokaklarında proletarya ile monarşi arasındaki diyalog girişimiydi; devrimin ilk önemli zaferi proletaryanın saf bir sınıf silahı olan politik grev le başarılmıştı; sonunda proletaryanın temsili oluşumu, devrimci iktidarın ilk embriyonik organı rolünü üstlenmişti. Sovyetle birlikte, modern Rus tarihinde demokratik iktidarın ilk kez sahneye çıkışına tanık olduk. Sovyet , bizzat kitlenin, kendi ayrı parçaları üzerindeki örgütlü iktidarıdır. O, daha alt ve daha üst bir yasama meclisi olmaksızın, profesyonel bir bürokrasiye sahip olmaksızın, ama seçmenlerin temsilcilerini her an geri çağırma hakkına sahip bulundukları gerçek demokrasi yi teşkil etmektedir. Üyeleri aracılığıyla –işçiler tarafından doğrudan seçilmiş temsilciler– Sovyet, bir bütün olarak proletaryanın ve onun tekil gruplarının tüm toplumsal tezahürlerine doğrudan önderlik eder, onun eylemlerini örgütler ve onlara bir slogan ve bir bayrak sağlar.
1897 sayımlarına göre, Petersburg’da 433.000’i işçi ve ev hizmetçisi olmak üzere yaklaşık 820.000 “aktif çalışan” bulunuyordu. Başka bir deyişle, başkentin proleter nüfusu yüzde 53’e varıyordu. Eğer çalışmayan nüfusu hesaba katarsak, proleter ailelerin görece küçüklüğü nedeniyle daha düşük bir sayı (yüzde 50,8) elde ederiz. Ama her durumda, proletarya Petersburg nüfusunun yarıdan fazlasını temsil etmekteydi.
İşçi Temsilcileri Sovyeti , başkentin tüm yarım milyonluk proleter nüfusunun resmi temsilcisi değildi; örgütsel olarak söylersek, yaklaşık 200.000 kişiyi, özellikle de fabrika ve imalâthane işçilerini temsil ediyordu ve politik nüfuzu hem doğrudan hem de dolaylı olarak daha geniş bir halkaya yayılmış olmasına rağmen, proletaryanın çok önemli katmanları (inşaat işçileri, ev hizmetçileri, vasıfsız işçiler, taksi sürücüleri) hemen hemen ya da hiç temsil edilmiyordu. Kuşkusuz bununla birlikte Sovyet bütün proleter kitlenin çıkarlarını temsil ediyordu. “Kara Yüzler ” olarak bilinen grupların varolduğu fabrikalarda bile, bunların sayısı saat be saat, gün be gün azalıyordu. Proleter kitleler arasında, Sovyetin Petersburgdaki politik hakimiyeti, muhalifler değil yalnızca destekçiler bulmuştur. Sadece ayrıcalıklı ev hizmetçileri arasında istisnalar olabiliyordu; bürokrasinin, bakanların yüksek düzeyli uşaklarının uşakları, borsa spekülatörleri, yüksek sınıf fahişeler, muhafazakârlığın ve monarşi yanlılığının bir meslek hastalığı haline geldiği insanlar.
Sovyet , Petersburg’da sayıca çok olan aydınlar arasında, düşmandan çok dosta sahipti. Binlerce öğrenci Sovyetin politik önderliğini kabul ediyor ve onun önlemlerini hararetle savunuyordu. Masalarında umutsuz biçimde semirenler dışında, profesyonel ve devlet hizmetindeki aydınlar Sovyetin tarafındaydılar –en azından geçici olarak. Sovyetin posta ve telgraf grevine enerjik desteği, devlet hizmetindeki daha alt katmanın dikkatini çekmiş ve sempatisini kazanmıştı. Kentte, ezilmiş, mülksüz, dürüst, hayat canlılığı olan herkes, bilinçli ya da içgüdüsel olarak Sovyetin yanına çekilmişti.
Kimler ona karşıydı? Yağmacı kapitalizmin temsilcileri, yükselen fiyatlar üzerine spekülâsyon yapan borsa spekülatörleri, müteahhitler, tüccarlar ve grevlerle birlikte iflâs eden ihracatçılar, altın külçe satıcıları, Petersburg dumasına (bu evsahipleri sendikasına) yerleşen güruh, yüksek bürokrasi , harcamaları devlet bütçesinin bir parçasını oluşturan poules de luxe, yüksek ücret alan, son derece süslü tanınmış zevat, gizli polis; bunların hepsi kaba, sefih ve ölüme yazgılıydılar.
Sovyeti destekleyenlerle onun düşmanları arasındaysa, politik olarak belirsiz, kararsız ya da güvenilmez unsurlar yer alıyordu. Küçük burjuvazinin henüz politikaya çekilmemiş en geri gruplarının Sovyetin rolünü ve önemini kavrayacak zamanları olmamıştı. Emek-çalıştıran zanaatkârlar korku ve panik içindeydiler: bunların iç dünyasında, küçük mülk sahibinin grev nefretiyle, daha iyi bir geleceğe dair muğlak beklentiler çatışıyordu.
Aydın çevrelerden gelen kararsız profesyonel politikacılar, ne istediklerini bilmeyen radikal gazeteciler, her şeye aşırı kuşkuyla yaklaşan demokratlar, hırçın bir şekilde Sovyete büyüklük taslıyor, onun hatalarını bir bir sayıyor ve eğer Sovyetin başında sadece kendileri olsalardı proletaryanın mutluluğunun sonsuza kadar güvence altına alınacağını savunuyorlardı. Böyle beyefendilerin mazereti kendi iktidarsızlıklarıdır.
Her durumda Sovyet , halkın büyük çoğunluğunu gerçekten ya da potansiyel olarak temsil eden organdı. Onun halk içindeki düşmanları, şayet hâlâ canlı olan ve sırası geldiğinde mujik ordusunun en geri unsurlarınca desteklenen mutlakiyet tarafından desteklenmeselerdi, Sovyetin egemenliğine tehdit oluşturmayacaklardı. Sovyetin zayıflığı, kendi zayıflığı değil, fakat saf şehir devriminin zayıflığıydı.
Elli günlük dönem devrimin en güçlü dönemiydi. Sovyet , devrimin iktidar mücadelesi organıydı. Sovyetin sınıfsal karakterini, şehir nüfusundaki keskin sınıfsal bölünme ve mutlakıyete karşı mücadelenin tarihsel olarak sınırlı çerçevesi içinde bile proletarya ile kapitalist burjuvazi arasındaki derin politik çelişki belirliyordu. Ekim grevi nden sonra kapitalist burjuvazi bilinçli olarak devrimi yavaşlatmaya girişti; küçük burjuvazi bağımsız bir rol oynama konusunda çok zayıf olduğunu kanıtladı; proletaryanın şehir devrimi üzerinde tartışılmaz hegemonyası vardı ve sınıf örgütü onun iktidar mücadelesindeki silahıydı.
Hükümetin morali giderek bozulurken, Sovyetin gücü büyüyordu. Eski devlet iktidarı aciz ve şaşkın durumda olduğunu gösterdikçe, proleter olmayan halkalar Sovyete giderek daha sempatik bakmaya başlıyorlardı.
Politik kitle grevi Sovyetin başlıca silahıydı. O proletaryanın tüm grupları arasında doğrudan devrimci bağlar kurduğu ve tüm işletmelerin işçilerini işçi sınıfının bütününün otoritesi ve gücüyle desteklediği için, ülkenin ekonomik yaşamını durdurma gücünü kazandı. Üretim araçlarının mülkiyeti kapitalistlerin ve devletin elinde kalmaya devam etmesine ve devlet iktidarı bürokrasinin elinde kalmayı sürdürmesine rağmen, ulusal üretim ve iletişim araçlarının gerçek idaresi –en azından ekonomik yaşamın ve devlet yaşamının düzenli işlemesini kesintiye uğratma imkanı ölçüsünde– Sovyetin elindeydi. İşte Sovyetin, pratikte kanıtlanmış olan, ekonomiyi felce uğratma ve anarşiyi devlet yaşamına sokma yeteneğidir ki onu bildiğimiz Sovyet yapıyordu. Bu olgular göz önüne alındığında, Sovyetin ve eski rejimin barışçıl şekilde bir arada varolmasını temin etmenin yollarını aramak umutsuz bir ütopya olurdu. Yine de Sovyetin taktiklerine yöneltilen eleştiriler, bunların gerçek içeriğini çıplak şekilde ortaya koyarsak, yalnızca şu hayalci fikirden hareket ediyordu: Ekim sonrasında Sovyet bütün saldırgan eylemlerden sakınmalıydı ve mutlakıyetten kazanılan alanda kitleleri örgütlemeye yoğunlaşmalıydı.
Peki Ekim zaferinin doğası neydi?
Ekim kampanyasının sonucu olarak, mutlakıyetin “prensipte” kendisini reddettiği tartışılamaz. Ama o muharebeyi gerçekten kaybetmiş değildi; yalnızca muharebeye girmeyi reddediyordu. Kırsal ordusunu isyana ve grevdeki şehirlere karşı kullanmak için ciddi bir girişimde bulunmuyordu. Onu böyle bir girişimde bulunmaktan alıkoyan şey, doğal olarak insancıl nedenler değildi; çok basit, cesareti derinden kırılmış ve soğukkanlılığını yitirmişti. Bürokrasi içindeki liberal unsurlar, kendi fırsatlarını beklerken, grevin zaten etkisini yitirmekte olduğu bir anda üstünlüğü ele geçirdiler ve mutlakıyetin “prensipte” tahttan çekildiği 17 Ekim bildirgesini yayınladılar. Ama devletin tüm maddi örgütlenmesi ‑devlet hiyerarşisi, polis, hukuk mahkemeleri, ordu‑ hâlâ monarşinin bölünmemiş mülkiyeti olarak duruyordu. Bu koşullar altında Sovyetin taktikleri ne olabilirdi, ne olmalıydı? Üretken proletarya tarafından desteklenen Sovyet , mutlakıyeti kendi maddi iktidar aygıtını işletme olanağından yoksun bırakabilirdi (bırakabildiği ölçüde) ve onun gücü buna bağlıydı. Bu bakış açısından, Sovyetin etkinliği “anarşi”nin örgütlenmesi anlamına geliyordu. Onun devam eden varlığı ve gelişimi, “anarşi”nin pekişmesi anlamına geliyordu. Uzatmalı bir arada varoluş olanaksızdı. Daha başlangıçtan itibaren, gelecek çatışma Ekimin yarı-zaferinin maddi çekirdeğiydi.
Sovyete yapacak ne kalmıştı? Çatışma kaçınılmaz değilmiş gibi mi yapmak? Kitleleri, anayasal bir rejimin gelecekteki mutlulukları için örgütlediğine mi inandırmak? Buna kim inanırdı? Elbette ne mutlakıyet , ne de işçi sınıfı.
Sonraki iki Duma örneği, bize, görünüşteki doğru davranışların –boş sadakat biçimleri– mutlakıyete karşı mücadelede ne kadar yararsız olduğunu gösterecekti. Otokratik bir ülkede “anayasal” ikiyüzlülüğün taktiklerini önce davranıp uygulaması için Sovyetin farklı bir cevherden yapılmış olması gerekecekti. Ama bu nereye götürürdü? İki Dumanınkiyle aynı sona: iflâsa.
Sovyete, yakın gelecekteki bir çarpışmanın kaçınılmaz olduğunu kabul etmekten başka yapacak hiçbir şey kalmamıştı; ayaklanma hazırlığı dışında hiçbir taktik seçemezdi.
Bu hazırlıkların doğası, Sovyetin, devletin hayatını felç etmesini mümkün kılan ve gücünü oluşturan niteliklerinin kesin olarak geliştirilip pekiştirilmesinden başka ne olabilirdi? Ama Sovyetin bu nitelikleri güçlendirmeye ve geliştirmeye yönelik doğal çabaları, çatışmayı kaçınılmaz şekilde daha da yakınlaştırdı.
Sovyet , ordu ve köylülük üzerindeki nüfuzunu genişletmekle giderek daha fazla meşgul oldu. Kasımda Sovyet, işçileri, Kronştad denizcileri şahsında uyanan orduyla kardeşçe dayanışmalarını etkin bir şekilde ifade etmeye çağırdı. Bunu yapmamak Sovyetin gücünü genişletmeyi reddetmek olurdu. Yapmak ise yaklaşan çatışmaya doğru bir adımdı.
Veya belki de üçüncü bir yol vardı? Belki Sovyet , liberallerle birlikte, yetkililerin sözde “devlet adamlığı”na başvurabilirdi? Belki de halkın haklarını monarşinin ayrıcalıklarından ayıran çizgiyi bulabilirdi ve bulmalıydı, ve o kutsal sınırın bu kenarında durmalıydı? Fakat monarşinin de sınır çizgisinin kendi tarafında duracağını kim garanti edebilirdi? İki taraf arasında barışı ya da hatta geçici bir ateşkesi örgütlemeye kim girişecekti? Liberalizm mi? 18 Ekimde Sovyet heyetlerinden biri, Kont Witte ’ye, halkla barışmanın bir işareti olarak birliklerin başkentten çekilmesini önerdi. Bakan, “susuz ve elektriksiz kalmak, birliksiz kalmaktan daha iyidir” diye yanıt verdi. Belli ki hükümetin silahsızlanmaya niyeti yoktu.
Sovyet ne yapacaktı? Ya liberallerin gerçekten istediği gibi, sorunu uzlaştırma meclisinin, yani geleceğin Devlet Dumasının eline bırakarak çekilecekti; ya da Ekimde kazanılmış olan herşeyi silah gücüyle elde tutmaya hazırlanacak ve eğer olanaklıysa, daha ileri bir saldırı başlatacaktı. Uzlaştırma meclisinin yeni bir devrimci çatışma alanına dönüştüğünü şimdi çok iyi biliyoruz. Bu nedenle ilk iki Duma tarafından oynanan nesnel rol, proletaryanın kendi taktiklerini üzerine inşa ettiği politik öngörünün doğruluğunu teyit etti yalnızca. Ama o kadar uzağa bakmamıza gerek yok. Şunu sorabiliriz: hiç kimseyi asla uzlaştıramamaya yazgılı olan bu “uzlaştırma meclisi”nin sahiden hayata geçirilmesini kim ya da ne garanti edecekti? Monarşinin aynı “devlet adamlığı” mı? Onun kutsal vaatleri mi? Kont Witte ’nin şeref sözü mü? Zemtsinin, arka kapıdan kabul edildikleri Peterhof’a ziyareti mi? Bay Mendelssohn’un uyarıcı sesi mi? Ya da, son olarak, liberallerin, tarihin bizzat liberalizmin inisiyatifine, zekâsına ve gücüne yükleyeceği bütün görevleri omuzlarına yığdığı sözde “olayların doğal akışı” mı?
Ama eğer Aralık çatışması kaçınılmaz idiyse, Aralık bozgununun nedeni Sovyetin bileşiminde yatmıyor muydu? Sovyetin temel kusurunun onun sınıfsal doğası olduğu söyleniyordu. Sovyet , “ulusal” devrimin organı olmak için, tüm halk katmanlarının temsilcileri onun içinde yerlerini bulacak şekilde kendi yapısını genişletmeliydi. O zaman bu, Sovyetin otoritesine istikrar kazandırır ve onun gücünü arttırırdı. Peki gerçekten öyle mi?
Sovyetin gücünü, proletaryanın kapitalist toplumdaki rolü belirledi. Sovyetin görevi, kendini bir parlamento parodisine dönüştürmek, farklı toplumsal grupların çıkarlarının eşit şekilde temsilini örgütlemek değil, proletaryanın devrimci mücadelesinin bütünlüğünü sağlamaktı. Sovyetin elindeki başlıca silah, proletaryaya, ücretli emek sınıfına özgü bir yöntem olan politik grev di. Proletaryanın sınıfsal bileşimindeki homojenlik, Sovyet içindeki içsel sürtüşmeyi bertaraf ediyor ve onu devrimci inisiyatif açısından yetenekli kılıyordu.
Sovyetin bileşimi hangi araçlarla genişletilebilirdi? Liberal birliklerin temsilcileri davet edilebilirdi; bu, Sovyeti topu topu yirmi ya da daha fazla aydının varlığıyla zenginleştirmiş olurdu. Bunların Sovyet içindeki etkileri, Birlikler Konfederasyonu nun devrimde oynadığı rolle orantılı, yani sonsuz ölçüde küçük olurdu.
Başka hangi sosyal gruplar Sovyette temsil edilebilirdi? Zemstvo kongresi mi? Ticaret ve sanayi örgütleri mi?
Zemstvo kongresi Kasımda Moskova’da toplandı; Witte ’nin bakanlığı ile ilişkiler konusunu tartıştı, ama işçi Sovyetiyle ilişkiler konusunu aklına bile getirmedi.
Zemstvo kongresi oturumdayken Sivastopol ayaklanması meydana geldi. Gördüğümüz gibi bu olay zemtsinin hemen sağa sapmasına yol açtı, öyle ki bay Milyukov , ana hatlarıyla, ayaklanmanın Tanrıya şükür bastırıldığı anlamına gelen bir konuşma yaparak onları rahatlatmak zorunda kaldı. Bu karşı-devrimci beylerle Sivastopol’da isyancıları selamlayan ve destekleyen işçi temsilcileri arasında ne gibi bir işbirliği oluşturulabilirdi? Henüz hiç kimse bu soruya bir yanıt vermiş değildir. Liberalizmin yarı-samimi, yarı-ikiyüzlü prensiplerinden birisi, ordunun politikanın dışında kalması istemidir. Tersine, Sovyet de orduyu devrimci politika içerisine çekmeye çalışarak muazzam enerji harcıyordu. Ya da belki de Sovyet, Çar bildirgesine öyle sonsuz bir güven duymalıydı ki, orduyu tümüyle Trepov ’un eline bırakmalıydı? Ve, eğer öyle değilse, hayati önem taşıyan bu alanda liberallerle işbirliğinin temeli olarak düşünülebilecek program neredeydi? Bu beylerin Sovyetin etkinliklerine katkısı, sistemli muhalefet, sonu gelmez tartışma ve içsel demoralizasyon dışında ne olabilirdi? Bunlar bize, liberal basını okuyarak bildiğimiz öğütlerden başka ne verebilirlerdi? “Devlet adamlığı” gerçekten de Kadetlerin ve Oktobristlerin ayrıcalığı olabilirdi; bununla birlikte Sovyet kendisini bir politik polemikler ve karşılıklı telkinler kulübüne dönüştüremezdi. Bir mücadele organı olmak ve öylece kalmak zorundaydı.
Burjuva liberalizminin ve burjuva demokrasisinin temsilcileri, Sovyetin gücüne ne katabilirdi? Onun mücadele yöntemlerini nasıl zenginleştirebilirdi? Bunların Ekim, Kasım ve Aralıkta oynadıkları rolü hatırlamak, bu unsurların kendi Dumalarının feshedilmesine ne kadar az direniş gösterdiklerini bilmek, Sovyetin bir sınıf örgütü, yani bir mücadele organı olarak kalma hakkına sahip olduğunu, bunun onun vazifesi olduğunu anlamak yeterlidir. Burjuva temsilciler Sovyeti daha kalabalık hale getirebilirlerdi, ama onlar kesinlikle Sovyeti daha güçlü yapma yeteneğinde değildiler.
Aynı nedenle, Sovyetin uzlaşmaz sınıf taktikleriyle burjuvaziyi düzen kampına geri fırlattığını savunan tümüyle rasyonalist, tarihsel olmayan suçlamaları reddediyoruz. Devrimin muazzam bir silahı olduğunu gösteren işçi grevi, sanayiye “anarşi”yi de sokuyordu. Tek başına bu, muhalif sermayenin kamu düzeni sloganını ve liberalizmin tüm sloganlarının üzerinde kapitalist sömürünün bekası sloganını ileri sürmesi için yeterliydi.
İşverenler, “görkemli” (bunu onlar söylüyorlar) Ekim grevi nin sona ermesi gerektiğine karar vermişler ve karşı-devrimci 17 Ekim Birliğini örgütlemişlerdi. Böyle yapmak için yeterli nedenleri vardı. Her birinin, kendi fabrikasında, devrimin politik kazanımlarıyla işçilerin sermaye karşısındaki konumlarının güçlenmesinin el ele gittiğini keşfetmeye yetecek fırsatı olmuştu. Bazı politikacılar, sekiz saatlik işgünü mücadelesinin yarattığı temel sıkıntının, muhalefette nihai bir çatlağa yol açtığını ve sermayeyi karşı-devrimci bir güce dönüştürdüğünü düşünmektedirler. Bu eleştirmenler proletaryanın sınıfsal enerjisini, sınıf mücadelesinin sonuçlarını kabul etmeksizin tarihin emrine vermek istiyorlardı. Söylemeye gerek yok ki, sekiz saatlik işgününe tek yanlı geçiş, işverenler arasında şiddetli bir tepki oluşturmaya başlamıştı. Ama bu özel kampanya olmasaydı kapitalistlerin Witte ’nin kapitalist borsa hükümetiyle yakınlaşmasının gerçekleşmeyeceğine inanmak çocukçadır. Proletaryanın, halk kitlelerinin başına geçerek ve “kamu düzeni”ne karşı sürekli bir tehdit oluşturarak bağımsız bir devrimci güç halinde birleşmesi, sermayeyle yetkililer arasında oluşan koalisyonun elinde yeterli bir kanıt oluşturuyordu.
Doğru, devrimin ilk evresinde, yani devrim kendisini kendiliğinden saçılan patlamalarla ortaya koyduğunda, liberaller ona müsamaha gösterdiler. Devrimci hareketin mutlakıyetin temellerini sarstığını ve onu egemen sınıflarla anayasal bir anlaşmaya zorladığını açıkça gördüler. Grevlere ve gösterilere müsamaah gösterdiler, devrimcilere karşı dostça bir tutum takındılar ve onları yalnızca yumuşak ve dikkatli bir biçimde eleştirdiler. Devrimin, anayasal anlaşmanın koşullarının çoktan yazıldığı ve geriye kalan herşeyin de bunları yürürlüğe koyacak gibi göründüğü 17 Ekim sonrasında da işlemeye devam etmesi, açıkça, liberallerle yetkililer arasında böyle bir anlaşmanın yapılma olanağını baltalıyordu. Ekim grevi yle birleşen ve kendi içlerinde örgütlenen proleter kitleler, o andan itibaren, kendi gerçek varoluşlarıyla liberalleri devrimin karşısına koydular. Liberaller, Moor’un kendine düşeni yaptığını,[1] artık sakince torna tezgâhına dönmesi gerektiğini hissettiler. Oysa Sovyet , tam tersine, asıl mücadelenin önünde uzandığına inanıyordu. Bu koşullar altında, kapitalist burjuvaziyle proletarya arasında devrimci bir işbirliği söz konusu olamazdı.
Öncülün sonucu doğurması gibi, Ekim de Aralığı doğurdu. Aralık çatışmasının akıbeti, münferit taktik hatalarla değil, gericiliğin mekanik güçlerinin devrim güçlerinden daha büyük olduğunu ortaya koyması olgusuyla açıklanmalıdır. Proletarya, Aralık ve Ocak ayaklanmalarında kendi hataları yüzünden değil, çok daha gerçek bir nicelik yüzünden yenilgiye uğradı: köylü ordusunun süngüleri.
Liberalizm hakikaten de, ateş gücü eksikse bunu her koşulda bacak gücünün hızıyla kapamak gerektiği düşüncesindedir: o, karar anında geri çekilmeyi, gerçekten en cesur, olgun, üzerinde uzun uzun düşünülmüş ve etkili taktik olarak görür. Bu liberal kaçış felsefesi, bizzat sosyal demokrasi saflarındaki bazı yazarlar[2] üzerinde bir etki yarattı, bunlar geçmişi değerlendirirken şu soruyu soruyorlardı: eğer proletaryanın Aralıktaki yenilgisi kendi güçlerinin yetersizliği yüzünden olsaydı, onun hatası tümüyle, zafer için yeterince güçlü olmadığı halde çarpışmayı kabul etmesinden ibaret olmaz mıydı? Bunu şöyle yanıtlayabiliriz: eğer çarpışmalar sadece zaferin kesinliği durumunda yapılsaydı, bu dünyada girişilen hiçbir çarpışma olmazdı. Başlangıçtaki bir güç hesabı, devrimci çatışmaların akıbetini önceden belirleyemez. Eğer belirleseydi, sınıf mücadelesi uzun süreden beri yerini muhasebeciliğe bırakmış olurdu. Kısa bir süre önce, bazı sendikaların haznedarları bunu hayal ediyorlardı. Ama en modern hesap sistemiyle bile, bir defterden elde edilen kanıtla kapitalistleri ikna etmenin olanaksız olduğu ve sayılara dayandırılan kanıtların, sonunda, bir grev kanıtıyla desteklenmesi gerektiği anlaşıldı.
Ve herşey önceden ne kadar iyi hesaplanırsa hesaplansın, her grev önceden tahmin edilemeyen ve sonunda mücadelenin akıbetini belirleyen bir dizi yeni maddi ve manevi olguya yol açar. Şimdi, sahip olduğu kesin hesap yöntemleriyle birlikte bertaraf edilmiş böyle bir sendikayı hayal edin; grevi tüm ülkeye yayın ve ona büyük bir politik hedef verin; devlet iktidarı ile proletaryayı doğrudan düşmanlar olarak karşı karşıya getirin; her ikisini de gerçek, potansiyel ya da hayali ittifaklarla çevreleyin; her iki tarafın kazanmak için acımasızca mücadele ettiği tarafsız katmanları ekleyin; devrimci unsurları ancak olayların hengamesi içinde ortaya çıkan orduyu ekleyin; her ikisi de çok gerçek faktörler olarak, bir yandan abartılı umutları, diğer yandan abartılı korkuları ekleyin; borsanın ani kriz nöbetlerini ve uluslararası ilişkilerin bütün karmaşık etkilerini ekleyin –devrim iklimini elde edersiniz. Bu koşullar altında bir partinin öznel iradesi, “başat” bir parti bile olsa, yalnızca etkenlerden bir tanesidir, ama hiçbir surette en önemlisi değil.
Bir devrimde, çarpışma anı, her iki tarafın hesaplarından çok, muhalif orduların karşılıklı konumları tarafından belirlenir, hatta bir savaştakinden bile daha fazla. Savaşta, orduların mekanik disiplini sayesinde, herhangi bir çatışma olmaksızın bütün bir orduyu çarpışma alanından uzaklaştırmanın bazen olanaklı olduğu doğrudur; ama yine de, böyle durumlarda askeri komutan, geri çekilme stratejisinin birliklerinin moralini bozup bozmayacağını ve bugünkü çarpışmadan kaçınmakla yarın daha felâket getirici bir çarpışmaya zemin hazırlayıp hazırlamadığını kendisine sormalıdır. General Kuropatkin’in bu noktada söyleyecek pek çok şeyi olabilirdi. Ama gelişen bir devrimci durumda, planlı bir geri çekilme baştan düşünülemez. Bir parti saldırıya geçerken kitleleri arkasına alabilir, ama bu, onları saldırının ortasında dilediği gibi uzaklaştırılabileceği anlamına gelmez. Kitlelere önderlik eden sadece parti değildir: sırası geldiğinde kitleler partiyi ilerletir. Örgüt ne kadar güçlü olursa olsun, bu durum her devrimde meydana gelecektir. Bu koşullar göz önüne alındığında, çarpışma olmaksızın geri çekilmek, partinin kitleleri düşman ateşi altında yüzüstü bırakması anlamına gelebilir.
“Başat” parti olarak sosyal demokratlar, şüphesiz, Aralıkta gericiliğin meydan okumasını kabul etmeye razı olmayabilirler ve, Kuropatkin’in mutlu ifadesini kullanmak gerekirse, “önceden hazırlanmış konumlara,” yani gizliliğe “geri çekilebilirlerdi.” Ama bir genel direnişin olmadığı durumda böyle yapmakla, hükümetin yasal ve yarı-yasal işçi örgütlerini (yaratılmasına bizzat partinin yardımcı olduğu) birer birer paramparça etmesini mümkün kılmış olurlardı yalnızca. Bu, sosyal demokrasinin, devrimden uzak durabileceğine, kendi hatalarının felsefesini yapabileceğine ve tek dezavantajı, artık kimsenin istemediği bir anda üretilmek olan kusursuz planlar hazırlayabileceğine dair şüphe götürür ayrıcalığı için ödediği bedel olurdu. Bunun, partiyle kitleler arasındaki bağların pekiştirilmesine nasıl yardım edeceğini tasavvur etmek kolaydır!
Hiç kimse sosyal demokratların çatışmayı tırmandırdığını iddia edemez. Aksine Petersburg Sovyetinin, 22 Ekimde, kitleler arasında yaygın ajitasyonel ve örgütsel çalışma yapma adına “yeni rejimin” şaşkınlığından ve teredüdünden yararlanmaya kalkışmayarak, bir çatışmayı kışkırtmamak için cenaze törenini ertelemesi, sosyal demokratların inisiyatifiyle oldu. Hükümet, ilk adım olarak Polonya’da sıkıyönetim ilân edip, ülke çapında alelacele yeniden kontrol kurma girişiminde bulunduğunda, Sovyet tümüyle savunma taktiklerini savundu ve Kasım grevi ni açık çatışma aşamasına taşıyacak hiçbir şey yapmadı; bunun yerine grevi bir protesto hareketine dönüştürdü ve bunun ordu ve Polonyalı işçiler üzerindeki muazzam moral etkisiyle yetindi.
Parti, örgütsel hazırlık gereksiniminin farkında olduğu için, Ekim ve Kasımdaki çarpışmadan kaçındıysa da, Aralıkta bu düşünce artık uygun değildi. Söylemeye gerek yok ki, bu hazırlık zaten başarıldığı için değil, hükümet –başka seçeneği de yoktu– Ekim ve Kasımda yaratılan bütün devrimci örgütlülükleri paramparça ederek çarpışmayı başlattığı için. Bu koşullar altında, parti bir kez daha savaşmayı reddetmeye karar vermiş olsaydı ve hatta devrimci kitleleri açık alandan çekebilseydi, sadece çok daha uygunsuz koşullar altında ayaklanma zeminini hazırlıyor olurdu: yani sempatiyle yaklaşan bir basının ve kitle örgütlerinin bulunmadığı ve bir geri çekilmeyi kaçınılmaz olarak izleyen moral bozukluğunun hüküm sürdüğü bir atmosferin hakim olduğu koşullarda.
Marx şöyle yazıyordu[3]:
Savaşta olduğu gibi devrimde de, mücadelenin başarı şansı ne olursa olsun, karar anında herşeyi göze almak kesinlikle gereklidir. Tarihte, bu önermeyi doğrulamayan tek bir başarılı devrim yoktur.… Israrlı bir mücadele sonrasındaki yenilgi, kolayca kazanılmış bir zaferden daha az devrimci öneme sahip değildir.… Her mücadelede, eldiveni yere atan[4] kişinin yenilme riskini göze alması kesinlikle kaçınılmazdır; ama bu, yenilgiyi daha baştan ilân etmek ve kılıç çekmeksizin teslim olmak için bir neden midir?
Devrimde önemli bir mevzinin komutasını elinde tutan ve saldırıya girişen düşmana karşı koyacak yerde onu teslim eden kişi, her zaman bir hain gözü ile bakılmayı hak eder. (Karl Marx , Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim)[5]
Engels , Marx ’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı kitabına yazdığı ünlü Önsöz’de, ayaklanmanın askeri-teknolojik zorlukları (birliklerin demiryoluyla hızla taşınması, modern topların yıkıcı gücü, modern şehirlerin geniş sokakları) karşısında ordunun sınıfsal bileşiminin evriminden hareket ederek, yeni zafer olanaklarını hesap ederken, ciddi yanlış anlaşılmalara açık kapı bırakıyordu. Engels, bir taraftan, devrimci ayaklanmalarda modern tekniğin önemini çok tek yanlı değerlendiriyor, diğer taraftan, ordunun sınıfsal yapısının evriminin ancak orduyla halk arasında doğrudan bir karşı karşıya geliş söz konusu olduğu zaman politik olarak önemli olabileceğini açıklamayı gerekli ya da uygun görmüyordu.
Sorunun her iki yanı üzerine bir şey daha.[6] Devrimin ademi-merkezi doğası, birliklerin sürekli olarak nakledilmesini zorunlu kılar. Engels , demiryolları sayesinde, garnizonların yirmi dört saat içerisinde iki katından daha fazla olabileceğini söyler. Ama gerçek bir kitle ayaklanmasının bir demiryolu grevini kaçınılmaz olarak şart koşacağını gözden kaçırır. Hükümet daha silahlı kuvvetlerini nakletmeye başlayamadan, o –amansız kavgadaki grevci çalışanlarla birlikte– demiryolu hatlarını, lokomotifleri ve vagonları ele geçirmek, trafiği düzenlemek, tahrip olan rayları ve havaya uçurulan köprüleri onarmak zorundadır. En iyi tüfekler ve en keskin süngüler bütün bunlar için yeterli değildir; ve Rus devriminin deneyimi, en küçük başarının bile bu yönde yirmi dört saatten çok daha fazlasını gerektirdiğini gösterir.
Ayrıca hükümet, silahlı kuvvetlerin nakline girişmeden önce, ülkedeki durumu bilmelidir. Telgraf, haber akışını, demiryollarının taşımayı hızlandırmasından çok daha geniş ölçüde hızlandırır. Ama yine buradaki bir ayaklanma, posta ve telgraf grevini ön varsayar ve doğurur. Eğer ayaklanma, posta ve telgraf çalışanlarını kendi tarafına çekemezse –bu devrimci hareketin zayıflığına tanıklık eder!– yine de telgraf direklerini devirebilir ve telleri kesebilir. Bu her iki taraf için de zararlı olsa da, asıl gücünü kesinlikle otomatik olarak işleyen bir örgütten almayan devrimin kaybı devletten çok daha az olmaya devam eder.
Kuşku yok ki, telgraf ve demiryolları, modern merkezi devletin elindeki güçlü silahlardır. Ama bu silahların her iki tarafı da keskindir. Ve, toplumun ve bir bütün olarak devletin varlığı, proleter emeğin devamlılığına bağlıyken, demiryolları ve posta ve telgraf servisi söz konusu olduğunda bu bağımlılık çok daha aşikârdır. Raylar ve teller hizmet vermeyi reddeder etmez, hükümet aygıtı, aralarında hiçbir nakliye ya da iletişim aracı (hatta en ilkel olanları bile) olmayan ayrı parçalara bölünür. Öyle olur ki, daha yetkililer yerel bir garnizonu “iki katına çıkarma”yı başarmadan, işler epeyce yol kateder.
Bir ayaklanma, hükümeti, birliklerin naklinin yanı sıra, askeri teçhizatın nakli sorunuyla da yüz yüze bırakır. Bir genel grevin bu konuda yarattığı zorlukları zaten biliyoruz; ama buna ayrıca, askeri malzemelerin isyancılarca ele geçirilmesi riski de eklenmelidir. Devrimin niteliği ne kadar ademi-merkezi olur ve kitleler devrime ne kadar fazla çekilirse bu risk o kadar gerçek hale gelir. Moskova istasyonlarındaki işçilerin, bazı uzak harekât alanlarına taşınan silahları ele geçirdiklerini gördük. Benzer eylemler pek çok yerde meydana geldi. Kuban bölgesindeki isyancı Kazaklar, bir tüfek sevkiyatını engellediler. Devrimci askerler mühimmatı isyancılara teslim ettiler, vs.
Elbette, herşey söylenip yapıldığında, isyancıların hükümet birlikleri üzerinde katıksız bir askeri zaferi sorunu söz konusu olamaz. İsyancılar fiziksel olarak daha güçlü olmak zorundadır ve sorun daima birliklerin ruh haline ve tavrına indirgenmelidir. Barikatların her iki tarafındaki güçler arasında sınıfsal akrabalık olmaksızın, devrimin zaferi, günümüzün askeri teknolojisi düşünüldüğünde gerçekten olanaksız olurdu. Fakat diğer taraftan, ordunun “halkın yanına geçmesi”nin barışçıl, kendiliğinden bir gösteri biçimini alabileceğine inanmak, çok tehlikeli bir yanılsama olurdu. Ölüm-kalım sorunuyla karşı karşıya kalan egemen sınıflar, ordunun sınıfsal bileşimine ilişkin kuramsal düşünceler yüzünden kendi konumlarından asla isteyerek feragat etmezler.
Her devrimin en büyük bilinmezi olan ordunun politik ruh hali, ancak askerlerle halk arasındaki bir çatışma sürecinde belirlenebilir. Ordunun devrim kampına geçmesi manevi bir süreçtir; ama bu sürecin yolu yalnız manevi araçlarla açılamaz. Ordu içinde farklı güdüler ve davranışlar bir araya gelir ve kesişir; çoğunluk tereddüt eder ve dışardan gelen bir etkiyi beklerken, yalnızca bir azınlık bilinçli olarak devrimcidir. Bu çoğunluk, ancak halkın zaferinin olabilirliğine inanmaya başlarsa, silahlarını bırakabilir ya da sonunda süngülerini gericiliğe doğrultabilir. Böyle bir inanç tek başına politik bir ajitasyonla yaratılamaz. Ancak askerler, halkın bir ölüm-kalım mücadelesi için sokaklara çıktığına –hükümete karşı gösteri yapma amacıyla değil, onu yıkma amacıyla– ikna oldukları zaman, “halkın yanına geçmek” onlar için psikolojik olarak olanaklı hale gelir.
Bu yüzden bir ayaklanma, özünde orduya karşı bir mücadeleden çok ordu için bir mücadeledir. Ayaklanma ne kadar inatçı, uzun erimli ve başarılıysa, birliklerin tutumundaki temel değişiklik o kadar olası –gerçekte kaçınılmaz– olur. Devrimci grev temelinde gerilla mücadelesi, Moskova’da gördüğümüz gibi, aslında zafere ulaşamaz. Ama ordunun ruh halini yoklama olanağını yaratır ve ilk önemli zaferden sonra –yani garnizonun bir bölümü bir kez ayaklanmaya katıldığında– gerilla mücadelesi, birliklerin silahlı ve silahsız halk tarafından desteklenen bir kesiminin, kendisini evrensel bir nefret çemberi içinde bulacak olan diğer kesimle savaşacağı bir kitle mücadelesine dönüştürülebilir. Karadeniz Filosunda, Kronştad ’da, Sibirya’da, Kuban bölgesinde, daha sonra Sveaborg’da ve diğer birçok yerde gördük ki, ordunun sınıfsal, moral ve politik heterojenliği, birliklerin halkın yanına geçmesine neden olduğunda, bunun ilk önce ordu içinde iki karşıt kamp arasında bir mücadele anlamına gelmesi zorunludur. Bütün bu durumlarda, militarizmin en modern silahları –tüfekler, makineli tüfekler, kale ve sahra topları, savaş gemileri– sadece hükümetin elinde değil, devrimin hizmetinde de bulunur.
Bir İngiliz gazeteci olan Bay Arnold White, 9 Ocak 1905 Kanlı Pazar deneyimi temelinde parlak bir sonuca vardı, ona göre eğer XVI. Louis’nin elinde birkaç Maxim tüfeği[7] bataryası olsaydı, Fransız devrimi gerçekleşmeyecekti. Devrimlerin tarihsel şanslarının tüfeklerin kalibresiyle ya da tabancaların çapıyla ölçülebileceğine inanmak, ne acıklı bir boş inanç! Rus devrimi bir kez daha gösterdi ki, insanlar tüfekler, tabancalar ve savaş gemileri tarafından yönetilemez: son tahlilde, tüfekler, tabancalar ve savaş gemileri insanlar tarafından kontrol edilir.
11 Kasımda, şimdi Durnova-Witte bakanlığı olan Witte-Durnova bakanlığı, bir seçim yasası yayınladı. Kara amirali Dubasov ’un Presnya sokaklarında St. Andrew bayrağının onurunu yeniden tesis ettiği bir dönemde, hükümet, bir yandan mülk sahipleri, diğer yandan monarşiyle bürokrasi arasında uzlaşma sağlamak üzere yasal bir yol açmak için acele ediyordu. Bu andan itibaren iktidar mücadelesi, özünde devrimci olsa bile, anayasalcılık kılığı altında gelişti.
İlk Dumada Kadetler , kendilerine halkın önderleri süsünü verdiler. Şehir proletaryası haricindeki halk kitleleri hâlâ karmakarışık bir muhalif ruh hali içinde oldukları ve seçimler aşırı sol partiler tarafından boykot edildiği için, Kadetler kendilerini Dumada durumun hakimi olarak buldular. Onlar tüm Rusya’yı “temsil ediyorlardı”: Liberal toprak sahipleri , liberal tüccarlar, avukatlar, doktorlar, devlet memurları, dükkâncılar, tezgâhtarlar, hatta kısmen köylüler. Kadet önderliği, eskisi gibi toprak sahiplerinin, profesörlerin ve avukatların elinde kalsa da, parti, diğer bütün sorunları geri plana iten kırın çıkarlarının ve ihtiyaçlarının basıncı altında, sola dönüyordu. Böylece Dumanın feshedilmesine ve daha sonra liberal gevezeler için uykusuz gecelerin yolunu açan Vyborg bildirgesine geldik.
Kadetler ikinci Dumaya daha küçük sayılarla döndüler, ama Milyukov ’un da kabul ettiği gibi, onlar şimdi sadece sokaktaki hoşnutsuz adam tarafından değil, kendisini soldan ayırmak, yani oyunu daha bilinçli olarak karşı-devrimci platforma vermek isteyen seçmen tarafından desteklenme avantajına sahiptiler. Şehir küçük burjuvazisi, ticaret proletaryası, ve sıradan aydınlar şimdi sol kanat partilere oy veriyordu, oysa toprak sahipleri nin ana çoğunluğu ve büyük sermayenin temsilcileri aktif gericilik kampına geçmişti. Toprak sahiplerinin bir bölümü ve şehir nüfusunun orta katmanları Kadetleri izliyordu. Köylü ve işçi temsilcileri onların solunda bulunuyorlardı.
Kadetler , hükümetin orduya asker alma planına oy verdiler ve bütçeye oy verme sözü verdiler. Aynı şekilde, devletin bütçe açığını kapatmak için yeni borçlanmalara oy vereceklerdi ve tereddüt etmeksizin, otokrasinin eski borçlarının sorumluluğunu üstleneceklerdi. Konuşmacı kürsüsünde liberalizmin tüm iktidarsızlığını ve değersizliğini cisimleştiren o acınası Golovin , Duma feshedildikten sonra, hükümetin, Kadetlerin tavrını, kendisinin muhalefet üzerindeki zaferi olarak yorumlaması gerektiğini söylüyordu. Tamamen haklıydı. Bu koşullar altında, Dumanın feshedilmesi için hiçbir nedenin olmadığı düşünülebilirdi: yine de Duma feshedildi. Bu, liberalizmin politik argümanlarından daha güçlü bir kuvvetin varolduğunu kanıtlar. Bu kuvvet devrimin iç mantığıdır.
Hükümet, Kadetlerin ağır bastığı Duma ile mücadele ederken kendi gücünün hissiyle giderek daha fazla doldu. O bu sahte parlamentoyu, çözüm talebinde bulunan tarihsel bir meydan okuma olarak değil, zararsız kılınması gereken politik hasımların meclisi olarak görüyordu. Politikayı daha çok yüksek mahkeme öncesi görülecek bir davaymış gibi değerlendiren bir avuç avukat, hükümetin rakipleri ve iktidar taliplileri olarak sahneye çıkmışlardı. Bunların politik belâgatı, hukuki uslamlamalar ile sahte-klasik lafebeliği arasında salınıyordu. Askeri mahkemeler üzerine tartışmada iki parti karşı karşıya geldiler. Liberallerin geleceğin adamı olarak gördükleri Moskovalı avukat Maklakov, hukuki eleştiriyi, askeri adalete ve onunla birlikte hükümetin politikasının bütününe yıkıcı biçimde uyguladı. Stolipin , “fakat askeri mahkemeler yasal bir kurum değildirler” diye karşılık verdi. “Bunlar bir mücadele silahıdır. Siz bu silahın yasaya uygun olmadığını kanıtlamak istiyorsunuz. Pekâlâ, o kısa vadeli çıkarlara uygundur. Yasa kendinde bir amaç değildir. Devletin varlığı tehdit edildiğinde, hükümet, yasal düşünceleri bir kenara bırakma ve kendi iktidarının maddi silahlarını kullanma hakkına sahip olmakla kalmaz, buna yükümlüdür de.”
Yalnızca hükümet darbesinin değil halk ayaklanmasının da felsefesini ifade eden bu yanıt, liberaller arasında son derece büyük bir sıkıntıya yol açtı. Hakkın güçten daha kuvvetli olduğuna bin bir yemin eden liberal gazeteciler “ne işitilmedik bir itiraf!” diye çığlık attılar.
Şimdiye kadar bunların tüm politikası, hükümeti bunun tersine ikna etmeye tasarlanmıştı. Defalarca geri çekildiler. Dumayı feshedilmekten kurtarmak için bütün haklarından feragat ettiler, ve böylece, tartışmanın ötesinde, gücün haktan daha kuvvetli olduğunu kanıtladılar. Bu koşullar altında hükümetin iktidar silahlarını sonuna kadar kullanmayı sürdürmek için teşvik edildiğini hissetmesi muhakkaktı.
İkinci Duma feshedilmişti. Şimdi 17 Ekim Birliğinde kişileşen muhafazakâr ulusal liberalizm , devrimin halefi olarak ortaya çıkmaktadır. Kadetler kendilerini devrimin görevlerinin mirasçısı olarak görmektedirler. Oktobristler gerçekte Kadetlerin yatıştırma taktiklerinin mirasçısıydı. Bununla birlikte Kadetler Oktobristleri gizliden gizliye küçümsüyorlardı, Oktobristler Kadetlerin vaatlerinden yalnızca mantıksal sonuçlar çıkarıyorlardı: desteğini devrimden almıyorsan, Stolipin ’in anayasalcılığından almak zorundasın.
Kuropatkin’in ve Stessel’in Savunma Departmanına ilişkin reform vaatleri, yeni apoletlerden, yaka şeritlerinden ve şapkalardan öte bir anlam taşımadığı halde, üçüncü Duma , Çarlık hükümetine ordu için 456.535 acemi er verdi. Ülkenin yüzde yetmişini, olağanüstü yasaları bir cellâdın ilmiği gibi kullanan satraplara teslim eden ve geriye kalan yüzde 30’nun da “normal” yasalar temelinde asılmasını ve boğazlanmasını serbest bırakan İçişleri Bakanlığının bütçesini onayladı. Hükümetin 87. Fıkraya dayanarak yayınladığı ünlü 9 Kasım 1906 fermanının bütün temel hükümlerini kabul etti. Amacı, mülkiyet sahiplerinin güvenilir kaymak tabakasını köylülükten ayırmak ve geri kalanların tümünü terimin biyolojik anlamında doğal ayıklanma sürecine terk etmekti. Gericilik, köylülüğün çıkarı için toprak sahipleri nin topraklarına el koymak yerine, kulakların çıkarı için topluluk-mülkiyetindeki köylü topraklarına el koydu. “9 Kasım yasası”, diyordu üçüncü Dumadaki aşırı gericilerden biri, “bütün Rusya’yı havaya uçurmaya yetecek kadar patlayıcı gaz içermektedir.”
Bir kez daha durumun sınırsız hakimleri olarak ortaya çıkan soyluluk ve bürokrasinin uzlaşmaz tutumlarıyla tarihsel bir çıkmaza sürüklenen burjuva partiler, kendi konumlarının ekonomik ve politik çelişkilerinden bir çıkış yolu arıyorlar –emperyalizmde. İçteki yenilgilerini, dışişlerinde telâfi etmeye çalışıyorlar; Uzak Doğu’da (Amur demiryolu ), İran’da ve Balkanlarda. Bosna-Hersek’in sözde “ilhakı”, Moskova ve Petersburg’da, yurtseverliğin bütün eski döküntülerinin sağır edici şakırtılarıyla karşılandı. Eski düzene tüm burjuva partilerden daha muhalif olduklarını iddia eden Kadet partisi, şimdi militan “neo-Slavizm”in başını çekiyor; Kadetler , devrimin çözmeden bıraktığı sorunları kapitalist emperyalizmin çözeceğini umuyorlar. Toprak sahiplerinin topraklarına el konulması ve toplumsal sistemin demokratikleştirilmesi düşüncesini –çiftçi köylülük aracılığıyla kapitalist gelişme için istikrarlı bir iç pazarın oluşturulması umudunun terk edilmesi anlamına gelen bu düşünceyi– fiilen terk etmek zorunda kalan Kadetler, umutlarını dış pazarlara bağlamaktadırlar. Bu doğrultuda başarı elde edilmesi için, güçlü bir devlet iktidarı zorunludur; ve liberaller bu iktidarın gerçek sahibi olan Çarlığa aktif destek vermek zorunda kalmaktadırlar. Milyukovların muhalif renklere boyanmış emperyalizmi, üçüncü Dumanın tam göbeğinde bulunan otokratik bürokrasinin, vahşi toprak sahipliğinin ve asalak kapitalizmin bu iğrenç karışımı için bir tür ideolojik kozmetik olarak hizmet eder yalnızca.
Bütün bunların bir sonucu olarak ortaya çıkan durum, şu anda en umulmadık sonuçlara yol açabilir. Gücünün ününü Tsuşima sularına ve Mukden savaş alanlarına gömen bu hükümet; maceracı politikalarının korkunç sonucuna katlanan bu aynı hükümet, şimdi ansızın, “ulusun” temsilcileri tarafından yurtseverce desteklendiğini görüyor. Hiç zorlanmaksızın, yarım milyon yeni asker ve kendi genel askeri harcamaları için yarım milyar ruble elde ediyor; ve üstüne üstlük, Uzak Doğu’daki yeni maceraları için Dumanın desteğini alıyor. Bundan da öte: dış politikada yeterince etkin olmadığı için, sağ ve sol tarafından, Kara Yüzler ve Kadetler tarafından ciddi biçimde eleştiriliyor. Olayların mantığı böylece, hükümeti, uluslararası prestijinin onarılması için savaşın tehlikeli yoluna sürüklüyor. Kim bilir? Belki de, otokrasinin kaderi Petersburg ve Varşova sokaklarında nihai ve geriye dönüşsüz bir şekilde belirlenmeden önce, Amur kıyılarında ya da Karadeniz sahilinde bir kez daha teste tâbi tutulur.
[1] Schiller’in The Conspiracy of Fiesco in Genoa oyunundaki bir satıra gönderme: “Moor kendi işini yaptı, Moor gidebilir.” (İngilizceye çevirenin notu)
[2] Orijinalinde littérateur olarak kullanılmış (ç.n.)
[3] Bu metin gerçekte Marx’ın adıyla Engels tarafından yazılmıştır.
[4] Düelloyu kabul eden anlamında. (ç.n.)
[5] Bkz. Marx-Engels, “Almanyada Devrim ve Karşı-Devrim”, Seçme Yapıtlar içinde, Sol Y., 1. Baskı, c.1, s.433-434
[6] Bununla birlikte, açıkça ifade edilmelidir ki, Engels Önsözünde yalnızca Alman olaylarını gözönünde bulundurmuştur, oysa bizim düşüncelerimiz Rus devrimine dayanmaktadır. (İkna edici olmayan bu not, tamamen sansür nedenleri yüzünden Almanca metne koyulmamıştır. Yazar)
[7] Hiram Stevens tarafından 1884’te yapılan ilk otomatik tüfek. (ç.n.)
link: Lev Troçki, Özet, Ekim 1909, https://marksist.net/node/1437