Birkaç gün önce açıklanan polis raporu, 1 Haziran 2013’te gerçekleştiği iddia edilen “Kabataş saldırısı”nın aslında nasıl da kuyruklu bir yalan olduğunu net biçimde ve üstelik resmi ağızdan itirafla ortaya koydu. Devlet dahi kabul etmek zorunda kaldı ki, “belden yukarıları çıplak, ellerinde deri eldivenler, başlarında siyah bandanalar bulunan 80-100 kişilik grup” başörtülü bir kadını dövmemiş ve üzerine idrarını yapmamış!
Ancak düzmece olduğu baştan belli olan bu iddianın “ispatlanabilmesi” için yüzlerce insan sırf o an bölgeden geçtikleri için gözaltına alındı, teknik takibe uğradı, “makul şüpheli” haline geldi. Polis tanık ve sanık bulmak için fellik fellik insan avına çıktı. Gezi eylemlerine katılan yüzlerce kişinin fotoğrafı MOBESE kayıtlarından taranarak tespit edildi ve bu insanlar olayla ilişkilendirilmeye çalışıldı. O güne ait sosyal medya kayıtlarının tümü taranarak bir “delil” bulunmaya uğraşıldı. Bizzat Erdoğan tarafından seferber edilen İstanbul polisi, olayın 6 saat öncesine ve sonrasına ait toplam 2650 saatlik kaydı inceledi. Olay yerinin de içinde yer aldığı 8 kilometrelik bir hatta bulunan tüm işyerleri ve kamu kurumları ile görüşüldü.
Benzer şekilde ortaya atılan diğer bir iddia da “camiye ayakkabılarıyla girdiler, bira içtiler” yalanı üzerine kurulmuştu. Yine dönemin başbakanı Erdoğan çıkıp “görüntüleri Cumaya” demişti. Fakat aradan iki yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen ne bu görüntüler ortaya kondu ne de başka bir kanıt. Daha ilk günden itibaren böyle bir olay olmadığını açıkça söyleyen cami müezzini ise saatlerce baskı altında sorgulandı ve istenilen yönde beyanat vermeye zorlandı, gerçeği söylemekte direnince de sürüldü. İleri sürülen tek kanıt, kimin tarafından bırakıldığı belli olmayan ezilmiş bir bira kutusuydu. Bu yalan iddiayı gerçek kılmak, yani uyduruk görüntü ve deliller yaratmak için de polis çok çabaladı ama çabaları sonuçsuz kaldı.
Yalanlarla, safsatalarla toplumda istediği yönde bir algı yaratmaya uğraşan Erdoğan’ın talimatıyla polis, Gezi protestocularını yakalamak, suçlamak, karalamak ve kamuoyunda küçük düşürmek için olağanüstü bir çaba harcadı. Ama sıra Berkin Elvan gibi, Ali İsmail Korkmaz gibi, Ethem Sarısülük gibi gençleri katledenlerin ortaya çıkarılmasına ve cezalandırılmasına gelince iş tersine döndü. Devlet, katiline, polisine, üstelik “kahraman” diyerek sahip çıktı. “Terörist”, “marjinal” ilan edilen bu gençler için “ölmeyi hak ediyorlar” demeye getirildi. MOBESE görüntüleri kayboldu, bulundu ama bir türlü “incelenemedi”, incelendi ama “bir şey yok” dendi. Yetmedi deliller karartıldı, bilirkişi raporları görmezden gelindi, duruşma yapılacak mahkeme salonu “bulunamadı”, göz önündeki failler duruşmalara “getirilemedi”, süreç uzatıldıkça uzatıldı.
Yalanlar aydınlatılıp failler cezalandırılmadığı için devletin cumhurbaşkanı, başbakanı, valisi yalanlar söylemeye, polisi gençleri öldürmeye devam etti. Özellikle Kobanê protestoları sırasında ve sonrasındaki günlerde, Kürt illerinde onlarca genç, hatta çocuk, kimisi alınlarından vurularak katledildiler. Tabii devlet bunların faillerini bulmak ya da bu saldırıları engellemek için de hiç bir şey yapmadı, yapmayacak. Halen Diyarbakır, Cizre sokaklarında polis panzerleri, Akrepler, plakasız bir şekilde dolaşıyor, terör estirmeye devam ediyor.
Devletin (ve hükümetin) başı Erdoğan, sarayında topladığı muhtarların karşısında utanmadan, sıkılmadan Kabataş yalanını sürdürmeye devam ediyor. Türkiye’yi adım adım bir polis devletine dönüştüren uygulamalar apaçık ortada iken, kendisini diktatörlükle suçlayanlara kızarak, “ben seçimle geldim” diyor. Sanki seçimle gelenler diktatörleşemez, sanki tarihte bunun örnekleri yokmuş, sanki demokrasi sandıktan ve seçimden ibaretmiş gibi… Erdoğan kendisine muhalefet edenleri, protesto gösterileri düzenleyenleri ise ülkeyi geriye götürmekle itham ediyor. Tıpkı bir zamanlar Özal’ın yaptığı gibi 12 Eylül öncesini hatırlatarak gözdağı veriyor. Her türlü provokasyonla ortalığı karıştırmaya çalışanlar MİT’in ve polisin örgütlediği faşist çeteler değilmiş gibi, muhalefeti üniversiteleri karıştırmakla suçluyor. 305 milyar fidan diktikleri halde (!) kendilerine çevreyi katlettikleri yönünde iftira atıldığını söylüyor. Sanki Türkiye’nin her yerini şantiye alanına çeviren, yeşili katledip her yeri beton bloklarla dolduran, HES’ler yapacağız diye dereleri kurutan, altın madenleri için ormanları yok eden kendileri değilmiş gibi…
Muhtarlarla yaptığı toplantıda Erdoğan utanmadan çıkıp “kadına şiddet insanlığa ihanettir” diyor. Özgecan cinayetiyle toplumda oluşan hassasiyeti kullanarak idam cezasını tekrar gündeme getiriyor. Sanki idam cezası çıksa asıl olarak devrimcilere, sosyalistlere, Kürtlere ve muhaliflere uygulanmayacakmış gibi… Sokağa çıkan, hakkını arayan herkesi “terörist” ilan ediyor. Göstericilerin elindeki sapanı veya taşı, polisin elindeki silahlarla bir tutuyor. “Maske takan teröristtir” buyuruyor. Sırf bir gösteriye katıldığı için, okulda afiş astığı için, saçını kazıttığı ya da halay çektiği için gençlerin okuldan atılarak öğrenim haklarının gaspedilmesine, yıllarca hapis cezası almalarına cevaz veriyor.
Ondan cesaret alan bir belediye başkanı da kalkıp, polisin bile bir şey çıkartamadığı Kabataş görüntülerinin içinden, güya “başörtülü bacısına” yönelik saldırıların olduğu bölümlerin silindiğini söylüyor. Saldırıya uğradığı ileri sürülen kadınla röportaj yapıp bu yalanların yayılmasında önemli bir rol üstlenen yandaş gazetecinin avukatı bile tüm iddiaların düzmece ve yalan olduğunu itiraf ederken, AKP’li belediye başkanı kendilerine yönelik “algı operasyonu” yapıldığını iddia edecek kadar pervasızlaşıyor. Bu arada Sabah gazetesi “üstün” bir gazetecilik örneği sergileyerek uyduruk grafiklerle olayın gerçek olduğunu tekrar ispata girişiyor.
Erdoğan ve yandaşları, bu yalanlarla, kendilerine yönelik her muhalefet hareketinin aslında Türkiye’nin önünü kesmek isteyenlerin, AKP’nin başarılarını çekemeyenlerin, dış mihrakların komplosu olduğuna kendi tabanlarını inandırmak istiyorlar. Köşeye sıkıştıkça kutuplaşmayı derinleştirmeye, gerginliği tırmandırmaya çalışıyorlar. Halkın, işçi ve emekçilerin biriken tepkilerinin kendilerine yönelmesini engellemek için, yalanlarla, safsatalarla hedef saptırmaya; sahte karşıtlıklarla düşmanlıklar yaratmaya, işçi ve emekçileri bölmeye çalışıyorlar.
Üstelik şimdi işin içine seçim süreci de girmiştir. Seçimlere parti olarak katılacağını açıklamış olan HDP’nin barajı aşması işten bile değildir. Bu yüzden de Erdoğan ve AKP elindeki tüm olanaklarla HDP’ye yönelik bir karalama kampanyası yürütüyor. Bu karalama kampanyasında da bol bol yalanlara ve safsatalara başvuruluyor. Kürt hareketinin içinde ikilik çıkarılmaya çalışılıyor. Bu yolla Erdoğan, AKP tabanındaki Kürtlerin HDP’ye kaymasını engellemeye çalışıyor. Bizzat Kürtleri hedef alan saldırılar, kanlı provokasyonlar tezgâhlanarak halklar karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor.
Ama artık mızrak çuvala sığmıyor… Erdoğan’ın ve yandaşlarının ardı ardına sıraladıkları bu yalanlar artık eskisi kadar tutmuyor. Tutmadıkça onlar da daha fazla ve daha büyük yalanlar söylemek zorunda kalıyorlar. Paralel yapı, darbe tehdidi, komplo, montaj diye ortaya attıkları safsatalarla günü kurtarmaya uğraşıyorlar. Ama her şeye rağmen işlerinin kolay olmadığını görüyorlar. Gittikçe saldırganlaşmaları ve neredeyse her gün yeni bir yalanla, safsatayla gündemi değiştirmeye çalışmaları bundandır.
link: Kerem Dağlı, Mızrak Çuvala Sığmıyor, 14 Mart 2015, https://marksist.net/node/4031
AKP’nin “Yardım” Kılıfındaki Emperyalist Politikaları
Erdoğan’ın “Hız” Tutkusu