Burjuva ideologların krizin artık geride kaldığı yolundaki manipülatif yorumları, ABD ve Japonya’ya ilişkin yeni verilerin açıklanmasıyla birlikte yerini gerçeklerin zorunlu itirafına bırakmış bulunuyor. Zira, uzun bir süredir sürünme modunda ilerleyen büyüme oranlarına, özellikle ABD’de yeniden artışa geçen işsizlik rakamları eşlik ediyor. Elif Çağlı, 2008 Martında kaleme aldığı bir yazısında, ekonomik göstergelerin burjuva iktisatçıları her geçen gün daha ciddi endişelere sürükleyeceğini belirterek şöyle diyordu:
“Kapitalist sistem artık tarihsel bir gerileme ve durgunluk eğilimi içine girmiş bulunuyor. Bu eğilim, kapitalist ekonomideki kısa dönemli iniş çıkış döngülerinin çok ötesine geçen uzun dönemli bir düşüş dalgası yaratmıştır. Kapitalist işleyişin olağan periyodik krizlerinden ayırt etmek ve çarpıcı biçimde ifade etmek gerekirse, bu bir sistem krizidir. Bugün dünyanın içinde bulunduğu durum bu tespitlerimizin doğruluğunu ayan beyan gözler önüne seriyor. Ekonomik göstergeler, burjuva iktisatçıları küresel durgunluk ve küresel kriz konusunda her geçen gün daha da ciddi endişelere sürükleyecek nitelikte.”[*]
Nitekim geçtiğimiz yıl, burjuva iktisatçıların büyük bir bölümü “krizden çıkıyoruz” söylemine sarılırken ve “U şeklinde mi, V şeklinde mi çıkacağız”ı tartışırken, şimdilerde “ikinci dip” beklentileri çok daha geniş bir kesim tarafından dillendiriliyor. Eylül ayı başında gerçekleştirilen ve devlet başkanlarının, büyük sermayenin ve iktisatçıların katıldığı Ambrosetti Ekonomi Forumunda da ABD, Japonya ve pek çok Avrupa ülkesinin belirgin bir ikinci dip riski ile karşı karşıya olduğunun altı çizildi. Trilyonlarca dolarlık teşvik ve kurtarma paketlerinin sona ermesi, bu paketlerin yarattığı devasa borç yükü ve bütçe açıkları, Çin’in ve gelişmekte olan ülkelerin ihracata olan aşırı bağımlılığı, dolar karşısında aşırı değerlenen euro nedeniyle AB ülkelerinin rekabet gücünü kaybetmesi, gelişmiş ülkelerde doruğa tırmanan işsizlik gibi unsurların büyük bir tehdit oluşturduğuna da dikkat çekildi. Forumun bu yılki toplantılarına katılan ve “ekonomi kurmaylarının elindeki silahların artık tükenmeye başladığını” söyleyen Nouriel Roubini de, maliye politikasının borç sorunu nedeniyle köşeye sıkıştığını vurguluyordu. Mevcut küresel krizi tahmin edip uyarıda bulunduğu için “kâhin” lakabıyla anılan profesör Roubini, ABD ve Avrupa ekonomilerinin ikinci bir dipten kurtulmaya çalışmak için atacakları tüm adımlara rağmen durgunluğun süreceğini ve ABD’de 400’den fazla daha bankanın batacağını da dillendirmekteydi.
Türkiye’de burjuva iktisatçıların ve hükümetin yüzü Eylül ortasında açıklanan 2. çeyrek büyüme oranlarıyla güledursun, Türkiye’nin de bu sarsıntılı sürecin dışında kalması düşünülemez elbette. Nitekim devlet bakanı Ali Babacan, bu rakamlar açıklanmadan bir iki hafta önce, küresel krizde ikinci dalganın muhtemel olabileceğini söyleyerek uyarılarda bulunmuştu. “2009’da yaşadığımız kriz İkinci Dünya Savaşının maliyetinden daha yüksek ve bu kadar yüksek maliyetin oluşturduğu borç yükünün temizlenmesi de çok uzun zaman alacak” diyen Babacan, “dışarıda olacak depremlerin artçıları mutlaka bizi de etkiler” demek zorunda kalmıştı.
Sermaye sınıfı bugünlerde Türkiye’nin büyüme oranıyla övünüyor. Ancak bu büyümenin, işgününün fiilen 12 saate çıkartılarak, ücretler düşürülerek, iki hatta üç işçinin yapacağı iş bir işçiye yaptırılarak, dolayısıyla işçi sınıfını korkunç sömürü koşulları altında çalışmaya mahkûm ederek sağlandığından hiç söz etmiyorlar. Aynı şekilde, AKP hükümeti işsizlikteki %2,5’lik düşüşü allayıp pullayıp emekçi kitlelerin gözüne sokuyor ama 2,8 milyon işçinin işsizlik girdabında boğulmaya devam ettiğini gözlerden saklıyor.
Kriz değil “resesyon”muş!
1929’daki büyük krizi çağrıştırmamak için kriz sözcüğünü kullanmaktan köşe bucak kaçan burjuvazi, 2007’den bu yana yaşanan krizi de “Büyük Resesyon” olarak adlandırarak kitleleri aldatmaya çalışıyor. Burjuvaziye göre, üç yıldan bu yana kriz değil, resesyon yani durgunluk yaşanıyor; ama “büyük”çe bir resesyon!
ILO ve IMF’nin 13 Eylülde Oslo’da düzenledikleri ortak konferans öncesinde yayınladıkları raporda da, yaşanan küresel ekonomik krizden ısrarla “Büyük Resesyon” olarak söz ediliyor. Konferansta, 2007’den bu yana 34 milyon kişinin işsiz kaldığı, işsiz sayısının dünya ölçeğinde 210 milyona yükseldiği, işsizlikteki artışın büyük bir bölümünün gelişmiş ülkelerde yaşandığı, örneğin ABD’de 2007’den bu yana 7,5 milyon işçinin işsiz kaldığı dile getiriliyor. 15-24 yaş arası genç nüfusta işsizliğin ileri yaş grubuna göre 2,5 kat yüksek olduğu ve bunun daha önceki “resesyon”lardan daha yüksek bir oran olduğu saptanıyor. 6 aydan fazla işsiz kalanların oranı her kriz döneminde artarken, bu krizde bu oranın çok daha yüksek seyrettiğine ve alarm zillerinin çaldığına dikkat çekiliyor. Örneğin ABD’de her iki işsizden birinin 6 ay ya da daha fazla işsiz kaldığı belirtiliyor.
Yapılan araştırmaların, kısa süreli işsizliğin kalp krizi ve strese bağlı diğer hastalıklardan ölüm oranlarını arttırdığını, uzun süreli işsizliğin ise ortalama yaşam süresini 1 ilâ 1,5 yıl azalttığını tespit ettiği de raporda dile getirilen olgular arasında yer alıyor.
Mevcut krizde, ücretlerin düştüğünü, kuralsız çalıştırmanın ve geçici işçiliğin yaygınlaştığını, sosyal hak kayıplarının katlamalı bir şekilde arttığını, yüz milyonlarca işçi zaten yaşarak görüyor. Gerek ücretlerin düşmesi gerekse yaygın işsizlik, geniş emekçi yığınlara artan yoksulluk olarak yansımakta. Örneğin “rüyalar ülkesi” ABD’de, resmi veriler, bir önceki yıl %13,2 olan yoksulluk oranının 2009 yılında %14,3’e çıktığını ve ülkedeki her 7 kişiden birinin yoksul haline geldiğini gösteriyor. ABD Nüfus Bürosu, yoksul sayısının 39,8 milyondan 43,7 milyona yükseldiğine ve bunun son 51 yıldır en yüksek yoksulluk rakamı olduğuna işaret ediyor. Büro, sağlık sigortası olmayan Amerikan vatandaşlarının oranının %16,7’ye yükseldiğine ve 2008’de 46,3 milyon olan sağlık sigortası bulunmayanların sayısının geçen yıl 50,7 milyona çıktığına da dikkat çekiyor. Ağustos ayında 95 binden fazla konutun bankalar tarafından haczedilmesi de, krizin yol açtığı işsizliğin ve yoksullaşmanın önemli göstergelerinden biri. Kredi borçlarını ödeyemeyen işçiler, evlerine bankalar tarafından el konulması nedeniyle sokağa atılıyorlar. Bu yıl 1,2 milyon evin bankaların mülkiyetine geçeceği tahmin ediliyor. Bu sayının 2005 yılında 100 bin olduğu dikkate alınırsa, krizin bitmekte mi yoksa daha da derinleşmekte mi olduğu net bir şekilde görülebilir.
En gelişmiş kapitalist ülkede durum buyken, dünyanın geri kalanını tahmin etmek güç değil. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütünün açıkladığı rapora göre, dünyada 925 milyon insan kronik açlık çekiyor. Gıdasızlık yüzünden her 6 saniyede bir çocuk yaşamını yitiriyor. 1,2 milyar insan ise yoksulluk sınırının altında kalan bir gelirle yaşam mücadelesi veriyor. Sanayileşmiş ülkelerin üçte ikisinde yoksulluk oranı önlenemez bir artış gösteriyor.
Burjuvazi yıllardır izlediği neo-liberal politikalarla sömürü koşullarını daha da ağırlaştırırken, kriz bahanesiyle işçi sınıfını limon gibi ezmektedir. Taşeronlaşma, geçici sözleşmeler, sendikasızlaştırma, esnek çalıştırma adı altında kuralsız çalışmanın dizginsiz boyutlara ulaşması, aynı zamanda sosyal güvencenin ve sosyal hakların gasp edilmesini, çalışma saatlerinin alabildiğine uzamasını ve büyük işçi kitlelerinin patronların istediği anda kapı önüne konmasını da beraberinde getirmektedir. Gelir dağılımındaki eşitsizlik her geçen yıl daha da bozulurken, burjuvazi daha da zenginleşmekte, işçi sınıfıysa bir kat daha yoksullaşmaktadır. ABD’de en zengin %1’lik kesimin toplam gelirden aldığı pay 1976’da %9 iken, 2007’ye gelindiğinde bu oranın %23,5’e çıkmış olması bunun en çarpıcı göstergelerinden biridir. Krizle birlikte tüm dünyada bu uçurum iyice derinleşmiştir.
İşçi sınıfı sessiz kalmıyor
Tüm veriler küresel krizin aslında sona ermediğini ve bunun gelgeç değil tarihsel bir kriz olduğunu doğrulamaya devam ederken, burjuvazinin yeni saldırı paketleri bir bir sıraya dizilmiş durumda. Türkiye’de bu bütçe yılında da emekçilerin sırtına bindirilecek yeni vergiler yoldayken, burjuvazi ve sermaye hükümetleri tüm ülkelerde krizin yükünü işçi sınıfının omuzlarına yüklemeye devam ediyorlar. Ancak Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da, milyonlarca işçi, kitlesel genel grevlerle bu saldırılara sessizce boyun eğmeyeceklerini gösteriyor.
İngiltere’de 2011 bütçesiyle kamu harcamalarında kesintilerin daha da arttırılması ve 150 bin kamu işçisinin işten atılması planı karşısında, işçiler bu saldırı dalgasına çeşitli sektörlerde grevlerle karşılık veriyorlar. Son olarak belediyenin işten çıkarma planları karşısında 10 bin metro işçisi 6 Eylülde iş bırakarak Londra’da ulaşımı felç etti.
Romanya hükümeti de krizin faturasını işçi sınıfına yıkmaya çalışan burjuva hükümetlerden biri. Dış borçların ödenmesi için kamu çalışanlarının ücretlerinde %25 kesintiye gidileceğini açıklayan hükümetin saldırı planları karşısında on binlerce kamu işçisi bir kez daha greve gitti. Hükümetin yeni bütçe yılında kamu harcamalarını daha da kısma ve kamu çalışanlarının ücretlerini düşürme planları karşısında 40 bin kamu çalışanının grev dediği bir diğer Doğu Avrupa ülkesi ise Çek Cumhuriyeti.
Borç sarmalı altında iflasın eşiğine gelen Yunanistan’da, hükümetin krizin faturasını yıkmaya çalıştığı işçiler kitlesel genel grevlerle seslerini yükseltmeye devam ediyorlar. Yüz binlerce işçinin sokaklara döküldüğü bir ülke de, hükümetin tam kapsamlı emeklilik yaşını 65’ten 67’ye, asgari kapsamlı emeklilik yaşını ise 60’tan 62’ye yükseltme planlarını hayata sokmaya çalıştığı Fransa. 7 Eylülde gerçekleştirilen 24 saatlik genel greve 2,5 milyon işçi katılırken, aynı kalabalık kitle 23 Eylülde de bir gün iş bırakarak ülke çapında gösteriler düzenledi.
Hindistan’da 7 Eylülde kamu ve özel sektörden 100 milyon işçinin katıldığı genel grev hayatı felç ederken, Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki 1,3 milyon kamu işçisi de günler süren militan grevlerle burjuva hükümete, saldırılar karşısında sessiz kalmayacağı mesajını verdi.
İşçi sınıfının sesini en geniş kitlelerle yükseltmesi büyük önem taşıyor. Bu açıdan 29 Eylülde Avrupa çapında örgütlenen bir günlük genel grev de son dönemin en önemli eylemi oldu. 30 Avrupa ülkesinde grev ve gösteriler gerçekleşti. Merkezî eylem ise AB’nin başkenti konumundaki Brüksel’de 100 bini aşkın işçinin katılımıyla gerçekleşen yürüyüş ve miting oldu. Bu çerçevede uzun yıllar sonra ilk kez bir genel grevin gerçekleştirildiği İspanya’da, greve 10 milyon dolayında işçi katıldı.
İşçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları korkunç bir saldırı altındayken, milyonlarca işçinin öfkesi giderek daha patlamalı hale geliyor. Ancak bu tepki, burjuvaziyle el ele veren sendika bürokrasisi ve reformist partiler tarafından sürekli olarak sönümlendirici kanallara akıtılarak pasifize ediliyor. İşçi sınıfının yükselen öfkesi, bu hain önderlikler tarafından şu ya da bu hükümete yöneltiliyor, sosyal-demokrat partiler allanıp pullanıyor, seçimlerde işçi sınıfının oyları onlara akıtılıyor. Oysa iktidara geldiklerinde, onlar da burjuvazinin saldırı planlarını kaldığı yerden devam ettiriyorlar. Üstelik çoğu zaman çok daha sert saldırılarla. Yunanistan bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Sosyalist denilerek iktidara getirilen PASOK hükümeti, Yunan işçi sınıfının şimdiye dek gördüğü en ağır saldırı planını hayata geçirmeye koyulmuştur. Dolayısıyla çürümüş sosyal-demokrat partiler ölümcül rollerini oynamaya devam etmektedirler.
Elif Çağlı’nın vurguladığı üzere, “kapitalizm nasıl derin krizlerine rağmen kendiliğinden çökmezse, işçi sınıfının haklı mücadelesi açısından doğacak fırsatlar da hayatı asla kendiliğinden dönüştürmeyecek”tir. Eksikliği her geçen gün daha da yakıcı şekilde hissedilen şey, bu fırsatları değerlendirip işçi sınıfına kapitalizme nihai darbeyi indirme yolunda önderlik edecek devrimci bir işçi partisidir.
link: İlkay Meriç, Kapitalizmin Derin Krizi Devam Ediyor, 1 Ekim 2010, https://marksist.net/node/2513
İşçi-Memur Ayrımı Kalksın, Tüm Çalışanlara İş Güvencesi!