Kapitalizm krizlerinin sonucunda kendiliğinden çökmez
Kapitalist ekonomi bir işleyiş yasası olarak her an kriz potansiyelini içinde taşır; ama krizlerin kapitalist sistemi kendiliğinden ölüm döşeğine sürükleyeceğini iddia etmek asla doğru olmaz. Kapitalizm işçi sınıfının devrimiyle yıkılmadığı sürece, yeni boom’lar ve krizler yaşamak üzere varlığını sürdürebilir. Yaşanmakta olan kriz döneminin kapitalizmin son dönemi olacağı yolundaki iddialar bugün olduğu gibi geçmişte de çeşitli kereler ileri sürülmüştür. Kapitalizmin içinde debelenmekte olduğu derin bunalım döneminden çıkışı ne denli zor görünürse görünsün ve üstelik ilerleyen zaman içinde kapitalizm bunalımlarını atlatabilme bakımından ne denli daha zayıf duruma düşüyor olursa olsun, kapitalizmin yıkılışını nihai kriz kehanetine bağlayan yaklaşımlar özünde yanlıştır. 1920’lerin başlarında Komünist Enternasyonal içinde yürütülen tartışmalarda olduğu gibi, kapitalizmin salt ekonomik işleyişten kaynaklanan iç çelişkilerinin birikimi sonucunda çökeceğini iddia eden görüşler temelsizdir. Lenin ve Troçki’nin dikkat çektiği üzere, kapitalizmi kendiliğinden çökertecek bir nihai kriz yoktur. Kapitalist sistem işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmadığı sürece, egemen güçler insan toplumunu en yıkıcı felâketlere sürükleme pahasına kendi sistemlerini yaşatmanın bir yolunu bulacaklardır.
Kapitalist üretim tarzının kelimenin gerçek anlamında bir dünyasal sistem düzeyine yükseldiği emperyalizm çağından başlayarak, ilk atılım dönemlerine oranla artık bir çürüme çağı içine girdiği açıktır. Lenin de bunu ifade etmiştir. Ne var ki bu tarihsel kıyaslamayı içerdiği anlamın ötesinde mutlak bir durum olarak kavramak son derece yanlış olur. Örneğin Lenin’in emperyalizm dönemi için kullanmış olduğu “çürüyen kapitalizm”, “çöküş halindeki kapitalizm” gibi nitelemeler, kapitalizmin artık üretici güçleri geliştiremediği ve böylece sistemin kendiliğinden bir çöküşe sürüklendiği anlamına gelmez. Bu nitelemeler, emperyalizm çağında kapitalizmin içsel çelişkilerinin alabildiğine olgunlaşıp çürümeye yüz tuttuğunu, tekellerin dünyayı sömürüsünün büsbütün asalak ve çürümüş bir karakter kazandığını anlatır.
Kapitalizmin en önce gelişip yaşlanmaya başladığı ülke olan İngiltere örneğinde olduğu gibi, mali oligarşi artan biçimde “kupon kırpmak”la yaşamakta ve bu durum kendini sarsıcı durgunluklar, savaşlar ve üretici güçlerdeki tahriplerle ortaya koymaktadır. Emperyalizm döneminin bu temel özelliklerini, ekonomik büyümenin durması şeklinde yorumlamak isteyenleri şöyle eleştirir Lenin: “Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. … Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir.”[1] Nitekim Troçki de, Komintern’in ilk yıllarında “kapitalizmin çöküş çağı” kavramı etrafında cereyan eden tartışmalarda, çöküş nitelemesinin yanlış anlaşılmaması gereğine dikkat çekmiştir. Ekim Devrimine rağmen, dünyadaki dengelerin ve siyasal koşulların kapitalizm lehine değişmesi halinde kapitalizmin yeniden yükselişe geçebileceğini, üretici güçleri geliştirebileceğini belirtmiştir.
Kapitalizm tarihsel olarak kendinden önce gelen diğer üretim tarzlarına kıyasla son derece dinamik bir karaktere sahiptir. Fakat kapitalist üretim tarzının gelişme kapasitesi yalnızca geçmişe değil, daha da önemlisi geleceğe kıyasla değerlendirilebilir. Bakılması gereken yer, kapitalizm altında üretici güçlerin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkinin artık olgunlaşmış olmasıdır. Üretici güçlerin ulaşmış olduğu gelişme düzeyi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelinin ve kapitalizmin örgütlenme biçimi olan ulus-devlet gerçeğinin aşılıp geçilmesini, özetle sosyalizmi zorunlu kılmaktadır. Buna rağmen kapitalist sistemin varlığını sürdürmesi, toplumsal üretimin global anlamda son derece çelişkili, sosyalizm olanağına kıyasla muazzam ölçüde israfçı, doğayı ve insanlığı yıkım tehlikesiyle tehdit eder bir biçimde devam ettirilmesi anlamına gelmektedir. Çürüyen kapitalizm nitelemesi asıl olarak bu gerçekliğin ifadesi olabilir.
Bu gerçekliği kapitalist sistemin tarihsel bunalımı olarak da değerlendirmek mümkündür. Bu değerlendirme bir zamanlar Lenin’in de dikkat çektiği üzere, Büyük Ekim Devriminden sonra kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının açıldığını, böylece kapitalist sistemin tarihsel olarak vadesinin dolduğunu anlatır. Fakat bu olguya bunun dışında bir anlam yüklemek ve Stalinist anlayışın yerleştirdiği biçimde, bir sürekli bunalım ya da kapitalizmin bu kez içinden çıkamayacağı nihai bir kriz olarak algılamak asla doğru değildir. Marx’ın da vurguladığı gibi, gerçekte sürekli bunalım diye bir şey mevcut değildir. 1917 Ekim Devriminden sonra kapitalist sistemin sürekli bir bunalım anlamına gelen bir genel bunalım içine girdiği görüşü, Lenin’in emperyalizm çağı konusundaki değerlendirmelerinin Stalinizm tarafından çarpıtılmasının sonucudur ve tamamen yanlıştır. Stalinist genel bunalım şablonuna karşın, özellikle II. Dünya Savaşından günümüze dek dünyada ne gibi gelişmelerin yaşandığı biliniyor. Ekim Devrimini tasfiye eden Stalinizmin kapitalizme büyük bir soluk alma fırsatı verdiği, kapitalizmin kendi ekonomik krizleri temelinde çökmediği, tersine uzun yıllar boyunca kapitalizmin genel krizinden dem vuran bürokratik diktatörlüklerin çöküp tarihe karıştığı açıktır.
Aslında kapitalist sistemin durumuna ilişkin gerçeklik, onun tarihsel evrimiyle ilgilidir. Biliyoruz ki, tarih içinde gelip geçmiş çeşitli üretim tarzlarının yükseliş dönemleri olduğu gibi, artık üretici güçleri eskisi gibi geliştiremedikleri gerileme dönemleri de vardır. Kapitalist üretim tarzı da tarihin bu yasasından muaf değildir. Kapitalist üretim tarzının tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içersinde geliştirmektir. Ama sık sık tekrarlayan ve derinleşen krizlerde açığa çıktığı gibi, üretkenlikteki gelişim engellendiğinde kapitalizm aslında tarihsel görevine ihanet etmektedir. Marx’ın deyişiyle, böylece o, gittikçe yaşlandığını ve miyadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş olmaktadır.[2]
Kapitalizm kendi iç çelişkilerinin sonucunda kendiliğinden çökmez ama kapitalist üretim tarzı dünya ölçeğinde gelişip yaygınlaştıkça ve bir dünya sistemi olarak olgunlaşıp yaşlandıkça, krizlerini atlatabilmesini mümkün kılan manivelalar zamanla aşınır ve etkinliklerini yitirir. Üretici güçlerin geliştirilmesi bakımından tarihsel bir dönem boyunca önemli bir hizmet görmüş bulunan kapitalizmin ilerletici potansiyeli asla sonsuz ve mutlak değildir. Giderek daha şiddetli aşırı-üretim krizleriyle büyük spazmlar geçiren kapitalist üretim tarzı, üretici güçlerin bugün ulaştığı düzeyle artık bağdaşmamaktadır. Toplumun ihtiyaçlarının eşit, adil, insan doğasıyla uyumlu ve doğayı mahvetmeyen dengeli bir biçimde karşılanabilmesi bakımından bugün insanlığın en yakıcı ihtiyacı sosyalizmdir. Günümüzde kapitalizmin, savaşları, nice yıkımları, açlığı, kitlesel işsizliği içeren mantıksız gerçekliği karşısında, toplumsal ihtiyaçları insanı mutlu kılacak biçimde karşılayabilecek olan sınıfsız toplum olanağı yer almaktadır. Nitekim günümüzde yaşanan ve ya sosyalizm ya yokoluş özdeyişiyle dile getirmeye çalıştığımız gerçeklik tam da budur. Bugün sosyalizm hedefi kesinlikle bir ütopya değil, dünya üzerindeki milyonlarca işçi ve emekçinin mücadelesi sayesinde rahatlıkla yaşama geçirilebilecek gerçek bir olanaktır.
Krizle devrim ilişkisi
Kapitalizmin ekonomik krizleriyle işçi sınıfının mücadelesi arasındaki ilişkiyi mekanik bir tarzda değil, somut yaşamda olayların akışını belirleyen pek çok nesnel ve öznel faktörün diyalektik ilişkisi içinde kavramak gerekiyor. Ekonomik krizler işçi sınıfının devrimci mücadelesinde otomatik olarak yükselişlere yol açmıyor. Ekonomi ile siyaset arasında karşılıklı fakat karmaşık bir etkileşim vardır. İşçi hareketinin siyasal ve örgütsel düzeyi, genel moral durumu, mücadele azmi ya da tersine mücadele yorgunluğu gibi faktörler, işçilerin krize gösterecekleri tepkinin de niteliğini belirler. Olumsuz koşullar işçi sınıfını ekonomik kriz karşısında büsbütün geriletip, böylece burjuvaziye soluk alma fırsatı verebilir.
Örneğin Troçki, emperyalizmin I. Dünya Savaşı sonrası dönemde sağladığı görece istikrarın nedenini buna bağlar. Emperyalizmin sözde istikrarının temel nedeni, bir yandan kapitalist Avrupa’nın ve sömürge Doğunun bütün sosyal ve ekonomik hayatının maruz kaldığı genel sarsıntı ile, “öte yandan komünist partilerin zayıflıkları, hazırlıksızlığı, kararsızlığı ve önderliklerinin müthiş hataları arasındaki çelişkide yatmaktadır”.[3] Tersine, işçi sınıfının doğru bir önderlik altında kendisine duyduğu güven koşulları ise dönüp ekonomiyi etkileyebilir, burjuvazinin ekonomik krizini daha da içinden çıkılmaz hale getirebilir. Nitekim çeşitli örneklerde görüldüğü üzere, işçi sınıfının ekonomik krizin yükünü taşımayı reddetmesi ve tam tersine yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek üzere bastırması burjuva düzeni çığ gibi büyüyen sorunlarla yüz yüze bırakmıştır. Bu gibi ortamlar, kriz koşullarındaki kapitalist ekonominin rakip güçlerin rekabeti karşısında gerilemesine ve egemen güçlerin kontrol altında tuttukları pazarlarda konumlarını yitirmelerine neden olabilir.
İşçi sınıfının kapitalist sisteme yönelik başarılı vuruşları egemen kapitalist güçlerin çözüm yollarını tıkarken, başarısız girişimleri ise burjuvazinin yeni çıkış yolları bulabilmesine olanak vermektedir. Geçmiş dönemlerde yaşanmış olan çeşitli deneyler, örneğin İspanya ve Fransa’da kapitalist işleyişi doğrudan hedef almayan sınıf uzlaşmacı Halk Cephesi deneyimleri, keza Türkiye’de 1980 öncesinde yaşanan benzeri işbirlikçi çizgiler bu yasayı kanıtlayan örneklerdir. Bu tür örnekler incelendiğinde, işçi sınıfının sözde devrimci örgütler tarafından izlenen politikalar nedeniyle tam bir yılgınlığa sürüklendiği görülür. Böylece burjuvazinin eli, faşizm gibi baskıcı yönetimler altında ekonomik sorunlarını çözecek yollar bulmak bakımından güçlenmiştir.
Yine tarihsel örnekleri incelediğimizde görürüz ki, ekonomik kriz koşulları bazen devrimleri tetiklerken bazen de işçi sınıfı hareketini genel bir duraklama ya da gerileme içine sürükleyebilmektedir. Örneğin Marx ve Engels, 1851 yılında Avrupa’da ekonomik yükseliş zirveye ulaştığında 1848 devrim dalgasının sona erdiğine değinirler. Yaşanan olaylardan devrim ve kriz ilişkisi bağlamında sonuç çıkartan Engels, 1847 krizinin devrimin anasıyken, 1840-50 boom’unun ise muzaffer karşı-devrimin anası olduğunu belirtir. Fakat bu durum o dönemdeki somut koşulların bir ürünüdür ve genel bir kural değildir. Nitekim bu konuyu ele alan Troçki, krizin devrimci eylemi doğururken, boom’un tam tersine işçi sınıfını pasifize ettiği anlamına gelecek yorumların son derece tek yanlı ve yanlış olacağını söyler. Aslında 1848 devrimi de mekanik bir biçimde krizden doğmamış, kriz patlamaya hazır bir dizi çelişkiye son itilimi vermiştir.
Farklı bir örnek de Rus devrim sürecinden verilebilir. 1905 devriminin geri çekilmesinden sonra yaşanan gericilik döneminde pek çok devrimci Marksist, kapitalizmin yeni bir canlanma konjonktürüyle birlikte Rus devrimci işçi hareketinin de yeniden yükselişe geçebileceğini düşünmüştür. Ve nitekim öyle de olmuştur. 1910-12 yılları boyunca yaşanan ekonomik iyileşme koşullarına, daha önceki yenilgi nedeniyle gerilemiş ve moralini yitirmiş işçi hareketindeki yeni bir yükseliş dalgası eşlik etmiştir. Kapitalist üretim sürecinde bir sınıf olarak kilit role sahip olduğunun ayrımına varan proletarya yeniden canlanmış, ekonomik mücadelede elde ettiği başarılar moralini yükseltmiş ve böylece siyasal alanda da saldırıya geçmiştir. Kısacası kapitalizmin görece refah dönemi militan işçi hareketini geriletmemiş, tersine devrimci yükselişi ateşlemiştir.
Bu ve benzeri deneyimlerden sonuç çıkartan Troçki, ekonomik konjonktürde yaşanacak iyileşmenin ve yaşam standartlarındaki görece yükselişin, devrim üzerinde yıkıcı bir etki değil, tam tersine oldukça elverişli bir etki de yapabileceğini söyler. Ona göre bu gibi konularda yürütülecek tartışmalarda asıl önemli olan, salt konjonktürel değişimleri izlemekle yetinmemek ve dönemin uzun gelişme eğrisinin özelliğini kavrayabilmektir. Örneğin 1848 periyodunda yaşanan kriz yalnızca yüzeysel ve kısa ömürlüyken, canlanma ve iyileşme konjonktürü son derece güçlüdür ve bu nedenle devrimci dalga geri çekilmiştir. Fakat 1929’da ve günümüz benzeri derin ekonomik kriz dönemlerinde ise, ekonomideki geçici iyileşmeler cılız ve kısa ömürlüdür. Dolayısıyla, süreci etkileyen diğer faktörleri saklı tutmak koşuluyla, bu değişimin devrimci dalgalanma üzerinde yaratacağı olumsuz etkinin daha sınırlı olduğu söylenebilir.
Görüldüğü gibi, somut gerçekliğin farklı ve karmaşık yönleri vardır. Bu önemli hususu gözardı etmemek koşuluyla yine de diyebiliriz ki, işçi ve emekçilerin yoksulluğunun alabildiğine derinleştiği ekonomik kriz ortamları işçi sınıfının devrimci güçleri açısından son derece önemli dönemlerdir. Zira sınıf hareketinde bir yükselişi besleyebilecek asgari koşulların var olması halinde, kriz koşulları sınıfın kitlesini yaygın ve giderek militanlaşan bir ekonomik mücadelenin içine çekebilir. Nitekim Lenin, proletarya arasında yoksulluğun ve ekonomik mücadelenin büyük ölçüde arttığı dönemlere özel bir önem atfetmiştir. İşçi sınıfının ekonomik mücadelesinde bir hareketlilik tesbit ettiğinde, partinin dikkatini bu gelişmeye çekmiştir. Devrimci hareketin bütün ayaklanmalarının ekonomik kitle hareketi temelinde başladığına işaret eder Lenin. Şubat 1907’de, RSDİP beşinci kongresinin önüne şu görevi koyar: “Mümkün olan en fazla sayıda Parti üyesi, kitleler arasında ekonomik ajitasyon çalışmasında yoğunlaşmalıdır.”[4]
Büyük ekonomik krizlerin, kitleleri kapitalist sistem konusunda yanılsamalara sürükleyen yaldızları parçaladığını kim inkâr edebilir? Böylesi dönemler, günümüzde Latin Amerika kıtasında birbiri ardısıra patlak veren devrimci durum örneklerinde olduğu gibi, son derece önemli tarihsel kesitlerdir. Genel olarak emekçi kitlelerde önemli bir ruhsal değişim yaratan kriz koşulları, devrimci öncüler bakımından bile bir canlandırıcıdır. Marx ve Engels’in yaklaşımlarını hatırlayalım. 1856 sonlarında yeni bir devrimci kabarış bekledikleri dönemde Engels’e şu satırları yazıyordu Marx: “Kendim de mali sıkıntı içinde olmama rağmen, 1849’dan beri hiç bu bunalımdaki kadar keyifli olmamıştım”. Engels’in yanıtı ise şöyleydi: “Geçen yedi yılın burjuva boku belli bir ölçüde bana da bulaşmıştı, şimdi o temizlendi, bambaşka biri oldum. Kriz bana bedenen en azından deniz havası kadar iyi geldi.”[5]
Bu saptamalar ne derece doğruysa, kitle hareketinde en kendiliğinden gibi görünen yükseliş ve gerileyişlerin bile aslında devrimin öznel faktörleriyle sıkı sıkıya ilintili olduğu da o derece doğrudur. Devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin alabildiğine geri olması durumunda, işçi sınıfının en şiddetli krize bile devrimci bir yanıt veremeyeceği, tersine işini kaybetme korkusu, gelecek kaygısı ve derin endişelerle büsbütün gerileyebileceği bir gerçektir. Türkiye örneğinde olduğu üzere, işçi hareketinin önemli darbeler yediği ve alabildiğine gerilediği gericilik yıllarının ardından gelen son ekonomik krizler hiç de devrimci bir duruma yol açmamıştır. Tersine, işsizlik tehdidi işçi sınıfının en sıradan ekonomik mücadele potansiyelinin üzerinde bile bir Demokles kılıcı gibi sallanır olmuştur. Bu gibi durumlarda işçi sınıfının genel ruh halinin, bilinç ve militanlık düzeyinin ilerletilebilmesi için, ekonomik mücadele alanında henüz mütevazi de olsa bazı başarılar ve kazanımlar elde etmek son derece önemlidir. Bu hususu irdelediğimizde, bu kez karşımıza sendikal mücadeledeki sorunlar dikilmektedir. Sendika bürokrasisinin hain rolü, işçilerin ekonomik mücadele anlamında bile gerekli bilinçten ve örgütlülükten uzak oluşları, bugünün Türkiyesi’nin yakıcı gerçekleridir.
Kısacası hangi düzeyde olursa olsun, ekonomik durumla devrimci mücadele arasında kurulacak ilişkide öznel ögeyi dışlayarak salt ekonomik analizlerle bir sonuca varmak mümkün değildir. Sınıf mücadelesinde sonucu belirleyecek olan ekonomik kriz mekanizması değil, dünyadaki genel siyasal koşullar, dünya işçi hareketinin durumu gibi faktörlerdir. Marksizm hiçbir şekilde, devrimin öznel faktörlerinin devrimin nesnel koşulları üzerinde etkili olmayacağını ileri sürmez. İşçi sınıfının kapitalist düzeni yıkabilmek bakımından yeterince örgütlü olmadığı koşullarda, derin bir ekonomik krize bağlı olarak ortaya çıkan devrimci durumun kısa sürede sönümlenmesi pekâlâ mümkündür. Bu takdirde burjuvazi kazandığı zamanı işçi sınıfının sömürüsünü yoğunlaştırmakta kullanabilecek, ekonomiyi yeni bir iyileşme dönemine taşıyabilecektir.
Reformizm kapitalizme can verir
İşçi hareketinde reformist eğilimle devrimci eğilimi birbirinden ayırt eden temel hususu şu şekilde özetleyebiliriz: burjuvaziye karşı örgütlü sınıf mücadelesini yükseltme iradesinin, bunu gerçekleştirme azminin ve hazırlığının olup olmadığı. Kapitalist krizi nasılsa yeni bir ekonomik yükseliş döneminin izleyeceği ve böylece işçi haklarında zaten iyileştirici önlemlerin önünün açılacağı düşüncesi tamamen pasifist, uzlaşmacı ve reformist bir anlayıştır. Kapitalizmin ciddi bir kriz içinde debelendiği koşullarda, bu anlayışın işçi hareketinde yaygınlaşması, hareketi felçleştirir ve burjuvazinin ekmeğine yağ sürer. İşçi hareketindeki tüm reformist akımlar, eskiden olduğu gibi bugün de sınıf mücadelesini yatıştırmak üzere burjuvaziye çok önemli bir hizmet sunmaktadırlar. İşçilerin mücadelesinin reformizmin egemenliği nedeniyle düzen sınırları içinde tutulması halinde, burjuvazi elbette ki zaman ve manevra alanı kazanacaktır. Oysa ki işçi hareketinde devrimci bir çizginin güçlenmesi durumunda, gerek kriz ve gerekse ekonomik yükseliş koşullarında militanlık düzeyini yükseltmek mümkündür.
I. Dünya Savaşını takip eden yıllarda, Hilferding de dahil olmak üzere pek çok reformist, kapitalizmin yeniden dengeye getirici güçlerini abartmakta ve sistemin yeni bir temel üzerinde otomatik olarak eski haline kavuşacağını söylemekteydiler. Oysa kapitalist sistem, her seferinde geri dönülecek doğal bir denge durumu yasası temelinde işlemez. Sistemin işleyişi, çeşitli krizler, altüstlükler, savaşlar ve sınıf mücadelesindeki sertleşmelerle kırılmalara uğrayan çelişkili ve düzensiz bir karaktere sahiptir.
Troçki’nin o dönemde Hilferding ve benzeri düşüncede olanlara yönelttiği eleştiride vurguladığı gibi, otomatik evrime iman oportünizmin en önemli ve en karakteristik özelliğidir. İşçi sınıfı devrimci mücadeleyi yükseltmekte başarısız kalıp, burjuvaziye dünyanın yazgısına uzun yıllar hakim olma fırsatını verirse, burjuvazi elbette ki bir tür yeni denge durumunu inşa edebilecektir. Belirli bir süre devam eden durgunluk koşullarının ardından, yeni bir uluslararası işbölümünün sancılı bir şekilde kurulmasıyla yeni bir kapitalist yükseliş döneminin gelmesi pekâlâ mümkündür. Fakat Troçki haklı olarak, reformist muhakeme tarzının son derece tehlikeli bir eğilime işaret ettiğini belirtir. Bu siyasal eğilim tüm sorunları, proletaryanın mücadele etmeyi bıraktığı ya da bırakacağı varsayımı temelinde ele almaktadır.
Çeşitli faktörlerin birlikte işleyişi gözönünde bulundurulduğunda, aslında kapitalist ekonominin her krizden sonra otomatik olarak dengeye ulaşabileceğini varsaymanın ne denli hatalı bir yaklaşım olduğu kolaylıkla kavranabilir. Çünkü kapitalist işleyişin yeniden canlanmasını sağlayacak olan mekanizmalar, diğer taraftan sınıf mücadelesinin kızışma potansiyelini de yükseltecek unsurlardır. Örneğin yeni bir canlanma dönemi, yeni yatırımlar ve kârlılığı arttıracak önlemler anlamına gelir. Bu da kapitalistlerin emeğin üretkenliğini arttırma çabasına girmeleri demektir. Kriz ve durgunluk dönemi boyunca düşmüş olan üretimin arttırılması için, çalışma saatlerinin fiilen uzatılması veya aynı süre içinde işçinin çok daha verimli çalışmaya zorlanması gibi önlemler uygulamaya sokulur. Bu yeni koşullar işçi sınıfının sömürüsünü çok daha yoğun hale getirirken, aynı zamanda somutta işçi haklarına saldırı anlamına gelir ve pekâlâ işçi sınıfının başkaldırısını tetikleyebilir.
Egemen burjuvazinin olası bir işçi isyanını, ciddi bir grev dalgasını yatıştırmadan, kapitalist ekonomiyi burjuva iktisatçılarının önceden kâğıt üzerinde tasarladıkları şekilde dengeye kavuşturması mümkün değildir. Ve işte böylece yaşam bizi kaçınılmazlıkla, ancak soyutlamada geçerli olabilecek olan bir ekonomik analiz aleminden, gerçeklerin somutluğuna, siyaset ve sınıf mücadelesi alanına taşımış olur. Kapitalist sistemde ekonomik gelişme hiçbir zaman rakamların ve burjuva istatistiklerinin doğurduğu otomatik bir süreç olmamıştır ve olmayacaktır.
Sınıf mücadelesinin rolünü gözardı edip, sanki her türlü sonuç salt ekonomik koşullara bağlı olarak önceden veriliymişcesine pasifist bir yaklaşım sergilemenin devrimci Marksist tutumla bağdaşır hiçbir yanı olamaz. Proletaryanın devrimci öncü güçlerine düşen görev, içinden geçilmekte olunan dönemin özelliklerini belirlemek ve somut koşulların gerektirdiği mücadele taktiklerini yaşama geçirme becerisini göstermektir. Herhangi bir çatışmada olduğu gibi sınıf mücadelesinde de kazanma azmiyle kavgaya tutuşmadan, kesin sonucu önceden bilebilmenin olanağı yoktur. Örneğin ekonomik kriz koşullarında patlak veren sıcak ve uzun süreli militan grevlerin ne gibi gelişmelere yol açacağını önceden tam olarak bilebilir miyiz? Veya kapitalist ekonominin yeniden bir canlanma içine girmesiyle birlikte işçi sınıfının militan mücadelesinde otomatik olarak bir yükselişin ya da gerilemenin yaşanacağını iddia etmek doğru mudur?
Devrimin nesnel ve öznel koşulları
Proleter devrimin başarıya ulaşabilmesi için gereken koşulları bir bütün olarak ele alacak olursak, başlıca üç öncülden söz etmemiz gerekir. Birincisi, genelde dünyadaki üretim koşullarıyla ilgilidir. Üretici güçler, kapitalizmin yerine sosyalizmin geçmesini mümkün kılacak gelişme düzeyine ulaşmalıdır. İkinci olarak, bu tarihsel dönüşümü gerçekleştirmeye niyeti ve yeterli gücü olan bir sınıf fiilen ortaya çıkmalıdır. Yani işçi sınıfı bu köklü değişimi başlatmak için ekonomide yeteri kadar önemli bir rol oynayacak konuma yükselmelidir. Üçüncü olarak da, işçi sınıfı devrimi gerçekleştirmek için hazırlanmış olmalıdır. İlk iki koşul dünya ölçeğinde kapitalizmin yıkılmasını ve sosyalizmin inşasını mümkün kılacak nesnel temele işaret ederken, son koşul aslında devrimin öznel koşulu anlamına gelmektedir. Devrim sorununda iradeci ya da kendiliğindenci bir konuma sürüklenmemek için proleter devrimin nesnel koşullarıyla öznel koşullarını ayrı ayrı doğru biçimde kavramak gerekir.
Dünyanın bir bütün olarak sosyalizme hazır hale gelişi, yani sosyalizmin nesnel koşullarının olgunlaşması, proleter devrimin istenildiği anda gerçekleştirilebileceği anlamına gelmez. Nitekim Troçki de, çağımızın devrimci özelliğinin her an devrimi gerçekleştirmeye, yani iktidarı almaya olanak tanımayacağını belirtmiştir. Çağın “devrimci karakteri, derin ve keskin dalgalanmalardan, doğrudan devrimci bir durumdan, başka bir deyişle komünist partinin iktadar için çalışmasını kolaylaştıran bir durumdan, faşist veya yarı-faşist karşı-devrimin zaferine … yol açan ani ve sık geçişlerden oluşmaktadır”.[6] Gerçekten de devrim kişilerin iradi kararlarına bağlı olarak gündeme girmez. Bunun için devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmış olması şarttır. Bu nedenle, toplumun sosyalist dönüşümünü mümkün kılan nesnel koşullarla, proleter devrimin nesnel koşullarını birbirine karıştırmamak gerekir. Devrimin nesnel koşulu olan devrimci durum, kişilerin ya da örgütlerin iradesiyle yaratılamaz ve son tahlilde kapitalist sistemin içine sürüklendiği krizlerle ilintilidir.
Lenin genel olarak devrimci durumun belirtilerini üç başlık altında toparlar. Birincisi, “Egemen sınıflar için değişikliğe gitmeden egemenliği sürdürmek mümkün olmazsa; «üst sınıflar» arasında şu ya da bu biçimde bir buhran, egemen sınıfın politikasında, baskı altındaki sınıfların hoşnutsuzluğuna ve parlamasına sebep olacak bir çatlamaya götüren buhran ortaya çıkarsa.” Bir ihtilalin olması için, genellikle “alt sınıfların eski biçimde yaşamak istememesi” yeterli değildir. “Üst sınıfların da eski biçimde yaşayamayacak durumda” olması gereklidir. İkincisi, “Baskı altındaki sınıfların sıkıntısı ve ihtiyacı, normalden daha öteye kadar ilerlemişse”. Lenin’in devrimci bir durumun üçüncü belirtisi olarak dikkat çektiği unsur ise, devrimci örgütlerin müdahalesinden bağımsız olarak işçi sınıfının bizzat nesnel koşullar tarafından eyleme itilmiş olmasıdır. Bu unsuru şu sözlerle açıklar Lenin: “Yukarıdaki nedenlerin bir sonucu olarak, «barış zamanında» kendilerinin soyulmasına hiç ses çıkarmadan razı olan, ama sıkıntılı zamanlarda hem buhranın her türlü şartları, hem de bizzat «üst sınıflar» tarafından bağımsız tarihi eyleme itilen yığınların etkinliğinde önemli bir artış varsa.”[7]
Lenin bu koşulların tümünü nesnel değişiklikler, bir devrim durumu olarak adlandırır. İradenin dışındaki bu nesnel değişiklikler olmaksızın, yalnız tek tek gruplar ve partilerin değil, sınıfın da devrim yapamayacağını belirtir. Fakat bir devrimci durumun oluşması bile devrimin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Nitekim Rusya’da 1905 devriminden önce birkaç kez devrimci durum oluşmasına rağmen bir devrim gerçekleşmemiştir. Çünkü bir devrim ancak yukarda belirtilen nesnel değişikliklerin yanı sıra öznel bir değişiklik olduğu zaman ortaya çıkabilir. İşçi sınıfı, aslında kriz dönemlerinde bile kendiliğinden düşmeyecek olan iktidarı devrimci kitle eylemleriyle yıkabilmek bakımından yeterince güçlü olabilmelidir. Kısacası, devrimci durumun eski iktidarı yıkacak bir devrime dönüşebilmesi için öznel faktörün yeterince olgunlaşmış olması, yani doğru bir önderliğin varlığı ve işçi sınıfının siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyinin yeterliliği gerekir.
Evet, genel bir devrimci durum olmaksızın en sağlam bir örgütün bile salt kendi faaliyetiyle bir devrimi gündeme sokması mümkün değildir. Ama diğer yandan unutulmamalıdır ki, emperyalizm çağında kapitalizm devrimci durumlara yol açacak mayalanmayı sık sık yaratmaktadır. Zaten bu nedenledir ki, öznel faktör tarihsel bakımdan belirleyici hale gelmiştir. Bu nedenle insanlığın tarihsel bunalımı gerçekten de devrimci önderliğin bunalımına indirgenebilir. Günümüz koşullarında, partinin ve devrimci önderliğin rolünü küçümseyen oportünist zihniyet Troçki’nin de belirttiği gibi çok ciddi bir tehlikedir. Bütün tarihsel sürecin anahtarının, öznel etkenin yani partinin eline geçtiğini önemle vurgular Troçki. Oportünizm ise, her zaman için öznel etkenin, yani partinin ve devrimci önderliğin rolünü ve bunun önemini azımsamaya heveslidir. İşte, “genel olarak yanlış olan böyle bir tutum, emperyalist çağda kesinlikle ölümcül etkiye sahiptir”.[8]
Proletaryanın devrimci mücadelesine önderlik etmeye soyunmuş güçler açısından somut durumun doğru biçimde analizi çok önemlidir. Taktikler ona göre belirlenecektir. Örneğin bir devrimci durumun varlığı halinde, kitle mücadelesine kapitalist düzenin yıkılması fikrini aşılayabilecek ve mücadeleyi devrime doğru ilerletecek taktiklerin tesbiti ve uygulanması fevkalâde yaşamsaldır. Mücadelenin artık iktidarın alınmasını ivedi kıldığı düzeyde olgunlaşması, yani doğrudan devrim aşamasına yükselmesi durumunda ise ayaklanma taktiklerini cesur ve basiretli biçimde ileri sürebilmek ve bu doğrultuda gereken fiili hazırlığı yürütmek gerekir. Fakat yanlış anlaşılmasın, bir devrimci durumla devrimi birbirinden ayıran katı bir duvar yoktur; bu nedenle devrimci mücadelenin gelişiminin bu iki farklı olgunluk düzeyi arasındaki ilişkiyi asla skolastik mantıkla ele almamak gerekir. Devrimci durumda işçi sınıfının öncü güçlerine düşen görev, “devrimci durum mu, devrim mi” gibisinden ölü tartışmalarla zaman yitirmeyip, devrim hazırlığını elden gelen tüm güçle ilerletmektir. Unutulmamalı ki, devrimci durum gerekli önderliğin olmadığı koşullarda kolaylıkla geri devşirileceği gibi, devrimci öncünün çabasıyla başarılı bir devrime doğru da ilerletilebilir. İşte böylesi kritik durumlarda üzerinde odaklaşılması gereken temel gerçek budur.
Örgütlü mücadelenin yakıcılaşan önemi
Devrimin nesnel ve öznel koşulunun anlam ve önemini ve birbirleri üzerindeki diyalektik etkisini doğru biçimde kavramaksızın, işçi sınıfını başarıya götürecek bir devrimci strateji geliştirilemez. Bu sorun ekseninde ortaya çıkmış ve çıkacak olan çarpılmaları iki uçta özetleyebiliriz. Bir uçta, devrimin nesnel koşulunun tek boyutlu yorumlanması ve dolayısıyla sınıfın kendiliğinden isyan potansiyelinin abartılması vardır. Diğer uçta ise, salt öznel koşula aşırı bir önem atfedilmesi ve iradeci yaklaşımların yüceltilmesi yer alır. Aslında proletaryayı zafere ulaştırabilecek olan bir devrimci önderlik anlayışı, kendisini bu iki temel faktörün diyalektik ilişkisinin doğru kavranışı üzerinde temellendirmek zorundadır.
Dikkatlice düşünücek olursak, bu diyalektik ilişkiyi doğru biçimde kavramayan siyasal akımların sağ ya da sol çeşitlemelerinin son tahlilde devrimci lafazanlık noktasında buluştuklarını rahatlıkla görürüz. Açıkça reformizmi savunanları bir yana bırakalım. Devrimci çözümü sözde reddetmeyen fakat onun yaşama geçirilmesi bakımından işçi sınıfı içinde gerekli hazırlık çalışmasını yürütmeyen çevreler, genelde işçi sınıfının her kendiliğinden yükselişini gereksiz biçimde abartırlar. Örgütlenme konusunda sahip olunması gereken devrimci kavrayış, irade ve kararlılık noksanlığının üzeri, neredeyse kendiliğindenliğe tapınma noktasına varabilecek bir devrimci edebiyatla örtülenmeye çalışılır. Keza, sınıf mücadelesinin nesnel koşullarını kavrama kapasitesine sahip bulunmayan ve sınıf içinde sistemli bir çalışma sabrı gösteremeyen çevreler de, kendi eksikliklerini, iradeciliği tek yönlü biçimde abartan keskin devrimci sözlerin ardına saklarlar. Oysa işçi sınıfının Lenin önderliğinde yaratılan Bolşevik çizgisinin ortaya koyduğu gibi, gerçek devrimci hazırlık hiçbir zaman süslü laflarla ve devrimci lafazanlıkla yürütülmemiştir ve yürütülemez.
Proletaryanın devrimci örgütlülüğünü sağlama çabası, kararlılık, planlı çalışma ve sabır gerektirir. Gerçek Bolşevikler, devrimci lafazanlara son derece bıktırıcı gelen meşakkatli görevleri devrimci azimle yürütebilenlerdir. Örneğin Lenin, devrimcilerin gerici sendikalarda çalışmamaları gerektiğini savunan Alman sollarının çocukluk hastalığını eleştirmiştir. Gerçek devrimcilerin sınıfın örgütlenmesine hizmet edebilmek için sendikalarda karşılarına çıkarılacak her türlü olumsuz ve zor koşula rağmen mücadelenin bir yolunu bulmaları gereğine dikkat çekmiştir. “Sendikalara girebilmek, sendikalar içinde kalabilmek ve her ne pahasına olursa olsun komünist çalışmayı bu örgütler içinde yürütebilmek için bütün bunlara göğüs germek gerekir, her türlü özveriye katlanmak, (eğer gerekirse) savaş hilelerine başvurmak, gizli eylem yöntemlerini uygulamak gerekir.”[9]
Gerici sendikalar bir yana, zaten genel olarak sendikaların işçi sınıfının devrimci politik örgütüne kıyasla pek çok geri ve uzlaşmacı yön içerdiği açıktır. Nitekim Lenin de sendikalarda çalışmanın önemine vurgu yaparken bu malûm hususları sıralamış, fakat tüm bunlara rağmen, sendikalarla işçi sınıfı partisi arasındaki karşılıklı eylem olmadan hiçbir yerde proletaryanın gelişiminin sağlanamadığına işaret etmiştir. İşçi sınıfının kurtuluşunun bizzat sınıfın kendi eseri olması gerektiğini söyleyen Marksist kuralın nasıl yaşama geçirilebileceğini derinden kavramış bir devrimci liderdi Lenin. Sözde daha keskin bir devrimcilik adına, öncü devrimci güçlerin sınıfın mevcut kitle örgütlerinde çalışmamaları, sendikalara burun kıvırmaları durumunda ortaya çıkabilecek yegâne sonuç, sınıfın kitlesinin gerici, kaypak, uzlaşmacı sendika bürokratlarının ellerine teslim edilmesi olur.
Önümüzdeki dönem, artık sorumsuzluk derecesine varan bir devrimci lafazanlıkla hiç mi hiç bağdaşmayacak denli önemli görevlerle yüklü bir dönem olacak. II. Dünya Savaşı sonrasındaki uzun yükseliş dönemi boyunca işçi sınıfına tavizler verebilen kapitalist sistem şimdi şiddetli bir kriz içinde kıvrandığından, sosyal bütçelerdeki kesintiler ve işçi haklarına yönelik saldırılar sürecin egemen karakteri haline gelmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde uzun bir dönem reformizme hayat vermiş olan toprak kaymaktadır artık. Bu durumun işçi sınıfının bilincine yansıması, dünyada kitle hareketlerindeki görece yükselişte kendini açığa vurmaktadır. Ne var ki nesnel koşulların değişikliğe uğramasıyla birlikte, öznel koşulların da bu yeni dönemin gerektirdiği doğrultuda kısa vadede ve kolay biçimde değişeceğini ummak saflık olur.
Reformist ve sınıf uzlaşmacı anlayış özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı örgütlerine o denli derinden nüfuz etmiştir ki, bu örgütler açıkça dönemin görevlerinin gerisinde kalmaktadırlar. Bu durum işçi sınıfının öncü kesimlerinde bir hoşnutsuzluk yaratıyor olsa da, örgütlenmemiş bir hoşnutsuzluğun bir çırpıda her şeyi değiştirebilmesi asla mümkün değildir. Sınıfın ileri usurlarının atılımı temelinde yeni bir örgütsel canlanışın başlatılabilmesi bile, bu uğurda planlı, kararlı ve sistemli bir mücadele yürütecek örgütlü unsurlara ve özellikle onların devrimci nitelik ve azmine bağlı olacaktır. Bu türden bir örgütlülük temelinde işçi hareketinde sağlıklı bir yükseliş sağlanamadığı sürece, savaş karşıtlığı gibi nedenlerle ileriye atılabilen kitle hareketlerinin yine aynı kolaylıkla geriye çekilmesi kaçınılmazdır.
Bu yakıcı gerçekleri gözönünde bulundurduğumuzda, dünya işçi hareketinin gerçek bir yol ayrımıyla yüzyüze bulunduğunu söylemeliyiz. İşçi sınıfının kitle örgütlerinde geçmiş dönemin yerleştirdiği uzlaşmacı, reformist ve uyuşuk önderlikler ve zihniyetlerle artık bir arpa boyu yol alınamayacağı açıktır. Marx, proletaryanın görevinin sadece sermayeye direnmek değil, onu yıkmak olduğunu vurgular. İşçi sınıfını genelde tehdit eden kapitalist ekonomik saldırı hemen her ülkede tırmanmaktadır ve bu tür gelişmelerin sınıf savaşını kızıştırmadan ilerleyebileceği düşünülemez bile. Gelişmiş kapitalist ülkelere oranla ekonomik krizlerin yükünü, politik sonuçları itibarıyla çok daha derinden ve kısa vadede yaşayan orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerde patlak veren ve daha da verecek olan karışıklıklar, yarın nelerin yaşanabileceğinin işaretleridir.
Bugün örneğin Latin Amerika kıtasını devrimci krizlerle sarsan gelişmeler, bir yandan kendiliğinden devrimci bir zaferin elde edilemeyeceğini çok açık biçimde gözler önüne sererken, diğer yandan devrimle oyun oynanamayacağı gerçeğini de bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Kızışan sınıflar savaşında, burjuvazi ve proletarya arasında ortaya çıkan iktidar çatışmasının uzun bir süre boyunca aynen devam edebilmesi olanaksızdır. Tarihsel gelişim bu gerçeği defalarca doğrulamıştır. Bu savaşta yenemeyen sınıf sonunda yenilmeye mahkûmdur. Ekonomik krizin ve devasa boyutlara varan işsizliğin yoksul kitleleri içine sürüklediği başkaldırı koşulları, doğru bir önderlik ve örgütlülük temelinde pekâlâ devrimci bir iktidara yol açabilir. Fakat, işçi sınıfının yeterli örgütlülük ve yol göstericilikten yoksun olması durumunda, aynı koşulların kapitalist gericiliğin ve faşizmin yükselişinin yolunu döşediğini de pekâlâ biliyoruz.
Bugün dünya kapitalist sisteminin yaşamakta olduğu kriz ciddi boyutlardadır; sistemin hegemon gücü ABD’nin sergilediği emperyalist savaş çılgınlığı rakamların desteğine ihtiyaç duymaksızın durumu izah ediyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde birbiri ardısıra patlak veren siyasal skandallar ve mayalanan siyasal kriz ortamı, artık bu ülkelerin de ekonomik koşullardaki kötüleşmenin yarattığı siyasal gerilimlerden kaçıp kurtulamayacağını kanıtlıyor. Geçmiş dönemin koşullarına bakıp, Avrupa’da siyasal gericiliğin yaşanmayacağı doğrultusunda genellemelere girişmek bugünün gerçekleriyle bağdaşmıyor. Kapitalist sistemin kitleleri bazı tavizlerle ve tatlı yalanlarla kandırabilmesi olanaksızlaştıkça, sistem kitle hareketini zehirleyip ezecek, sindirecek politik biçimleri öne çıkarmanın yollarını arayıp bulacaktır. Burjuvazinin gerici saldırganlığının illâ da geçmiş dönemin örneğini birebir tekrar etmesi, örneğin Almanya’nın Nazizmin yükselişini aynen yeniden yaşaması şart değil. Fakat bilinen bir husus var ki, o da kapitalist sistemin açmazı derinleştikçe kudurganlığının artacağı ve her türden gerici siyasal önlemi gündeme getirmekte tereddüt etmeyeceğidir.
Bugün kapitalizm, sistemin hegemon gücü ABD’nin somut durumunun açıkça sergilediği gibi uzun bir dönem boyunca yaşadığı parlak günlerini geride bırakmıştır. Fakat asla üzerinden atlamamız gereken gerçek şudur ki, içinden geçtiğimiz kriz ne kadar derin ve şiddetli olursa olsun kapitalizm krizleri içinde kendiliğinden çökmeyecektir. İnsanlığın kaderi geçmiş dönemlerde olduğundan çok daha fazlasıyla işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlıdır. Feurbach’ı eleştirirken kaleme aldığı ünlü 11.Tez’de “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” diyen Marx’ın satırlarını asla unutmayalım. Bugün üzerinde odaklaşmamız gereken ana halka işte budur.
Kendini tamamıyla geçmiş dönemin koşullarına adapte etmiş olan ve yeni koşullara uyum potansiyeli taşımayan işçi örgütlerini, yüzyüze gelinecek siyasal sarsıntılar ortamında büyük krizler bekliyor. Böyle bir süreçte işçi hareketine, ancak ve ancak, kapitalizme karşı mücadele konusunda Marksist kavrayışa ve Bolşevik tarzda örgütlenme iradesine, çabasına sahip olan siyasal yapılanmalar yol gösterebilir. Önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacak gelişmeler, proleter enternasyonalizmi temelinde dünya ölçeğinde yükseltilmesi gereken mücadelenin gereğini ve önemini misliyle yakıcı kılacaktır. Tarihte gördüğümüz benzeri çalkantılı dönemler, yalnızca bu türden değişimlere ayak uydurabilecek kapasite ve hazırlık düzeyine sahip örgütlülüklerin öne atılabileceğini ve işçi sınıfının enternasyonalist devrimci mücadelesinin gereklerini yerine getirebileceğini kanıtlıyor.
Büyük Ekim Devrimi aracılığıyla tarihin öğrettiği ve asla unutulmaması gereken bir başka ders ise, proletarya enternasyonalizminin soyut bir dilek olmadığıdır. Yaşanılan toprak parçası üzerinde mücadeleyi Bolşevik temellerde yükseltme çabası içine girilmeden ve böylece doğru fikirlere yaşam suyu akıtılmadan, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesi güçlendirilemez. Enternasyonalist komünist eğilim, salt doğru fikirlere dayanıyor diye hiçbir yerde ve hiçbir zaman kendiliğinden bir güç kaynağı düzeyine yükselmedi. Komünist öncülerin görevi, doğru fikirleri işçi sınıfı hareketi içinde yeşertmek ve örgütlü bir çekim merkezi haline getirebilmektir. Lenin önderliğindeki Bolşevikler bu görevin başarılabilmesi uğrunda yol alırlarken, işçi hareketindeki kendiliğinden yükselişlere tapınan ya da tersine sınıf hareketinden kopuk sözde bir devrimci iradecilik sergileyen eğilimlerle kıyasıya mücadele etmişlerdi. Yaşam, aradan geçen uzun yıllara rağmen benzer mücadele hedeflerini bugünkü devrimci kuşakların da önüne koymuş bulunuyor. Bugün de işçi sınıfı içinde proletaryanın enternasyonalist kavgasını güçlendirmenin yolu, Ekim Devrimine önderlik eden Bolşeviklerin yükselttiği mücadele bayrağını sahiplenmekten geçiyor.
[1] Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., Haziran 1979, s.150
[2] Marx, Kapital, c.3, s.232
[3] Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.74
[4] Lenin. Kitle İçinde Parti Çalışması, Ser Yay., Kasım 1974, s.60
[5] Marx ve Engels, Grundrisse’ye Sunuş içinde, Birikim Yay., s.12
[6] Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.73
[7] Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay., Şubat 1969, s.16
[8] Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.75
[9] Lenin, Çocukluk Hastalığı, Sol Yay., Haziran 1991, s.48
link: Elif Çağlı, 3. Bölüm, 2 Kasım 2003, https://marksist.net/node/1134