Aklın İsyanı’nın Türkçe basımını büyük bir mutlulukla selamlıyorum. İngilizce ve İspanyolca yapılan ilk basımından bu yana geçen süre içinde kitap, dünyanın birçok yöresinden oldukça olumlu tepkiler aldı. Ardından kitap İtalyanca ve Urducaya da çevrildi. İsveç, ABD ve Brezilya’da çeşitli üniversitelerde fikirlerimize ilgi duyuldu. Ayrıca kitabın üçüncü kısmının, Sao Paulo Üniversitesinde verilen evrim konulu bir lisans üstü dersin temeli olarak kullanılması için iznimiz istendi.
Özellikle Marksizme karşı dünya çapında yürütülen ve bir kısım bilimcinin desteğini de kazanmayı başaran eşi görülmemiş ideolojik saldırı düşünüldüğünde, bilim camiası içinde Marksist fikirlere bu derece ilgi duyulması son derece memnuniyet vericidir. ABD’de genetik adına yayınlanan gerici ırkçı sahte-bilimsel materyalin miktarı günden güne artmaktadır. Diğer yandan, ne yazık ki, görelilik teorisi ve kuantum mekaniğinin belirli bir yorumundan mistik ve dinsel sonuçlar çıkarmaya çalışan bazı teorik fizikçi ve kozmologların doğrudan göz yummasıyla, büsbütün yeni bir edebi tür boy vermiştir.
İki bin yıldan uzun bir süredir bilimin ilerlemesine karşı bir yıpratma savaşı veren din, insanlığın kendisini cehalet ve batıl inanç batağından kurtarma ve evrenin ve onun içindeki yerimizin doğru bir kavranışına ulaşma çabasına inatla karşı durmuştur. Ancak bilimin son iki yüz yılda kaydettiği gözalıcı başarılar, dini teker teker her alanda geri çekilmeye zorlamıştır. Ama şimdi kapitalist sistem kendi tarihsel sınırlarına ulaşmış bulunuyor. Toplumun içine düştüğü açmaz, kendisini yalnızca üretici güçlerin durgunluğunda, organik kitlesel işsizlikte ve yaşam standartlarının tahrip edilmesinde dile getirmiyor. Toplum yirminci yüzyılın son on yılında, değerler, kültür ve ahlâk alanında derin bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Bu çalışmanın amacı, bu krizin kaynaklarının izini sürmek ve bilim dünyasını bile nasıl etkilemeye başladığını göstermektir.
Tanınmış fizikçi Paul Davies’in kaleme aldığı Madde Efsanesi ve Tanrı ve Yeni Fizik adlı yapıtlar, bazı yazarların bilime mistisizmi sokma çabalarının en çarpıcı örnekleridir. Paul Davies Avustralya’da Adelaide Üniversitesinde Doğa Felsefesi Profesörüdür ve sık sık basına bilim yazıları yazmaktadır. Davies, başka şeylerin yanı sıra, “bilimin tanrıya dinden daha güvenilir bir yol sunduğu” (Tanrı ve Yeni Fizik, s. ix) ve “modern bilimin birçok durumda eski dinsel düşünceleri çürütmekten ziyade aştığı” sonucuna varıyor. Başka deyişle, bilimi yeni bir dine çevirmek istiyor: aklı başında hiçbir insanın artık inanmadığı, gözden düşmüş eski efsanelere nazaran “tanrıya giden daha güvenilir bir yol.”
Bugün hangi eğitimli insan, Tekvin kitabında anlatılan Yaratılış efsanesine, yani tanrının evreni yedi günde hiçlikten yarattığına (en azından bir gün tatil yaptığı doğrudur, ki bu da günümüzde birçok işçinin mahrum olduğu bir şeydir), insanı kendi suretinde yarattığına ve aklına sonradan gelen kadını Adem’in boş kaburgasından yarattığına (besbelli ki, günümüzün kapitalistleri gibi tanrı da o günlerde iktisatlı davranıyordu) inanır? Tüm türlerin kâdir-i mutlak tarafından ayrı ayrı yaratıldığına günümüzde kim inanır? Oysa bilim, gerçeği ortaya çıkarmak için kiliseye karşı, birçok şehitler veren ve bugün de halen sürmekte olan uzun bir savaş vermek zorunda kaldı.
Ama kapıdan kovulan din, şimdi Paul Davies gibiler tarafından gönüllü biçimde açık bırakılan pencereden içeri tırmanmaktadır. Davies inandırıcı olmaya çalışarak bize, artık Tekvin kitabına inanmaya gerek olmadığını söylüyor. Yeni Fizik (Paul Davies’in yorumuyla) evrenin gerçekten de 18 milyar yıl önce “Büyük Patlama”yla hiçlikten yaratıldığını söylemektedir. Elinizdeki çalışma bu iddialara tek tek yanıt vermek ve modern bilimin tüm temel buluşlarının, tam tersine, felsefi materyalizmin doğruluğunu vurgulamaya hizmet ettiğini göstermek için yola koyulmuştur.
Materyalizme saldırmanın en yaygın biçimlerinden biri onu mekanizmle karıştırmaktır. Bu tam da Paul Davies’in Madde Efsanesi’nde yaptığı şeydir. Bu kitapta şunları okuyoruz: “En basit ifadesiyle mekanizm, fiziksel Evrenin, etkileşim halindeki maddi parçacıkların bir toplamından, insan bedeni ve beyninin önemsiz ve değersiz parçalarını oluşturduğu amaçsız, dev bir makineden başka bir şey olmadığı inancıdır.” (s.2) Bu karikatür sonra materyalizme eşitlenmektedir. Yunan filozoflarına geçerken bir atıf yapılmakla birlikte, modern materyalizmin kökleri Isaac Newton’da keşfedilmektedir! O zaman materyalizmin modern bilim tarafından yıkıldığını kanıtlamak basit bir iştir (can sıkıcı biyoloji hariç), zira modern fizik (görelilik teorisi ve kuantum fiziği) eski Newtoncu otomatik evreni yıkmıştır.
Bu tartışma yöntemi tümüyle yapmacıktır. Bu, tıpkı samandan bir adam yapıp, sonra onu yere sermeye benzer. İşin aslında felsefi materyalizm mekanik materyalizme eşitlenemez. Marx ve Engels’in felsefi konumu, sürekli olarak eleştirdikleri Newton ve Laplace’ın mekanizminin kutupsal karşıtı olan ve bu çalışmanın da temelini oluşturan diyalektik materyalizmdi. Materyalizmin bu türü hakkında Davies’in söyleyecek sözü yoktur. Bu suskunluk nasıl açıklanabilir? Ya ondan haberdardır ve gözardı etmeyi tercih etmektedir ya da basitçe Newton’un kısıtlı dogmatik mekanizmi dışında herhangi bir materyalizmin varlığından bihaberdir. Doğru olan ikincisi gibi görünmektedir. Ama nasıl olup da materyalizmin ne olduğunu bile bilmeden ona karşı bir kitap yazıldığı iddia edilebilmektedir?
Tüm felsefe tarihi iki büyük düşünce okulu arasındaki mücadeleden oluşur: materyalizm ve idealizm. Birtakım ara konumlar oluşturma çabalarının olduğu doğrudur, ama bunlar yalnızca taraflardan birinin ya da diğerinin (genellikle idealizmin) konumlarını eksik ya da tutarsız biçimde yeniden diriltirler. Dahası, bilim ve felsefe tarihi son 2500 yılın büyük bölümünde birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olmuştur ve bilimcilerin çoğunun felsefeye karşı, Peter Medawar’ın ifadesiyle “öfkeli bir iğrenti” duymalarına rağmen bir bağlantı hâlâ mevcuttur. (The Art of the Soluble, s.169) Ancak doğa boşluktan nefret eder ve eğer bilimciler sırtlarını felsefeye dönerlerse, felsefe bu nedenle onları rahat bırakmayacaktır. Bilimciler tutarlı bir materyalist dünya görüşü benimsemedikleri ölçüde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, daima idealizmin etkisi altına girmeye meyledeceklerdir.
Davies’in, modern bilimin sonunda materyalizmi tasfiye ettiği iddiasını kabul edersek, geriye ne kalır? “Saf bilim” mi? Ama bilimciler kendi inceleme konularına bir ön metodoloji, genel ilke ve varsayımlar olmadan eğilemezler. Yalnızca olgulara atıf yapmak faydasızdır, çünkü olgular kendilerini seçmezler. Uygun bir hipoteze nasıl varacağız? Olgular nasıl yorumlanacak? Bir kez bu soruları sormaya başladığımızda, felsefe alanına ya da en azından felsefenin geçerliliğini hala koruyan kısımlarının, yani bilimin metodolojisiyle ilgili kısımların alanına gireriz: biçimsel mantık ve diyalektik. Materyalizme gelince, tüm bilim kendisini son tahlilde ona savlarının kanıtını ya da tersini verecek olan deney ve gözleme dayandırdığı ölçüde, doğası gereği materyalisttir.
Bilim gerçek dünyayı, yani bizim dışımızda varolan ve bize duyularımız aracılığıyla verilen maddi dünyayı uğraş edinir. Tüm düşünceler, duyumlar, tahayyüller, kavramlar (en soyut olanları bile), yalnızca maddi dünyanın az ya da çok kusurlu temsilleridirler. Maddeden ayrı bağımsız bir varlıkları yoktur. Maddi bir beyin ve sinir sistemi dışında varolamazlar ve ancak dışımızdaki gerçek dünyanın sağladığı izlenimleri ifade edebilirler. Bu temel hakikatlerin kanıtını tüm insanlık tarihi ve özellikle de bilim tarihi sunmaktadır. Temel materyalist dünya görüşünü bir kez kabul ettikten sonra, mistisizmin ve hurafelerin tuzağına düşmek imkânsız hale gelir. Cennet ve cehennem, tanrı ve şeytan, mucizeler ve kristal küreler otomatik olarak ait oldukları yere, insanlığın tarih öncesinin çöp sepetine gönderilirler.
Biyologların büyük çoğunluğunun, materyalizmin sıkı savunucuları olmaları tesadüf değildir. Onların bilimi gerçek dünyayla sıkı sıkıya bağlıdır ve gözleme kök salmıştır. Görüşlerine katılmadığımız, Bencil Gen’in yazarı Richard Dawkins gibi birisi bile, din ve mistisizme karşı inatçı bir mücadele yürütmüştür. Dawkins bu noktada, Paul Davies gibi idealizme savrulmuş ve pratikte dine taviz vermiş, ya da en azından ona kapıyı açık bırakmış teorik fizikçi ve kozmolog kesimiyle ters düşmektedir.
Garip olmakla beraber, Davies şunları söylerken yakayı ele vermektedir: “Bilimsel yöntemin bağrında teoriler inşa etmek yatar. Bilimsel teoriler esasen gerçek dünyanın (ya da onun parçalarının) modelleridirler ve bilimin söz dağarcığının önemli bir bölümü gerçeklikten ziyade modellerle ilgilidir.” (Matter Myth, s.12) Çok ilginç. Her şeyden önce, nedir bu, bilimsel araştırmanın gerçek içeriği olan ve bilimin ideal modellerinin yalnızca soluk yansımaları olduğu gerçek dünya? Benden ve benim onu algılamamdan bağımsız olarak varolan maddi (fiziksel) dünyadan başka bir şey değil. Söz konusu olan, benim onun hakkındaki tasavvurum olamaz, çünkü Davies bu ikisini net biçimde (bir kereliğine de olsa doğru biçimde) birbirinden ayırıyor. Üstelik, eğer bütün inceleyebildiği, insanların öznel anlayışlarıysa, bilimin değeri pek az olurdu. Bilimin bütün esprisi tamamen, bize içinde yaşadığımız gerçek (yani maddi) dünya hakkında bir şeyler söylüyor olmasıdır. Onun tek varolma gerekçesi, tek bilgi kaynağı, doğruluğunu kanıtlamasının tek aracı, bu nesnel gerçeklikte yatar. Bunu bir kez reddettiğimizde, soluğu derhal dinin hayaletler dünyasında alırız.
Yine de bazı modern bilimcilerin –başta Davies olmak üzere– bunda kesinlikle suçu vardır. Bu tuhaf paradoksun nedeni bu kısa pasajda bile nettir. Davies doğru biçimde bazı bilimcilerin (özellikle kendi alanı olan matematiksel fizikte) kendi soyut modellerini ve denklemlerini yanlış biçimde gerçekliğin yerine koyma eğiliminde olduklarını söylemektedir. Bilimin bu dalı, gözlem ve deneyin maddi dünyasından o denli uzaklaşmıştır ki, gerçekliğin görüntüsünden bile eser kalmamıştır. Bu, kısmen, aşırı dar uzmanlaşma ve fiziğin dallarını bile birbirinden koparan son derece geniş bir işbölümü karşılığında ödediğimiz bedeldir. Deney ve gözlemin sağlıklı kısıtlamalarından bir kez azat olunduğunda her şey mümkün hale gelir. En yetersiz kanıtlarla en uçuk hipotezler ileri sürülebilir. Bilim ve bilim-kurgu arasındaki sınırlar giderek daha da bulanıklaşır. Ortaya çıkan kargaşada her türden şarlatanca dinsel ve mistik anlayışlar boy gösterir. Ne yazık ki bilimdeki bu eğilim, bu şarlatanlıkla mücadele etmek yerine, ona bolca cephane sağlamaktadır.
Elbette biz burada, bu düşünceleri tumturaklı laf kalabalığı olarak gördüğü şüphesiz olan bilimcilerin çoğunluğundan bahsetmiyoruz. Ama bu anlayışlar bir yandan gazete manşetlerini işgal etme ve kandırılmaya elverişli insanların düş güçlerini fethetme eğilimi göstermektedir. Diğer yandan net ve tutarlı bir alternatif olmaksızın, bilimde idealist mistisizmin yayılmasına karşı mücadele etmek mümkün değildir. Tek ciddi alternatif diyalektik materyalizmdir.
Sistemin krizi kendisini her türden akıldışı eğilimlerin yükselişinde göstermektedir. Egemen sınıfın kamu harcamalarında büyük kesintilere gittiği, bilim bölümlerinin kapatıldığı, araştırma ve geliştirmenin kısıtlandığı bir dönemde, büyük tekeller, büyülere, hayaletlere, astrolojiye ve genel olarak hurafelere inancı körükleyen programların yapıldığı eğlence sektöründe servetler kazanmaktadır. Scientific American’da (Ocak 1997) çıkan bir makalede şu yoruma yer veriliyor:
John Hopkins Üniversitesinde medya uzmanı olan Mark Crispin Miller’e göre “yayıncılık yüzde 6 kârla çalışırdı, ama şimdi şirketler” yüzde 12 ila 18’i cebe indirmek için bastırıyorlar. “Dev şirketlerin birbiriyle rekabeti arttıkça, eskiye dönük hurafelerle dolu sululuklara başvuruyorlar” diyen Miller, uluslararası medya devini kastederek, “Rupert Murdoch gibi bir adamı ele alın meselâ: servetini başka şeylerin yanı sıra, sahte-bilim, hurafe, yıldız falları, inanılmaz mucize öyküleriyle gazetelerin seviyesini düşürerek elde etti. Murdoch bu tür garip saçmalıkları daima yüksek dozda kullanmaktadır. Adamımız televizyona geçtiğinde de” –Murdoch 1986’da Fox ağını yarattı– “aynı formülü kullandı.”
Bu olgu öyle göründüğü kadar masum değildir. Toplumun birçok düzeyinde gözlenebilen, akıldışı ve mistik fikirlere dönük genel eğilimin bir parçasını oluşturmaktadır aslında. Bu büyüyen eğilimden rahatsız olan bazı bilimciler buna karşı mücadele etmeye çabaladılar, ama başarısız oldular. Aynı makalede, bu bilimcilerden birisi olan Paul Kurtz’un büyük bir üzüntü içinde şunları söylediği aktarılmaktadır: “Eğer bilgi verirsek insanların (anormal savları) reddedeceklerini sandık. Sorun bizim hayal ettiğimizden çok daha ağır çıktı.” Soru şudur: bilimin dev adımlarına rağmen bu tavırlar neden bu denli yaygındır? Neden büyü için büyük bir pazar vardır?
Tarihten haberi olan herkes için bunun nedenini aramaya gerek yoktur. Toplumun çıkmaz bir sokağa girdiği dönemlerde insanlar kendi içlerine dönme eğilimi gösterirler. Kendi yaşamlarını ve kaderlerini kendi ellerine almaları ve gerçekliği dönüştürmeleri için net bir alternatifin yokluğunda, insanlar gerçeğe sırtlarını dönmeye çalışırlar. Bunu daha önce defalarca gördük. Bunun iyi bir örneği, her türlü akıldışı eğilimin eşlik ettiği Roma İmparatorluğunun uzun çöküş dönemidir. Bu sorun elinizdeki çalışmanın ilk kısmında ele alındığı için burada tekrarlamanın gereği yoktur. Ama paralellikler gerçekten çarpıcıdır.
* * *
Türkiye’nin zengin tarihi ve kültürünün Batıda yeterince bilinmiyor oluşu ve benim de Türk edebiyatını orijinal dilinde okuyacak bilgimin olmaması hayıflanacak bir şey. Eksik bilgilerime rağmen şurası açıktır ki, Anadolu insanı Avrupa ve dünya kültürüne önemli katkılar yapmıştır. Bundan başka, kültür için verilen mücadele, diğer ülkelerde olduğu gibi, toplumsal ilerleme için, insanlığın kurtuluşu için verilen genel mücadeleye, sadece teori ve akılda değil, gerçekte de sıkı sıkıya bağlıdır.
Bu özgürleşme kültürü Türkiye toprağına, modern Türkiye’nin büyük şairi Nazım Hikmet’in destanına da esin kaynağı olan, Şeyh Bedreddin’in 15. yüzyıl Anadolu’sundaki devrimci hareketine dek uzanan derin kökler salmıştır. Böylece modern Türk kültürünün en iyi örnekleri, sıradan insanların kurtuluş uğrunda verdikleri mücadeleyle el ele vermekte ve bu kutsal birlik, kuşaklar ve yüzyıllar üzerinden bir köprü oluşturmaktadır.
Bu mücadelenin bütünleyici bir parçası da, insanların zihinlerine zincir vuran ve onları baskıdan, maddi ve manevi yoksulluktan oluşan bir kadere mahkûm ederek, her zaman gericiliğin elinde bir silah olan karanlığa ve dinsel mistisizme karşı kavga vermektir. Aklın İsyanı’nın amacı kısmen bu mücadeleyi devam ettirmektir. Kapitalizmin 21. yüzyıldaki krizi insanlığı, sadece fiziksel anlamda (yoksulluk, işsizlik, savaş) değil, fikirler ve kültür alanında da en korkutucu felâketler ve çürümeyle tehdit etmektedir.
Ortaçağda Hıristiyan Kilisesinin bir sözü vardı: Işık Doğudan yükselir. Uygarlığı sadece kendi tekelinde görmek Batının bir önyargısıdır. Genel bir tarihsel bakış açısıyla kapitalizmin, üretim araçlarını, sanayii, tarımı, bilimi ve teknolojiyi devrimcileştirmesi temelinde, yaşam koşullarında göz kamaştırıcı bir dönüşüme yol açtığı doğrudur. Doğunun insanlarının da bu kazanımları kendileri için kucaklamaya çalışmaları doğaldır.
Ancak, 21. yüzyılın başlangıcında kapitalizm kendisini dünya ölçeğinde bir ölümcül sonla yüz yüze bulmuştur. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun rakamlarına göre, dünya ölçeğinde işsizler ve gizli işsizlerin sayısı en az 1 milyardır. Ve üstelik bu, bir ekonomik yükseliş sırasındaki, yani kapitalizmin sunabileceği en iyi durumdur. Ya bir çöküş sırasında neler olacaktır?
Son yüz yıl boyunca Türkiye’nin politik yaşamındaki ana motor kuvvetlerden biri olan ilerleme mücadelesi, yani geriliğe karşı verilen kavga, henüz tayin edici ölçüde kazanılmış değildir. Oysa bu mücadele halihazırda, kapitalizmin küresel ölçekteki çürümesiyle tehdit edilmektedir. Ancak ve ancak toplumun Avrupa ve dünya ölçeğinde baştan aşağıya bir yeniden örgütlenmesi bu açmazdan çıkış yolunu gösterebilir. Ve Türkiye bu yola önderlik edebilir. Ancak, bunun önkoşulu halis bir sosyalist programın benimsenmesidir. SSCB’deki Stalinizmde olduğu gibi bürokratik ve totaliter bir karikatür değil, çalışan insanların demokratik egemenliğine dayanan gerçek sosyalizm.
Bazıları, fazla “yabancı” göründüğü için bunu reddedebilir. Ama kapitalizm de yabancı bir ithal malı değil mi? Ya Latin alfabesi? Modern Türkiye’yi yaratan tüm reformlar? İşin aslına bakarsanız, sosyalizm fikrinin Türkiye’de neden uzun zaman önce ortaya çıktığını ve tıpkı şairin, yarin yanağından gayri her şeyin ortak olmasından söz ettiği dönemde olduğu gibi, farklı dönemlerde çeşitli biçimlerde yeniden ve yeniden su yüzüne çıktığını göstermek zor değildir. İnsan toplumunun daha yüksek bir biçimi olarak sosyalizm düşüncesi, daha bu dizelerde ifadesini bulan Şeyh Bedreddin’in felsefesinde mevcuttur. Ama yalnızca bir embriyo olarak. İşte bu kitabın amacı, Marx ve Engels’in, sosyalizmi nasıl halis bir bilimsel temele oturttuklarını ve modern zamanların temel bilimsel ilerlemelerinin, bu bilimsel temeli oluşturan esas içeriği doğruladığını göstermektir.
Toplumun mevcut krizinin üstesinden gelme ve insanlığı, gelişmenin daha yüksek bir evresine, insanların kendilerini kendi gerçek yüksekliklerine ulaştıracakları evreye ilerletme yolunu, bize ancak ve ancak Marx ve Engels tarafından geliştirilen bilimsel sosyalizmin teorileri gösterebilir. Nazım Hikmet’in harikulâde sözleriyle:
En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk:
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür.
Alan Woods
Londra, 10 Kasım 2000
link: Alan Woods, Türkçe Basıma Önsöz, 13 Aralık 2006, https://marksist.net/node/1140