Türkiye tarihinde kömür madenciliği işçi sınıfı için büyük acılar anlamına gelmektedir. Kömür karası, maden işçilerinin yalnızca yüzünü karartmadı, kaderlerini de kararttı. Türkiye’de İş Kanunu ancak 1936’da çıkarıldı ama bu kanun işçilere sendikal örgütlenme ve grev hakkı tanımıyordu. Üstelik 1940 yılında ilan edilen sıkıyönetimle işçiler daha fazla baskı altına alınmıştı. İşte “mükellefiyet” bu koşullar altında yürürlüğe girmiş, 27 Şubat 1940’tan 1 Eylül 1947’ye kadar uygulanmış, ülke tarihinin en acı sayfalarından biri olmuştu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Zonguldak kömür ocakları çevresinde yaşayan erkek köylüler “işçi mükellefiyeti” adı altında zorla çalıştırılmışlardı. Bir başka deyişle köylüler madenlerde çalışmakla mükellef tutulmuş, mükellefiyet kömürü kayalardan sökmek için alın teri akıtan madencilerin, onların ailelerinin çektiği acıların adı olmuştur.
Mükellefiyet yasasıyla köylerinden toplanan yoksul emekçiler, 45’er kişilik gruplar halinde, çıkan yasaya göre günde 12 ilâ 14 saat, fiili uygulamaya göre ise çok daha uzun saatler yerin yedi kat altında çok zor koşullar altında çalışmak zorundaydı. Günde iki öğün kuru ekmek yiyen işçiler yeterli beslenemedikleri için vereme, bağırsak enfeksiyonlarına, kömür tozu yüzünden akciğer hastalıklarına yakalanıyorlardı. İnsanlık dışı koşullarda derme çatma, pis barakalarda bit ve pire içinde yatmak zorunda kalıyorlardı. Bu koşullar içinde yaşamaya ve çalışmaya mecbur bırakılan işçiler, salgın hastalıklara yakalanıyor ve hayatlarını kaybediyorlardı. Madencilerin çektiği acılar, madenciler için yakılan ağıtlara, yazılan şiir ve romanlara konu olmuştur. İrfan Yalçın’nın Ölümün Ağzı romanında yaşlı bir madenci o günleri şöyle anlatıyor: “Yük taşıyan bir hayvan huysuzlanıp gitmezse, sahibi döver onu. Ama ne kadar döverse dövsün, hayvanını yaralamak, sakat bırakmak, öldürmek gelmez içinden. İşte böyle sakınmalardan bile uzaktık mükellefiyet’te biz. Bir hayvan, bir eşya kadar bile değerimiz yoktu nedense! Ayağı kırılan bir ocak katırı, yiten bir kazma, bizlerin ölümünden daha çok üzerdi başımızdakileri. Çünkü ocakta çalışan katır az bulunuyordu. Kazma, kürek belli sayıdaydı. Ama bize gelince, karıncalar kadar çoktuk biz.”
Mükellefiyet öncesinde 1938 yılında maden ocaklarında 13 bin işçi çalışmaktaydı. 1940 yılında Ereğli Kömür İşletmeleri kurulduktan sonra mükellefiyetin başlamasıyla birlikte çalışan işçi sayısı 42 bine çıkarken, kayıtlı işçi sayısı 60 binlere ulaşmıştı. Rakamların soğuk dili bile sömürünün, kural tanımazlığın boyutunu gözler önüne seriyor.
On binlerce insan madenlerde köleliği aratmayacak bir şekilde çalıştırılırken, bu köleliğe karşı duran, kölelikten kurtulmak için çareyi kaçmakta bulan işçiler dayak, hapis ve para cezasına çarptırılıyordu. Jandarmalar madenden kaçan işçiyi bulmak için işçinin köyüne gider, karısı, kız kardeşi veya annesi, yani kadın olarak kim varsa hemen yakalar, hapse atar ve kaçağa haber gönderirdi. Rehinelerin kaçağın teslim olması durumunda bırakılacağı bildirilirdi. Çoğu kez rehin alınan bu kadınlar askerler tarafından tecavüze uğrardı. Böylece kaçanlar geri dönmeye mecbur bırakılırdı. Geri dönenleri bekleyen akıbet ise, pranga ve dayak ile çalışma azabıydı. Üçüncü kez firar etmeye kalkanlar ise, tahkim komutanlıklarına sevk edilir, oradan başka şehirlere yol, havaalanı inşası gibi işlerde bir yıl boyunca ücretsiz çalıştırılmak üzere sürgüne gönderilirdi.
1945-1955 yılları arasında Zonguldak’ta Fransızca öğretmeni olarak görev yapan şair İlhan Berk’in dizeleri bu insanlara reva görülen acıyı resmediyordu.
Öyle insanlar gördüm ki,
Ölüm peşlerine düşmeye korkardı.
Kelepçeli, jandarmalıydılar.
Ya dağların arkasından geliyorlardı,
Ya dağların arkasına gidiyorlardı.
Baktım, sapsarıydılar;
Gözleri çıkık, boyunları büküktü;
Bir acayip mahlûktular…
Bu gözleri çıkık, boyunları bükük insanlar çaresizlik ve çıkışsızlık girdabından kurtuluşu, kendilerini bile bile yaralayarak hasta raporu almakta buluyorlardı. Başparmaklarını kesen hatta bileklerinden ellerini kesen işçiler dahi olmuştu. Mükellefiyetle köleleştirilen bu işçilerin kanları ve canları üzerinden 1940-1948 yılları arasında kömür üretimi yılda 2,5 milyon tondan 4 milyon tona kadar yükselmişti. Mükellefiyet 1 Eylül 1947’de sona erdiğinde geride yitip gitmiş yaşamlar, sakat kalmış, eşsiz ve babasız kalmış insanlar bırakmıştı.
Peki, aradan geçen onca yıla rağmen maden işçisinin yazgısı değişti mi? Soma’da Ermenek’te maden ocağında yüzlerce işçi kardeşimizin katledilmesi patronların mükellefiyetten bu yana maden işçisine reva gördüğü kaderin pek de değişmediğini gösterdi. 80 yıl önce burjuva devlet yoksul köylüleri jandarma dipçiğiyle madenlere sokarken bugün bu kölelik dipçikle değil ekonomik zor ile sürmektedir. İşçiler yaşam koşullarının zorluğu ve işsizlik yüzünden en ağır koşullarda yerin yüzlerce metre altında hiçbir can güvenlikleri olmadan ocaklara inmek zorunda kalıyorlar. Bir zamanlar madenlerde işçiler, jandarma ve maden başçavuşlarından dayak yiyorken Soma’da gördüğümüz üzere bugün devletin başındakilerin danışmanları tarafından yerlerde tekmeleniyorlar. Dün de maden işçileri iş kazaları ve meslek hastalıkları yüzünden patır patır ölüyordu, bugün de! Yıllar içinde değişmeyen bir şey var ki o da egemenlerin kârlarından başka bir şeyi düşünmemesidir. İşçi sınıfı mükellefiyet gibi Soma’da ve Ermenek’te yaşananları da unutmayacak! Üstü kabuk bağlamış gibi görünse de bu acılar işçi sınıfının tarihsel hafızasında yer etmektedir ve işçi sınıfı egemenlerden sadece maden işçilerinin acılarının değil tüm işçi sınıfının acılarının hesabını soracaktır.
link: Öykü Ilgaz, Maden İşçisinin Bitmeyen Mükellefiyeti, 31 Mayıs 2020, https://marksist.net/node/6951
ABD’de Floyd’un Çığlığı: “Nefes Alamıyorum”
“Nâzım’ı Gördüm Çocuklar!"