Rockefeller’ın Güney Colorado’daki şirketlerine karşı başlatılan büyük kömür grevi esnasında, başkent Washington’daydım. Uzun süredir katlanılan sömürü ve zulme karşı on yıl önce yapılan bir grev, silahlar ve açlık tarafından acımasız bir biçimde bastırılmıştı. Fakat açık ayaklanmanın alevleri söndükten çok sonra bile, işçilerin umutsuzluk ve çaresizliği için için yanmaya devam etti. En sonunda, on yıllık bir sabrın ardından, maden işçilerinin yüreğindeki közler, isyanın kükreyen alevlerine dönüştü.
Bir gün gazetede, Colorado Vâlisi Ammons’ın, “Jones Ana’nın grevin kızıştığı güney bölgesine girme izni yoktur” dediğini okudum.
O gece bir trene bindim ve doğru Denver’a gittim. Çoğu zaman kaldığım otelde bir oda tuttum. Sonra maden işçilerinin sendika merkezine, daha sonra da istasyona gittim ve güneye, Trinidad’a giden yataklı trene biletimi aldım.
Otele döndüğümde, daha önce otele girişimi yapmış olan adam yanıma geldi ve “Trinidad’a mı gidiyorsunuz, Jones Ana?” dedi.
“Elbette” dedim.
“Ana, vâlinin, otelde ve istasyonda seni izleyen dedektifleri olduğunu söylemek isterim.”
“Dedektifler umurumda değil” dedim.
“Bekleme salonunda iki dedektif var, yukarıda koridorda bir tane ve iki ya da üç tane de istasyonda, güney trenine kimlerin bineceğini görmek için kapıları gözlüyorlar.”
Verdiği bilgi için teşekkür ettim. O gece, yolcu vagonlarının istasyona getirilmesinden bir saat kadar önce, vagonların trene bağlanmak için hazır beklediği manevra sahasına gittim. Kısım binasına gittim. Orada yaşlı bir usta vardı.
Beni görebilmek için fenerini yüzüme kaldırdı. “Aaa, Jones Ana” dedi, “traverslerde gezinen sen miydin?”
“Bendim” dedim, “ama gezinmiyorum. Güneye bir yataklı biletim var ve trenin hazır olup olmadığını öğrenmek istedim. Hazırsa binmek istiyorum da.”
“Otur şöyle de” dedi, “ben bir bakayım. Bilmiyorum.” Hiçbir şey söylemese de, niçin orada olduğumu anladığını biliyordum.
“Dönerken yataklı vagon görevlisinin seninle gelmesini söyleyebilir misin?” dedim.
Feneri yanında sallana sallana gitti. Az sonra görevliyle birlikte döndü.
“Ne istiyorsun Ana?” dedi görevli.
“Yatakların hazır olup olmadığını öğrenmek istiyorum.”
“Şimdi mi binmek istiyorsun Ana?”
“Evet.”
“Öyleyse seninki hazır.”
Ona biletimi gösterdim ve beni raylardan karşıya geçirdi.
“Ana” dedi, “şimdi seni tanıyorum, fakat daha sonra, tanışmamış olmayı daha uygun bulabilirim.”
“Anladım” dedim. “Şurada kondüktöre vermek için iki dolar var. Ona, Jones Ana’yı Santa Fe geçidinden önce indirmesini söyle. Sabahın körü olacak.”
“Eminim öyle olacak” dedi.
Trene manevra sahasında bindim ve vagonlar güney yolcularının binmesi için istasyona çekildiğinde uyumaktaydım. Tren istasyondan çıktığında hâlâ uyuyordum.
Sabah erkenden görevli beni uyandırdı. “Ana” dedi, “kondüktör senin için treni durduracak. Atlamaya hazır ol.”
Biz geçide varmadan tren yavaşladı ve kondüktör bana yardım etmeye geldi.
“İş başında mısın Ana?” dedi kondüktör.
“Elbette” dedim. “Peki siz treni sadece benim için mi durdurdunuz?”
“Kesinlikle öyle yaptım!”
Tren uzaklaşırken bana el sallıyordu, “Güle güle Ana”. Vakit henüz çok erkendi, küçük bir şehir olan Trinidad’a yürüdüm ve kahvaltı ettim. İstasyonda bir bölük asker, benim kasabaya gelip gelmediğimi gözlüyordu. Fakat Jones Ana bu istasyonda inmemişti ve bölük, yerleştiğim otelin tam karşısındaki karargâhına döndü.
Orada olduğumu öğrendiklerinde, üç saattir Trinidad’daydım. Vâliye telefon ettiler. Milislerden sorumlu General Chase’e telefon ettiler. “Jones Ana Trinidad’da!” dediler.
“İmkânsız!” dedi vâli. “Olamaz!” dedi general.
“Ama burada işte!”
“Otelleri ve istasyonları iyice gözetlemiştik” dediler.
“Ama burada işte!”
Tutuklanmam emredildi.
Maden işçilerinin temsilcileri geldi. “Çocuklar” dedim, “beni tutuklayacaklar, fakat sorun çıkarmayın. Bırakın tutuklasınlar.”
“Ana” dediler, “seni tutuklamalarına izin vermeyeceğiz”.
“Evet, vereceksiniz. Bırakın kozlarını oynasınlar.”
Biz oturmuş konuşurken, merdivenleri döven ayak seslerini duydum.
“Geldiler” dedim ve sakince oturup bekledim.
Kapı açıldı. Bir milis bölüğüydü.
“Beni mi almaya geldiniz çocuklar?” dedim. Bozulmuş görünüyorlardı.
“Valizini topla ve gel” dedi yüzbaşı.
Beni aşağıya indirdiler ve kapıda bekleyen bir otomobile bindirdiler.
Maden işçileri seyrediyordu. İçlerinden birinin gözyaşları yanaklarına akıyordu.
“Ana” diye bağırdı, “senin yerine ben gidebilmek isterdim!”
Maden işçilerine boyun eğdirmek için devlet tarafından yollanan süvarilerin, piyadelerin ve silahlı adamların arasından geçerek önce hapisaneye gittik. Bir kısmı askerî hapishaneye çevrilmiş olan Rahibeler Hastanesi’ne götürülmem emredilmişti. Beni, beyaz sıvalı, içinde bir portatif yatak, bir sandalye ve bir masa olan küçük bir odaya koydular ve suskun askerlerden başka tek bir insan görmeden, dokuz hafta bu odada kaldım. Odamın duvarının diğer yanında bir, koridorun karşısında iki, koridorun girişinde bir, bulunduğum kattaki asansörün kapısında iki ve asansörün zemin kattaki kapısında iki asker nöbet tutuyordu.
Penceremin önündeki asker, gece gündüz hiç durmaksızın volta atıyor, süngüsü güneşte parlıyordu.
“Delikanlılar” dedim kapıdaki iki sessiz adama, ”koca Standart Oil’in yaşlı bir kadından korktuğu kesin!”
Sırıttılar.
Yemeğimi rahibeler getiriyordu.
Elbette pek lüks şeyler değillerdi. Bu dokuz hafta boyunca hiç kimseyi görmedim, elime bir tek mektup, kart ya da gazete geçmedi. Sadece kır manzarası ve güneşte parlayan süngü gördüm.
En nihayet, maden işçilerinin avukatı bay Hawkins’in beni görmesine izin verildi. Sonraki Pazar günü, Albay Davis geldi ve vâlinin beni Denver’da görmek istediğini söyledi.
O gece saat dokuzda, albay ve emrindeki biri geldi. Koridora çıktığımızda, görünürde bir tek asker olmadığını fark ettim. Asansörde de kimse yoktu. Giriş kapısında da. Her şey garip bir biçimde sessizdi. Etrafta kimse yoktu. Kapalı bir otomobil bizi bekliyordu. Üçümüz ona bindik.
“Ara yoldan” dedi albay şoföre.
Karanlık, ıssız yollara saptık. Arabanın perdeleri kapatılmıştı. Dışarısı da içerisi de karanlıktı. Tüm yaşamım boyunca, sonumun geldiğini, dünyaya veda edeceğimi düşündüğüm tek andı o, yine de dünyadan çekip gitmeden önce sıkı bir savaş vermeye karar verdim!
Santa Fe geçidine geldiğimizde trene bindirildim. Büyük bir rahatlama hissettim, grev daha yeni başlamıştı ve yapacağım çok iş vardı. Trende General Chase denen ve damarlarından buzlu su akan bir ucube tarafından karşılandım. Beni, Brown Palace Oteli’ne götürmek için yola koyuldu. Daha az aristokratik bir otele, çoğunlukla kaldıklarımdan birine gitmeme izin verip vermeyeceğini sordum. Saat dokuzda vâliye götürmek üzere bana refakat edeceğini söyleyerek kabul etti.
O sabah vâlinin önüne çıkarıldım. Vâli, “Seni serbest bırakacağım, fakat grev bölgesine geri dönmeyeceksin” dedi.
“Döneceğim, vâli” dedim
“Sanırım öğüdüme uymalı ve yapman gerektiğini düşündüğüm şeyi yapmalısın” dedi.
“Vâli” dedim, “eğer Washington senin gibilerden emir alsaydı, biz hâlâ Kral George’un torunlarının yönetimi altında olurduk! Eğer Lincoln sizden emir alsaydı, Grant[i] Gettysburg’e asla gelmemiş olurdu. Sanırım emirlerinize uymamam daha iyi olacak.”
Denver’da bir hafta kaldım. Daha sonra Trinidad yataklı trenine bir bilet aldım. Koridorun öteki tarafında Rockefeller’ın dedektifi Reno vardı. Sabah çok erken bir vakitte, askerler tarafından uyandırıldım.
“Kalk ve ilk durakta in!” dediler.
Tabii ki kalktım ve Trinidad’den 80 kilometre uzakta, Walsenburg’da, askerlerle birlikte trenden indim. Çarkçı ve ateşçi, askerlerin beni indirdiğini görünce treni terk ettiler.
“Bu yaşlı kadına ne yapacaksınız?” dediler. “Biz bunu öğreninceye kadar, bu tren hareket etmeyecek!”
Askerler yanıt vermediler.
“Çocuklar” dedim, “lokomotifinizin başına dönün. Bir gün her şey düzelecek.”
Gözyaşları yanaklarına yuvarlanıyordu, onları sildiklerinde, yüzlerinde uzun, kara izler oluştu.
Adliye sarayının altındaki bodruma atıldım. Soğuk, iğrenç bir yerdi, ısıtmasız, nemli ve karanlık. Gündüzleri elbislerimle uyudum; geceleri, bir bira şişesiyle kocaman lağım farelerine karşı savaştım. “Bu zindanın dışında olsaydım da, insan kılığındaki lağım fareleriyle mücadele ediyor olacaktım!” diye düşündüm.
26 gün boyunca, bu karanlık delikte bir askeri mahkûm olarak tutuldum. Boyun eğmeyecektim. Eyaleti terk etmeyecektim. Eğer böyle davranırsam, özgürlüğümü her zaman koruyabilirdim. General Chase ve haydutları, beni bu soğuk bodrumda tutarlarsa grip ya da zatürre olacağımı ve “yaşlı Jones Ana”nın ne yapılacağı meselesinin hallolacağını düşünmüşlerdi.
Benden sorumlu olan Albay Berdiker, “Ana, hiç seninki kadar acı bir duruma düşmedim. Denver’a gitmeyecek, grev bölgesinden ayrılmayacak mısın?”
“Hayır Albay, gitmeyeceğim” dedim.
Yeraltında saatler çok yavaş geçiyordu. Gündüzler daima alaca karanlık; geceler zifiri karanlıktı. Bodrumumun penceresinden insanların ayaklarını seyrettim; maden işçilerinin eski pabuçlar içindeki ayaklarını; askerlerin sağlam devlet derisinden ayakkabılar içindeki ayaklarını, kadınların topukları erimiş ayakkabılarını; çocukların harap pabuçlarını ve çıplak ayaklı çocukları. Çocuklar çömelip bana el sallıyor, fakat askerler onları kovuyordu.
Bir sabah, sert ekmeğim ve kötü kahvem getirildiğinde, Albay Berdiker, “Ana, bu şeyi yeme!” dedi. Sonra bana kahvaltı yolladı; güzel, sade yiyecekler. Kalp sahibi bir adamdı, belki de kendi annesini, lağım fareleri ordusuyla bir bodruma kapatılmış olarak hayal ediyordu.
Albay bir gün geldi ve avukatlarımın benim için bir ihzar müzekkeresi çıkartmış olduğunu ve serbest bırakılacağımı; askeriyenin, arzu ettiğim herhangi bir yere gitmem için bana bir bilet vereceğini söyledi.
“Albay” dedim, “işi, adam gibi bir ücret için grev yaptıkları her yerde benim sınıfımı vurmak olan insanlardan hiçbir şey kabul edemem. Yürümeyi tercih ederim.”
“Anlaşıldı Ana” dedi, “güle güle!”
İşletmeciler, grev kırıcı olarak çalışmaları için maden ocaklarına Meksikalıları getirtmişti. Meksikalı işçiler Meksika sınırından itibaren tüm yol boyunca ordu tarafından korunmuşlardı. Grev bölgesine, koşullar hakkında hiçbir şey bilmeksizin, çok yüksek ücretler ve rahat bir iş vaadiyle getirilmişlerdi. Şirketin silahlı adamlarının denetiminde sığır vagonlarına doldurulmuş ve madene geldiklerinde vazgeçmeye kalkanlar da vurulmuştu. Bu yoksul insanların yüzlercesinin aklı da bedava toprak vaadiyle çelinmişti. Trenden indiklerinde, silahlı adamlar tarafından sığırlar gibi maden ocaklarına sürüldüler.
On yıl önceki grev de bu yöntemle kırılmıştı. Ve şimdi grevde olanlar, sözleşmeli, uysal Avrupalı göçmen işçilere karşı, on yıl önce grev kırıcılığı yapanlardı.
Maden ocaklarına götürülmek üzere bu şehirde biraraya toplanmış olan Meksikalılara, Colorado grevinin gerçeklerini anlatmam için, El Paso’ya gönderildim. Toplantılar düzenledim, Meksikalı topluluklara seslendim, sınırın ötesinde yaşananları öğrendim. Grev kırıcıların Rockefeller madenlerine gitmesini önlemek için gücümün yettiği her şeyi yaptım.
Ocak 1914’te Colorado’ya döndüm. Trenden inerken milisler tarafından karşılandım ve trene geri dönmem emredildi. Buna rağmen indim. Beni telgraf ofisine yürüttüler, sonra karar değiştirip karargâh kurmuş oldukları otele götürdüler. Onlara kahvaltı etmek istediğimi söyledim. Yemek salonuna kadar bana eşlik ettiler.
“Kahvaltımı kim ödeyecek?” dedim.
“Devlet” dediler.
“Öyleyse Colorado eyaletinin bir misafiri olarak iyi bir kahvaltı isteyeceğim.” Öyle de yaptım, domuz pastırmasından turtaya kadar her şeyi istedim.
Denver treni istasyona girdi. Beni trene bindirdiler. Walsenburg’a geldiğimizde, treni, bir madenci şarkısı söyleyen maden işçileri heyeti karşıladı. Suskun ve yaşlı dağlar kulaklarını kabartıp baksın diye ciğerlerini patlatırcasına söylüyorlardı. Sonra trene doluştular.
“Ana, çok yaşa!”
“Çocuklarım çok yaşayın!”
“Ana, manton yeterince ısıtıyor mu? Tepelerde dondurucu bir soğuk var!”
“Ben iyiyim, çocuğum.” Bunu soran, sırtında palto olmayan bir adamdı, üzerinde ucuz bir pamuklu takım elbise ve boynuna dolanmış yünlü bir bez parçası vardı.
Milisler istasyonun hemen dışında duruyordu. Onlardan biri iblisin tekiydi. Silahını sallayarak dolaşıyor, işçilere vuruyor, ağza alınmayacak küfürler ederek onları kavgaya kışkırtmaya çalışıyordu. Fakat çocuklar soğukkanlılıklarını korudular. Tren istasyondan ayrılıp tepeler arasında kıvrıla kıvrıla uzaklaşırken, tren düdüğünün feryadını bile bastıran şarkılarını işitebiliyordum.
Ocak ayından başlayarak, maden işçilerinin Ludlow’daki çadır kampının ateşe verildiği son acımasız saldırıya kadar, kulaklarım gaddarlık ve ızdırap öyküleri duymaktan bitap düşmüştü. Gözlerim gördüğüm yoksulluktan sızlıyordu. Beynim insanın insana yaptığı zalimlikleri öğrenmekten hasta olmuştu.
“Ah Ana, kızıma askerler tecavüz etti, küçücük kız!” “Ah Ana, sadece cenaze levazımatçısı Bay Hall, milisin vurduğu iki maden işçisini gömdü diye, askerlerin Bayan Hall’ın evine nasıl girdiğini, çocuklarını nasıl korkuttuğunu, evi harap ettiklerini ve daha birçok korkunç şeyler yaptıklarını biliyor musun?” “Ah Ana, işçileri serserilik ve avarelik bahanesiyle nasıl tutuklayıp şirketin hendeklerinde ücret vermeksizin çalıştırdıklarını, bedavaya kömür taşıttıklarını ve maden ocaklarına kadar kar temizlettiklerini duydun mu?”, “Ana Ana, dinle! Grev kırıcı olarak Polonyalı bir herif gelmiş. Bir grev olduğundan haberi yokmuş. İri yarı, kaya gibi bir adam. Ona bir yıldız ve bir silah verdiler ve grevcileri vurmasını söylediler.” “Ah Ana, bir gemi dolusu tüfek ve makineli tüfek getirmişler, bize ne yapacaklar?”
Çılgına dönmüş bir ana beni yakaladı. “Jones Ana” diye çığlık atıyordu, “Jones Ana, benim küçük oğlumun her yeri, ‘N’aber, John D. arkadaş!’ dedi diye, bir askerden yediği tekme ve yumruklarla davula döndü. Sadece bir çocuk şakasıydı ve şimdi bir ölü gibi yatıyor!”
“Ana, devletin bir generalinin, kır saçlı bir dula, mutfağında bulaşık yıkarken bir sendika türküsü söylüyor diye yumruk sallaması ve yüzüne karşı bağırması rezillik değil midir?”
“Tastamam rezilliktir” dedim. “Aslında, Tanrı’nın tüm insanlar için dünyaya koyduğu kömüre Rockefeller’ın sahip çıkması bir rezilliktir. Madenleri, kırıntıdan ve kölelikten biraz fazlasını isteyen işçilere karşı koruyan silahlı adamların ve askerlerin varlığı bir rezalettir. Bu bir rezalet deryasıdır!”
“Ana, zavallı yaşlı Colner’ın başına gelenleri işittin mi? Postaneye giderken milisler tarafından tutuklanmış. Sırtına bir kazma ve kürek yükleyip yokuş aşağı yürütmüşler. Öleceğini ve kendi mezarını kazması gerektiğini söylemişler. Yolda ayağı takılıp düştüğünde tekmelemişler ve zorlukla kalkabilmiş. Evine gitmesine ve karısını öpüp çocuklarına veda etmesine izin vermeleri için yalvarmış.
“Biz öperiz” diyerek gülmüş askerler. Mezarı için seçtikleri yerde, yaşlı Colner’ı ölçüp yarım metre daha derin kazmasını emretmişler. Askerler çevresinde dikilip güler, küfreder ve onun saati için zar atarlarken, yaşlı Colner kazmaya başlamış. Biraz sonra bayılıp mezara düşmüş. Askerler onu mezarda bırakıp gitmişler, sonra kendine gelip mezardan çıkabilmiş. Orada yapayalnız kalmış ve düşe kalka kampa dönmüş. Şimdi aklı başında değil, Ana!”
Hıçkıra hıçkıra ağlayan dul kadınlarla birlikte, kocalarının cesetleri etrafındaki mumların sonuna kadar yanmasını seyrederek, uzun geceler boyunca oturdum.
“Dışarı çıkın ve savaşın” diyordum kadınlara. “Cennete gidinceye kadar, cehennem gibi savaşın.” Onları rahatlatmanın, bildiğim tek yolu buydu.
Umutsuzluğa kapılan erkeklere, akıllarını başlarına toplamaları için hemşirelik yaptım. Yırtıp pırtık giysiler içindeki çocuklar ve çaresiz analar için elbise topladım. Ölüleri, grevin öncülerinin cansız bedenlerini gömülmeye hazırladım. Erkekleri, tıpkı genelevler gibi lisansları Rockefeller iştiraklerinin elinde olan barlardan uzak tutmaya uğraştım.
Maden işçileri silahlıydı, her Amerikan yurttaşına, evini ve ailesini koruması, saldırıya karşı koyması için izin verildiği ölçüde silahlıydı. Rocky Dağları’nın kuru vadilerinden, dar geçitlerinden, silahlı çatışma dumanları yükseliyordu.
Kimse duymadı. Kimse oralı olmadı. Broadway Caddesi 26 numaranın[ii] bürolarında, borsa fiyatlarını kağıt şeride kaydeden cihazların sesi, kadınların ve çocukların hıçkırıklarını bastırıyordu. Broadway’in buharla ısıtılan lüks ofislerindekiler, insanların çadırlarda yaşadığı Colorado yamaçlarının keskin soğuğunu hissedemezlerdi.
Sonra Ludlow olayı patlak verdi ve tüm ülke işitti. Diri diri yakılmış çocuklar, kapak sayfalarına konu oldu. Ama aç ve açıkta yavaş yavaş ölenleri yine gören duyan yoktu.
Paint Creek’te grevcilere karşı kullanılmış olan makineli tüfekler, 19 Nisan 1914’te Ludlow çadır kampını tepeden gören bir konuma yerleştirildi. Binbaşı Pat Hamrock ve Teğmen K.E. Linderfelt’in yönettiği milislerin çoğunluğu, asker olarak ant içmiş oldukları halde şirketin silahlı adamları olarak görev yapıyorlardı.
Askerler, Yunanlı işçilerin lideri Louis Tikas’ın iki İtalyan işçiyi teslim etmesini isteyen bir karargâh emriyle, sabahın köründe kampa girdiler. Tikas, bu iki işçi için tutuklama yazısı istedi. Askerlerin ellerinde böyle bir şey yoktu. Tikas işçileri teslim etmeyi reddetti. Askerler karargâha döndüler. Bir işaret bombası patlatıldı. Ardından bir tane daha. Bunun hemen ardından, makineli tüfekler çürük çadırları, perişan işçi ailelerinin sahip oldukları tek evi, mermilerle kalbura çevirdiler. Kurşunlar, erkeklerin, kadınların ve çocukların üzerine bir demir yağmuru gibi yağıyordu.
Kadınlar ve çocuklar tepelere kaçtılar. Diğerleri kaldı. Erkekler evlerini silahlarıyla savundular. Çatışma gün boyu sürdü. Ölen erkekler yüzüstü toprağa düştü. Kadınlar düştü. Küçük Snyder, kedisini korumak isterken kafasından vuruldu. Ölmekte olan annesine su taşıyan bir çocuk öldürüldü.
Öğleden sonra saat 4’te, işçilerin yiyeceği, suyu ve cephanesi tükenmişti. Tepelere, karılarının ve çocuklarının yanına çekilmek zorunda kaldılar. Louis Tikas, kadınların ve çocukların güvenliğini sağlamaya çalışırken delik deşik edildi. Kadınlar ve çocuklar da onunla birlikte can verdiler.
Gece oldu. Kanyonlardan soğuk ve nemli bir rüzgâr esti, kadınlar ve çocuklar titreşerek ağladılar. Sonra gökyüzünde bir alev parladı. Kandan ve barlardan çaldıkları içkilerden sarhoş olmuş askerler, petrole batırılmış meşalelerle Ludlow kampının çadırlarını ateşe verdiler. Maden işçilerinin çadırları, perişan haldeki eşyaları, elbiseleri ve yatakları yandı. İşçilerin tek su kaynağı olan kuyu, dikenli tellerle dolduruldu.
Her şey bittikten sonra, acınacak haldeki insanlar, ölülerini gömmek için sürünerek döndüler. Yanmış bir çadırın altındaki sığınakta 2 kadınla 11 çocuğun kömürleşip tanınmaz hale gelmiş bedenleri bulundu. Her şey mahvolmuştu. Sanki onlar da bu dehşetten kaçıp kurtulmaya çalışmışlar gibi, yatakların telleri yerlerdeydi. Petrol, ateş ve silahlar, erkekleri, kadınları ve çocukları evlerinden etmiş, minicik bebekleri ve savunmasız kadınları katletmişti. Bütün bunlar, Colorado Petrol ve Demir Şirketi’nin isteklerini yerine getiren acımasız bir barbarın, Teğmen Linderfelt’in emriyle yapılmıştı. Grevciler, bütün şubelere bir çağrı yayınladılar: Her sağlıklı adam, kendisini ve ailesini kiralık katillerden, kundakçılık ve yağmacılıktan koruyabilmek için, tüfeği omzunda gezmelidir. Bu, kabile döneminden bizim sözde uygarlığımıza kadar, bir insanın en doğal hakkı olagelmiştir. Bütün grev bölgesinde, herkes silahlandı. Ludlow, onların yüreklerinde yanmaya devam ediyordu.
Herkes hararetli bir biçimde çalışmaya başladı. Ludlow’dan bir heyet Başkan Wilson’ı ziyarete gitti. Onlardan biri, üç minicik bebeği Ludlow’un pis ve karanlık köşelerinden birinde yanarak ölmüş olan Bayan Petrucci’ydi. Başkanına söyleyeceği şeyler vardı.
Başkan, silahlı adamları durdurmaları için hemen Birleşik Devletler süvarisini gönderdi. Grev bölgesindeki durumu inceledi ve üç yıllık bir ateşkes dönemi için, madencileri ve işletmecileri bağlayacak öneriler hazırladı. İşletmeciler bu önerileri küçümseyerek reddettiler.
Denver’da kitlesel bir miting çağrısı yapıldı. Lindsey[iii] bir konuşma yaptı. İşletmecilerden, Colorado yasalarına uymalarını istedi. Bu hemen yapılabilecek bir şeydi. Denver Borsası, maden işçilerinden yana tavır alan yargıç Lindsey’i karalamak amacıyla bir komite oluşturdu.
Rockefeller da sıkı çalışıyordu. Ülkedeki tüm yayın kuruluşlarının editörlerine gönderilen broşürler yazmaları için yazarlar kiralandı. Bu broşürlerde, kışkırtıcıların ortaya çıkmasından önce, maden işçilerinin yaşamının ne kadar mutlu olduğu; işçilerin, şirketin barları, şirketin ev denen domuz ağılları ve yine şirketin öğretmenleri, vaizleri ve yargıçlarıyla, nasıl keyifli yaşadıkları söyleniyordu. İşçilerin, 8 saatlik işgünü yasasından nasıl nefret ettikleri ve 10, 12 saat çalışmalarına izin verilmesi için yalvardıkları; maden ocaklarının kapılarında kazıklanmamak için kendi tartıcılarının olmasını sağlayan yasadan nasıl iğrendikleri anlatılıyordu.
Ve bütün bunlar olurken, Ludlow’da çocukları öldürülen analar, ölülerinin yasını tutuyorlardı.
[i] Amerikan İç Savaşında başkan Lincoln tarafından Birlik ordularının komutanlığına getirilen Ulysses S. Grant –ç.
[ii] Standart Oil şirketinin binası –ç.
[iii] Benjamin Barr Lindsey (1869-1943). Özellikle çocuk mahkemelerinin kurulması için ve çocukların çalıştırılmasına karşı yürütttüğü mücadelelerle ünlenen, 1906’da Colorado vâlilik seçimlerinde adaylığını koyan, 1912’de Ulusal İlerleme Komitesi üyesi olan sosyal reformist bir yargıç. –ç.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 21 - Rockefeller’in Hapishanelerinde, 26 Temmuz 2013, https://marksist.net/node/3297