Maden İşçileri Batı Federasyonu için 1915’te Arizona’ya gittim. Maden işçileri tüm bakır havzasında grevdeydiler. Savaş[i] sayesinde büyük servetler ediniliyordu ve maden işçileri bundan kendi paylarına düşeni istiyordu. Çok yetenekli bir örgütçü olan Ed Grough, bölgede benim yanımdaydı.
Arizona maden işçilerinin bu grevi, Amerikan işçi hareketinin en dikkate değer grevlerinden biriydi. Barışçıl niteliğinin, başarılı sonucunun sebebi, fevkalâde bir kişilik olan vâli Hunt idi.
Tıpkı despotların tahtlarını ellerinde tuttukları gibi, bu bakır havzasını otuz yıldır ellerinde tutan bakır krallarının, madencilerin taleplerine verdiği yanıt, maden ocaklarını tümden kapatmak oldu. İşletmeciler şehri terk ettiler. Efendilerini kendi sınıflarından daha çok seven sadık grev kırıcıları için bir çadır kampı kurdular.
O zaman vâli, barış için harekete geçti. Bakır havzasının şerifine, 40 grevci işçiyi, maden sahiplerinin mülklerine gözkulak olmakla, kimseye şiddet uygulanmamasını sağlamakla görevlendirme yetkisi verdi. Hapishanelerin şiddete başvurmayı öğütleyen işçiler için olduğu kadar haydutlar için de inşa edilmiş olduğunu söyledi. Colorado’da yapıldığı gibi, grev kırıcıların, devletin askerlerinin ve kiralık katillerin koruması altında işe sokulmasına izin vermedi.
Grev sırasında bir gece, madenciler kadar diğer yurttaşlardan da oluşan büyük bir dinleyici topluluğuna hitap ediyordum.
“Bu gece, böyle çok sayıda sendikalı erkek ve kadın görmekten çok hoşnutum. Aslında buradaki her erkek ve kadının, birliğin sadık bir üyesi olduğunu biliyorum. Birleşik Devletler’i kastediyorum, tüm devletlerin birliğini. Öyleyse sorarım size, ulusumuz için birlikte kuvvet varsa, işçi sınıfı için nasıl olmaz? Bir devletin tek başına elde edemediğine, bir madencinin güçlü bir şirket karşısında tek başına ulaşamadığına, birlikle ulaşılabilir. Bir Amerikan vatandaşı için iyi olan bir ilkenin, bir işçi için de yeterince iyi olması gerekir.”
Grev dört ay sürdü ve bu süre içinde hiç kargaşa olmadı. Her ne kadar işçiler yakacak için tepelere kilometrelerce tırmanmak zorunda kaldılarsa da, maden ocaklarının etrafında küme küme yığılmış kerestelere, maden sahiplerinin mülklerine dokunmadılar.
Patronlar evlerini hemen hemen açık bırakarak ve hiçbir şey almadan çekip gittilerse de, döndüklerinde her şeyi bıraktıkları gibi buldular.
Maden ocaklarından birinde, arızalı elektrik şebekesinden kaynaklanan bir yangın patlak verdi. Grevci işçiler bir tulumbacı ekibi kurarak yangını söndürdü. Bu sırada işçilerden ikisi yaralandı. Maden sahiplerinin kontrolündeki gazeteler, işçileri maden ocağını ateşe vermekle suçladılar ve kendi hikâyelerini anlatırken ocağı grevcilerin kurtardığı gerçeğinden söz etmediler. Grevcilere hiçbir şiddet eylemi yüklenemeyince, sermaye çevreleri vâli Hunt’ı “yemeye” çalıştılar. Yürüttükleri güçlü yalan dolan kampanyasına rağmen, vâli Hunt ön seçimlerde ve akabindeki seçimde yeniden seçildi. Fakat seçime itiraz edildi. Hunt yenik sayıldı ve vâlilik armağanı, bakır patronlarının kuklası Campbell’in eline verildi.
Bu esnada maden işçileri grevi kazandılar. Ücretlerinde büyük artışlar elde ettiler ve işletmecilerle işçiler arasında aracı rolü oynayacak, daimi bir uyuşmazlık kurulu oluşturulması kabul edildi.
Bu grev, devlet yönetiminin büyük çıkar çevrelerinin kontrolünde olmadığı yerde, işçi sınıfının sesini duyurabildiği gerçeğini göstermiştir. Buna karşılık, işçi sınıfı için, silahların gürültüsü altında konuşmak zordur.
Vâli Hunt’ı, tam bir insan ve adil bir adam olarak tanıdım. Bir gün, vâlinin arabasını durdurduğunu ve sırtında dengi olan yoksul bir adama nereye gittiğini sorduğunu gördüm. Adam bir “evsiz”di, gezgin işçiydi. Üstü başı toz içindeydi. Ayakkabıları yırtık içindeydi. Adam vâliye nereye gittiğini söyledi.
“Atla” dedi vâli, arabanın kapısını açarak.
Adam toz içindeki elbiselerine ve ayakkabılarına bakarak kafasını salladı.
Vâli anlamıştı. “Atla atla” dedi gülerek. “Ben insanların dışının değil, içinin pisliğinden korkarım. Ben dıştaki kire bakmam. Asıl mesele insanların kalbindeki kirdir.”
Vâli Hunt, vâli olmasına rağmen diğer insanlardan farklı olmadığını hiç unutmadı.
Vâli Campbell’in göreve başlamasıyla, patronlar cesaret buldu. Maden işçileri, grevi bitirirken, bir şikâyet kurulunun kurulması karşılığında Maden İşçileri Batı Federasyonu üyeliğinden vazgeçmek üzere, bakır krallarıyla anlaşmışlardı. Böylece doğal haklarını üç kuruş için sattılar. Güçlü bir ulusal örgütlenmenin desteğinden yoksun kaldılar. Şikâyetleri dikkate alınmadı ve kendi görüşlerini dayatacak araçtan da yoksun kalmışlardı. Patronların verdiği sözlerin çoğu yerine getirilmedi.
Hayat pahalılığı, savaş sırasında jet hızıyla arttı. Bakır hisselerinden bir gecede zengin olanlar oldu. Buna karşılık, yemek ve barınma için yüksek bedeller ödeyen maden işçileri, şikâyetlerini gündeme getirdiklerinde vatansever olmamakla suçlandılar. Uğradıkları zararlardan fısıltıyla bile olsun söz ettiklerinde, “Kayzer’in ajanı” ilân edildiler. Cephede gençler ölür, cephe gerisinde maden işçileri inin inim inlerken, silindir şapkalı bakır kralları, memleketin savaştığı krallardan daha zengin hale geldiler.
Maden işçilerinin yüreklerini yakan bu adaletsizlik en sonunda alev aldı. 27 Haziran 1917’de, dünyanın en zengin maden ocaklarından biri olan Copper Quinn’de grev başladı.
Cepleri dolu bakır kralları feryadı bastılar: “IWW!”[ii] Oysa muhafazakâr bir sendika olan AFL’yi kendileri kovmuştu.
Madenler durdu. Hisseler düştü. Wall Street, “Alman parası!” diye bağırıyordu. Savaşın baskısı altında, maden işçilerinin mesaisinin ücret ödenmeksizin çalınmasının öyküsüne, işçilerin ücretleriyle geçinemedikleri iddiasına, kimse ama hiç kimse kulak asmayacaktı.
Tabancalar, tüfekler, makineli tüfekler nasıl Fransa’ya gittilerse Bisbee’ye de geldiler. Şunları silah zoruyla madenlere sokun diyordu patronlar.
Daha sonra, Temmuzun 12’sinde, grevcilerden ve onları destekleyenlerden 1086 kişi, silah zoruyla, biraz önce sığırların bulunduğu ve henüz temizlenmemiş vagonlara sürüldüler; özel olarak hazırlanmış bu yük vagonlarına bindirilip çöle götürüldüler. Erkekler, kadınlar ve çocuklar, susuz ve yiyeceksiz, çöle bırakıldılar. Aile reisleri oradaydı. Dünyada demokrasiyi egemen kılabilmek için Özgürlük Senetleri[iii] satın almış olan erkekler. Bir grevci işçinin mahkemelerde savunmasını üstlenmiş olan avukatlar. Çölde, susuz ve yiyeceksiz, ölüme terk edilmiş olan grevcilerin kadınlarına öteberi satan bakkallar.
Gazeteler, ön sayfada “IWW” diye yaygara koparıyor, arka sayfada bakır hisselerindeki yükselişi veriyorlardı.
İşçileri zorla kaçıran bu adamlar, bayrağın kıvrımları arasına saklanarak dokunulmazlık kazanıyorlardı. Üstelik onlar Bisbee’nin seçkin yurttaşlarıydı.
ABD Başkanı bölgeye bir heyet gönderdi. Bakır, savaş için gerekliydi. Sadık işçiler gerekliydi. Heyet, koşulları inceledi; Amerikan vatandaşlarının korkunç bir biçimde sürgüne yollanmalarını soruşturdu ve tümüyle emekten, işçilerin görüşlerinden yana bir rapor hazırladı. Bisbee’deki sürgünlere “zalimce” dedi.
Fakat Arizona gazeteleri, Başkan Wilson tarafından kabul edilmesine rağmen, heyetin raporunu yayımlamayacaklardı.
İşçiler derslerini almıştı. Seçim zamanı geldi. Vâli Hunt tekrar seçildi. Yasama meclisi, utanç verici kölelik yasa tasarısını, “Çalış ya da Savaş Yasası”nı onaylamıştı. Bu yasaya göre, grev yapan bir işçi, istese de istemese de ön cephedeki siperlere yollanıyordu. Vâli Hunt’ın yaptığı ilk işlerden biri, bu yasayı, “zorbalığın çok iğrenç bir biçimi” olarak niteleyip veto etmekti.
İşçi sınıfının Arizona’daki mücadelesinin sonucunda, şartlar ne olursa olsun, her yerde ve her zaman kendi kurtuluşlarını gerçekleştirmek zorunda olan işçilerin yaşam koşulları iyileşti.
[i] Birinci Dünya Savaşı –ç.
[ii] IWW (Dünya Sanayi İşçileri sendikası), işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikal anlayış karşısında militan bir sendikal anlayışı savunmak üzere, 1905’te, Chicago’da kuruldu. Kurucuları, işçiler tarafından son derece sevilen ve sayılan Eugene Debs, Bill Haywood gibi sosyalist işçi önderleriydi. Jones Ana da IWW’nin aktivistleri arasındaydı.
[iii] ABD’de, 1917-18 yıllarında, Müttefikleri desteklemek için çıkarılan hisse senetleri. Diğer adı War Bond (Savaş Tahvilleri) olan senetler, “dünyada özgürlüğün yok olmaması için özgürlük senedi alın” sloganıyla ve büyük bir kampanyayla pazarlanmış, satın alınması “bir yurtseverlik görevi” gibi sunulmuştu.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 20 - Vâli Hunt, 24 Mayıs 2013, https://marksist.net/node/3247