En ileri teknoloji ve her türlü önlem yalanı
Tüm nükleer santrallerin yapıldığı dönemde en ileri teknolojiyle donatıldığı ve en ileri güvenlik önlemlerine tâbi olduğu söylenir. Ama kısa süre sonra bir önceki dönemde aslında nükleer güvenlik konusunda neredeyse cahil olunduğu gerçeği açığa çıkıverir. İşin aslı şu ki, kâğıt üstünde bile kalsa, yapıldığı dönemde değil ama tasarım ve projelendirme aşamasında genelde en ileri teknoloji kullanılır. Ama kısa bir süre sonra bu teknolojinin aslında geri olduğu, güvenlik önlemlerinin yetersiz olduğu gerçeği kendisini ortaya koyar. Bugün tasarımı ve projesi biten bir santralin ancak 5-10 yıl içerisinde inşaatının biterek işletmeye alınabildiği düşünülecek olursa, her nükleer santralin gerçekte bir nesil öncesinin teknolojisine, güvenlik önlemlerine, sosyal-siyasal-iktisadi koşullarına vb. dayandığı apaçık görülebilir.
Tüm önlemleri aldık yalanına bir örnek. Fukuşima kazasından sonra AB, aldığı kararla sınırları dahilindeki 145 nükleer reaktörü stres testine tâbi tutacağını açıklamıştı. O sırada yazdığımız yazılarda, biz bunun göstermelik olacağını, asla gerçek fiziksel testler yapmayacaklarını söylemiştik. Gerçekten de öyle oldu, stres testleri yalnızca projelerin kâğıt üzerinde incelenmesiyle sınırlı kaldı. Ama bizim söylediğimizden bile daha vahim bir tablo ortaya çıktı! Deprem riski, sel riski, minimum sismik tehlike seviyesi, kazalarla mücadele ekipmanları, elektrik kesintilerine karşı önlemler, acil durum prosedürleri, pasif tedbirler vb. açısından projeler incelenmiş. 54 reaktörde deprem riski hesaplaması, 62 reaktörde ise sel riski hesaplamaları hiç yapılmamış, 65 reaktörde sismik tehlikeler incelenmemiş vb. Buyurun size “nükleer güvenlik kültürünün”, çevre duyarlılığının, ileri teknolojinin vs. yüksekliği! Unutmayalım ki, Çernobil’deki büyük kazanın ardından emperyalist nükleer lobisi, SSCB’deki “nükleer güvenlik kültürünün” eksikliğinden bahsetmiş ve kazanın temelde bundan kaynaklandığını belirtmişti. Batı hayranı ve teknoloji hastası Türkiyeli nükleercilerin yanı sıra enerji bakanı ve başbakan da bu açıklamaları kendilerine amentü bellemişlerdi.
Bir başka örnek. Mersin Akkuyu’da bir nükleer santral yapılabilmesi için gerekli “yer lisansı” 1976 yılında çıkartılmıştır. Ama aradan geçen 40 yıl içerisinde bölgede o dönemde bilinmeyen önemli ve aktif fay hatlarının olduğu ortaya çıkmış, dolayısıyla aslında “yer lisansı” geçersiz hale gelmiştir. O tarihlerde bu lisansı veren üç kişiden biri olan Prof. Tolga Yarman, bugün, “o yıllarda ne Ecemiş fayını biliyorduk ne de Akdeniz bir turizm bölgesiydi” diyerek, Akkuyu santraline karşı çıkmaktadır! Öte yandan, jeofizik profesörü Ahmet Ercan da, bölgede büyüklükleri 7,9’u bulan, 200 kilometrelik bir uzaklığa etkileri bulunan, binlerce kilometre uzaklığa erişen tsunamiler yaratan depremlerin Doğu Akdeniz’de yaşandığının belgelendiğini söyleyerek, Akkuyu’nun yanlış yer seçimi anlamına geldiğini belirtiyor.
Ama kimin umurunda. Başbakan Erdoğan, Fukuşima’da ölenlerin gerek Japon halkının, gerek Türk halkının yüreklerini dağladığını söyleyerek timsah gözyaşları döküyor, sonra da ekliyor: “Bunlar olağan, olabilecek olaylardır, ama hayat devam ediyor ve şimdi daha ileri teknolojiyle bu noktada çok daha başarılı adımlar atılıyor.” Göçük altında kalıp ölen onlarca madenci için “kader”, “güzel öldüler” diyen AKP zihniyeti, milyonları etkileyen kazaları da olağan olay olarak görüp gösteriyor.
Nükleere muhtacız yalanı
AKP’li enerji bakanı ve nükleerci uzmanlara göre nükleere muhtacız, çünkü enerji talebi giderek artıyor. Bu uzmanlardan biri olan Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) başekonomisti Fatih Birol, Türk ekonomisini gelişmiş diğer ülkelerle karşılaştırdıktan sonra, diğer ülkelerin hem ekonomilerinin hem nüfuslarının hem de enerji tüketimlerinin artmadığını, dolayısıyla enerji talebinde bir artış olmadığı için yeni santraller yapmalarına gerek olmadığını söylüyor. Ardından, Türkiye’de üç açıdan da farklı bir durum olduğunu belirtiyor; ekonomi büyürken, nüfus ve elektrik talebi de artıyor diyor. Birol ayrıca, Türkiye’de cari açığın büyük ölçüde enerji ithalatından kaynaklandığını vurgulayarak nükleer enerjinin hem artan elektrik talebini karşılayacağını, hem de enerjide dışa bağımlılığı azaltıp, cari açığı daraltacağını savunuyor.
Kapitalist toplumda enerji de bir metadır ve burjuvazi onu daha kârlı şekilde ve daha fazla üretmekten başka bir şey düşünmez. Enerji ihtiyacının arttığı doğru ama artan elektrik üretiminin nerelerde, hangi amaçlarla ve nasıl tüketildiği sorusu, üretimi nasıl arttırırız sorusundan çok daha öncelikli bir toplumsal soruna işaret etmektedir ki, nükleercilerin ve aslında tüm burjuva uzmanların üzerinden atladığı temel sorun budur. Enerji sorunu, teknik bir sorun değil çok derin bir toplumsal sorundur: “Aşırı üretim krizleriyle sarsıntılar yaşayan kapitalist üretim biçimi topluma tüketim çılgınlığını dayatıyor. Yegâne amacı daha fazla kâr etmek ve sermayeyi büyütmek için üretimi her seferinde daha büyük ölçekte yenilemek olan kapitalist üretimin, doğanın kendini yenilemesi gereğiyle uyumlu olması, ona zarar vermeden var olması mümkün değildir. Doğanın ve insan emeğinin talan edilmesiyle inanılmaz boyutlarda üretim yapılıyor ve bu üretimin önemli bir kısmı satın alınmasına rağmen tüketilmeden çöplüğü boyluyor. Anlamlı hiçbir insan ihtiyacına denk düşmeyen, tümüyle yapay ve şişirilmiş sözümona ihtiyaçları karşılamak için inanılmaz bir emek, hammadde ve enerji israfı sözkonudur. Diğer taraftan kalitesiz ve dayanıksız üretim bilinçli bir şekilde sürdürülerek, üretim-tüketim zinciri yapay olarak canlı tutulmaya çalışılıyor; israf büyüdükçe kapitalistler de sermayelerini büyütüyorlar. İşte bu yüzden «katlanarak artan enerji arzına» insanlığın değil kapitalistlerin ihtiyacı olduğu bilinciyle, bu akıldışı üretim sisteminin yerle bir edilmesini savunuyoruz.” (Oktay Baran, Kapitalist Cinayet: Nükleer Santraller, MT, Nisan 2011)
Enerji bakanının son açıklamaları bu yorumu doğruluyor: Son on yılda elektrik üretimi iki katına çıkmış, benzer şekilde 2012 yılında ekonomi %3,2 büyürken, elektrik üretiminde artış %8,2 olmuş. Bu, elektrik üretimi ve tüketimindeki artışın sanayide artan üretimden değil, esas olarak bireysel tüketicilerin artan talebinden kaynaklandığı anlamına geliyor. Bir tarafta büyük plazaların, pahalı rezidansların, eğlence merkezlerinin, zengin semtlerin aydınlatmaları vb. giderek daha şaşalı hale geliyor ve tüm bunlarla ışık kirliliği de artıyor. Paralel olarak toplumun tuzukuru kesimlerinin alımgücü yükseldikçe, gereklisinden gereksizine elektrikli ev aletlerinin kullanımı artıyor. Kimileri diş fırçalarını elektrikli hale getirirken, toplumun emekçi çoğunluğu elektrik faturasını nasıl kısarım diye kafa patlatıyor.
Bugün ileri kapitalist ülkeler, nasıl daha fazla elektrik üretirim sorusunu daha farklı şekillerde ele almaya zorlanıyorlar. Artık yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelme, enerji üretim ve tüketiminde verimliliği arttırma ve enerji tasarrufu uygulamalarını geliştirme kaygıları daha fazla öne çıkıyor. Hiç kuşku yok ki bu yönelim değişikliği, çevre konusunda duyarlılığı arttırma ve bu duyarlılık temelinde bir basınç oluşturma çabalarının bir sonucu. Örneğin Almanya’da Fukuşima kazasının ardından yükselen tepkiler nedeniyle hükümet nükleer santralleri 2022 yılında tamamen kapatma kararı aldı. Kuşkusuz bu bir oyalamacadır, çünkü bu santrallerin ömürleri zaten o yıllarda dolmuş olacaktır. Ama yeni santrallerin yapılmayacağı sözü verilmesi önemlidir ve işçi hareketinin bu sözün takipçisi olması gerekir.
Katlanarak artan elektrik ihtiyacı yalanını, bu enerjiyi üretmek için nükleerden başka bir seçenek olmadığı yalanı izliyor. Gerçekten de enerji üretimi için çok az seçeneği olan birçok ülke olduğunu ve bu sorunun yalnızca o ülkelerin değil tüm insanlığın sorunu olarak görülmesi gerektiğini, meseleye ulusal bir çerçevede asla bakılmaması gerektiğini vurgulayalım. Bu enternasyonalist bakış açısını koruyarak, AKP’nin ve nükleercilerin Türkiye’nin enerji kaynaklarının yetersiz olduğu şeklindeki iddialarının tastamam bir yalan olduğunu da ekleyelim. Şöyle diyor enerji bakanı: “Bugün Türkiye, 10 yıl öncesine göre neredeyse iki kat daha fazla elektrik tüketiyor. 10 yıl sonra ise bugüne kıyasla iki kat fazla elektrik tüketeceğiz. Tüm yerli ve yenilenebilir kaynakları harekete geçirsek bile bu ihtiyaca cevap vermiyor. Bu açıdan nükleer enerji, Türkiye için bir tercih değil, bir zorunluluktur.” Ama sayılar başka konuşuyor. Türkiye’nin 2012 yılı elektrik tüketimi 241 milyar kilovatsaat (kWh) oldu. Bakanın iddiasının aksine, şu anda henüz kullanmadığı kaynaklarıyla birlikte Türkiye’nin enerji üretim kapasitesi yıllık 800 milyar kWh civarındadır. Bunun içinde güneş enerjisi 380 milyar kWh, rüzgar 120 milyar kWh, linyit 100 milyar kWh, hidroelektrik 100 milyar kWh, biyogaz 35 milyar kWh ve jeotermal 16 milyar kWh’lik bir paya sahiptir. Bunlara sanayide ve binalardaki yalıtımla sağlanacak 58 milyar kWh ve mevcut santrallerin bakım ve rehabilitasyonundan sağlanacak 20 milyar kWh’lik tasarruf da eklendiğinde 800 milyar kWh’lik bir toplama ulaşılmaktadır. Atıl durumda bekleyen ve sadece %2’si kullanılan temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarını daha fazla kullanmak varken, nükleere muhtacız şeklindeki açıklamalar bir masal ve yalandan ibarettir.
İleri kapitalist ülkelerde bu konudaki toplumsal bilinç ve duyarlılığın artması nedeniyle nükleer giderek gözden düşüyor. Dünya enerji üretiminin yaklaşık yüzde 5’i, elektrik üretiminin de yaklaşık yüzde 11’i (kimi kaynaklara göre yüzde 15’i) nükleer fisyon santrallerinden sağlanıyor. Özellikle Fukuşima kazasından sonra, önümüzdeki yirmi yıl için yapılan projeksiyonlarda bu oranın daha da düşeceği öngörülüyor. Nükleer enerjiye ilgi tüm dünyada giderek azalıyor. 70’li yıllarda, henüz büyük kazalar gerçekleşmemiş ya da kamuoyundan saklanmışken, UAEA geleceğin nükleer enerjinin altın çağı olacağını söylüyordu. Oysa UAEA’nın o tarihlerde 2000 yılına ait projeksiyonlarında saptadığı nükleer enerji üretim tahminlerinin bugün onda birine bile ulaşılmamıştır. Bunun temelinde, kamuoyunda nükleer karşıtlığının artması ve nükleer enerjinin giderek pahalanması yatıyor ki, aslında her iki faktör de gerçekte nükleer enerjinin güvenilir ve temiz bir enerji kaynağı olmamasından kaynaklanıyor. Yaşanan yüzlerce küçük ve 10’u aşan büyük kaza nedeniyle bir taraftan kamuoyunda tepkiler artıyor, diğer taraftan da güvenlik kriterleri giderek arttırılmak zorunda kalınıyor ve bu da maliyetleri daha da yukarıya taşıyor. Bu gidişat devam ederse 2020 yılına kadar nükleerin elektrik enerjisi üretimindeki payının yüzde 5’e ineceği tahmin ediliyor. Enerji bakanı ise başka bir dünyada yaşıyor, o 2030’da Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 15’inin nükleerden sağlanmasını hedeflediklerini ilan ediyor. Eller gider tersine, Bakan gider Mersin’e!
Dışa bağımlılık konusuna gelince. Gerçekten de Türkiye bugün tükettiği elektrik enerjisinin %72’sini ya ithal ettiği yakıtlardan sağlıyor ya da dış ülkelerden satın alıyor, bunun maliyeti ise 60 milyar dolar. Nükleer santrallerle dışa bağımlılığın kırılacağı ise tam bir yalandır. Tasarımı, projesi, inşaatı, işletmesi, yakıt tedariki ve muamelesi tümüyle Ruslara ya da Japon-Fransız ortaklığına ait olan nükleer santrallerle dışa bağımlılığın kırılması nasıl mümkün olacaktır? Üstelik petrol ve doğalgazın önemli bir bölümünü Rusya’dan alırken, yine nükleer yakıtını da santralini de Rusya’dan almak nasıl bir “enerji kaynağı çeşitliliği” yaratmak, “enerji güvenliğini” sağlamak olacaktır?
Nükleer sayesinde doğalgaz ithalatının azalmasından mütevellit cari açığın ciddi ölçüde azalacağı da koca bir yalandır. Bakan, “iki nükleer santralin üretime geçmesiyle yıllık 7,2 milyar dolarlık doğalgaz ithalinin önüne geçeceğiz” diyor. Yine enerji bakanı, “Sinop’a, 4 üniteden oluşan toplam 4 bin 480 megavat nükleer santral kurulacak. 4 ünite işletmeye alındığında santralde, yılda 40 milyar kilovat-saat elektrik üretilecek” diyor. Akkuyu’daki santral de yakın bir güçte olduğuna göre bakanın verdiği sayılar ve fiyatlar dikkate alındığında, bu elektriğe yaklaşık olarak 10,5 milyar dolar yıllık ödeme yapılacaktır! Ya bakanın verdiği sayılar yanlış ya bakan dört işlem bilmiyor ya fena bir kazık yiyorlar ya da hepimizi aptal yerine koyuyorlar.
Bu neyin acelesi?
Bunca yalanın inatla dillendirilmesi akla başka sorular da getiriyor.
Akkuyu’ya inşa edilecek VVER-1200 dünyada işletme lisansı almış bir reaktör değildir, üstelik Ruslar bugün bu tip bir reaktörü kendi ülkelerinde 10 milyar dolara projelendirirken, Türkiye ile yaptıkları anlaşmayı 20 milyar dolara fatura etmişlerdir. Henüz bir yer lisansına bile sahip olmayan Sinop’a santral yapacak Fransız ve Japon şirketleri de “tarihi bir anlaşma” diyerek bayram ediyorlar. Zira Fransızlar, kötü sicillerinin de katkısıyla, 2007’den bu yana başka ülkelerden nükleer santral ihalesi alamıyorlar. Kendi ülkelerinde kurulum ve işletme lisansı alamayan ATMEA-1 reaktör tipini, başka bir ülkeye 22 milyar dolara satmak epey keyifli olsa gerek.
Sinop santraliyle ilgili ilginç bir diğer nokta da, daha ihale sürecinin tamamlanmasından bir ay önce, Japon gazetesi Nikkei’de ihalenin Japon-Fransız ortaklığı tarafından kazanıldığının tüm detaylarıyla duyurulması oldu. Aynı haberde Japon başbakanın Mayıs ayında Türkiye’ye gelerek anlaşmayı imzalayacağı söylenirken, AKP’li enerji bakanı, sürecin ve görüşmelerin halen sürdüğünü belirterek, “Japon basınında çıkan haberler çok erken, bu yarış hâlâ devam ediyor” diyordu. Ardından başbakan Erdoğan aynı gazeteye bir röportaj vererek haberi doğrularken, enerji bakanı Taner Yıldız ise Sinop’taki santral konusunda “Ben de sayın başbakanımızın 3 milyon tirajlı bir Japon gazetesine verdiği demeci manşetlerinden izledim” açıklaması yapıyordu. Ortada gerçek bir ihale olup olmadığı şüpheli!
AKP’nin Sinop ve Mersin için adım attığı santral projeleri, birçok nükleer bilimci tarafından da soru işaretiyle karşılanıyor. Örneğin ABD’li nükleer uzmanların çıkardığı Atom Bilimcileri Bülteni’nde (The Bulletin of Atomic Scientists) yayınlanan bir makalede, Türkiye’nin sınırlı finansal kaynaklarla, kısa sürede hayata geçirmek üzere giriştiği bu projelerin riskli olduğu söyleniyor. Bu projelerin yabancı şirketler tarafından yapılacağı, onların mülkiyetinde olacağı ve yine onlar tarafından işletileceği “yap, sahip ol, işlet” şeklindeki modelin nükleer santrallerin yapımında hiç kullanılmadığının belirtildiği makalede, tüm kontrolün yabancı şirketlere bırakıldığı bir projede gerek inşa gerekse de işletim sırasında gerçek bir denetlemenin mümkün olmayacağı ve bu şirketlerin “maliyetleri düşürmek için kestirme yollara sapıp sapmadığının” anlaşılamayacağı söyleniyor. AKP’li yetkililerin 2023’te “yerli santralimizi kurup işleteceğiz” şeklindeki açıklamalarının da eleştirildiği makalede, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEA) nükleer enerjiye geçecek ülkelere 10-15 yıllık bir hazırlık sürecini tavsiye ettiği hatırlatılıyor. Bir diğer husus da, UAEA’nın kontrol kurumlarının Türkiye Atom Enerji Kurumu (TAEK) gibi zaten nükleer enerjinin tanıtımını ve teşvikini yapan kurumlardan bağımsız olmasını gerekli görmesi. Doğrudan Başbakanlığa bağlı olan TAEK’in, hem ulusal lisans verme hem de denetleme tekelini elinde tutarken nükleer enerjiyi özendiren bir kurum olarak sağlıklı bir denetleme yapması hiç de mümkün gözükmüyor. Bu durumda, ABD’li uzmanlar soruyor, bu neyin acelesidir?
Biz cevap verelim. Mesele, enerji ve ekonomiden ziyade, AKP’nin ve Türk burjuvazisinin emperyalist hevesleridir. Büyük burjuvazi, nükleer enerjiyi bir prestij meselesi olarak görüyor ve nükleer enerjiye (ve orta uzun vadede nükleer silahlara) sahip hale gelerek bölgesel bir güç olma iddiasını güçlendirmek istiyor: “Bunlar yetmiyor, belirleyici bir bölgesel güç olma yolunda, siyasal ve askeri prestij peşinde koşuluyor. Nükleer enerjiye sahip olmak bu doğrultuda atılmış bir adım olarak görülüyor. Ne de olsa, burjuvalar ve onların hizmetindeki bilim adamları, nükleer enerji üretimi olmadan nükleer silah geliştirmenin de pek mümkün olmadığını, bu enerjinin barışçıl kullanımı ile askeri kullanımı arasında iddia edildiği gibi Çin Seddi bulunmadığını biliyorlar. Tarihsel olarak nükleer teknoloji atom bombası imalatı çalışmalarıyla gelişmiştir ve bugün bile alnındaki bu militarist damga kaybolmuş, militarist eğilim ve kaygılardan arınmış değildir. Güçlü militarist eğilimlere sahip ülkelerin kullandıkları nükleer santral tiplerine baktığımızda da bunu görüyoruz; atom bombası için gerekli plütonyum izotoplarını daha büyük ölçüde üreten reaktör tiplerini tercih etmekteler. TC’nin Akkuyu’da inşa etmeyi planladığı basınçlı su reaktörleri de bu tiplerden biridir. Bunun basit bir tesadüf olduğuna inanmak için bir nedenimiz var mı?” (Oktay Baran, agm)
İran’ın bu alanda attığı adımlar, onun bölgedeki tarihi rakibi olan Türk egemenlerini daha da sabırsızlandırıyor. Üçüncü santrali biz kendimiz yapacağız şeklindeki ayakları yere basmayan açıklamalar da, enerji bakanının açıklamaları da emperyalist heveslerin varlığını doğruluyor: “Nükleer santraller, sadece enerji arz güvenliği için değil, daha gelişmiş bir Türk sanayisi ve müteahhitlik sektörü için de önemli bir fırsat olacak. … Nükleer enerji teknolojisine sahip olan Türkiye, yalnızca enerji arz güvenliğini değil, bölgesinde lider ve stratejik konumunu da güçlendirecek.”
Nükleere de, burjuvaziye de, onların bilimcilerine de güvenilemez
Fukuşima’da önce kaza örtbas edilmeye, olduğundan küçük gösterilmeye çalışıldı. Ardından kabahatin kimde olduğu konusunda kamuoyu önünde bir piyes sergilendi. Japonya başbakanı TEPCO yöneticilerini kendisini bilgilendirmemekle suçladı vb. Ardından gelişen büyük tepkiler sonrasında, Japonya Eylül 2012’de yeni bir enerji stratejisi benimsediğini açıklayarak, en kısa sürede nükleer enerjiden kurtularak farklı kaynaklara yöneleceğini ilan etti.
Ne var ki, Japon burjuvazisi bu adımı kendi vicdanıyla değil, yüzbinlerin katıldığı protestolardan duyduğu çekincelerle atmak zorunda kalmıştır. Aynı durum AB için de geçerlidir. Fukuşima’dan sonra birçok ülke nükleerden vazgeçeceğini, santralleri kapatacağını ve yeni reaktör kurmayacağını açıkladı. Kimileri nükleer santrale yasak getirirken, kimileri derhal ya da ömürleri tamamlandığında nükleer enerjiden vazgeçeceğini karara bağladı. Tabii ki şimdilik! Eğer kitle bilinci, duyarlılığı ve eylemliliği geri çekilirse, nükleer santrallerin yeniden devreye sokulacağından en küçük bir kuşku bile duyulmamalıdır. Nitekim, Japonya’daki Eylül deklarasyonunun ardından yapılan seçimlerle iktidara gelen liberal demokratların lideri Şinzo Abe, yeni santraller kuracaklarının sinyallerini vermiş ve aynı güvenlik teranelerine başvurmuştur: “Şimdi inşa edilecek olanlar, 40 yıl önce yapılanlardan farklı olacak. Halkın desteğini kazanarak yeni reaktörler inşa edeceğiz.”
Apaçık ki, burjuvaziye hiçbir şekilde güvenilemez. İnsanlığın geleceği ve kaderi asla burjuvaziye bırakılamaz. Nükleer enerji santrallerine karşı mücadeleyi büyütmek, bunun nükleer silahlanmaya bağını sürekli olarak teşhir etmek, temiz, yaşanabilir bir doğa kavgasını yürütmek işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin kopmaz bir parçasıdır. Nükleer santralleri engelleyebiliriz. Unutmayalım ki, her şey gibi, onları da inşa edecek olan işçi sınıfıdır. Bu noktada işçi hareketinin duyarlılığını sağlama, göstermelik olarak değil gerçek bir mücadele başlığı olarak nükleer karşıtlığını sendikaların gündemine sokma görevi devrimci işçilerin önünde duruyor.
link: Oktay Baran, Nükleerden “Güzel Ölümleri” Beklerken /2, 1 Temmuz 2013, https://marksist.net/node/3296