Metal, maden, tekstil, gıda, taşımacılık, lojistik ve daha pek çok sektörde ücret artışı ve sendikal hakların tanınması talebiyle başlayan ve yenilerinin eklenmesiyle her geçen gün sayısı artan işçi eylemleri devam ediyor. Ocak sonunda yükselişe geçen eylemler, şirketlerin 2022 ücretlerini açıkladığı Şubat başında katlamalı olarak arttı. İşçi eylemlerine, soğuk bir kışın yaşandığı Türkiye’de elektrik ve doğalgaza yapılan zamların ardından evlere ve dükkânlara gönderilen fahiş faturalarla birlikte isyan noktasına gelen emekçilerin ve küçük esnafın protesto eylemleri de eklenmiş durumda. Sadece Şubat ayının ilk 6 gününde 50 direniş ve eylem gerçekleşti. Bunların büyük çoğunluğunu iş bırakma eylemleri oluşturuyor.
Eylemlerin dalga dalga yayılmasını tetikleyen ana faktör, 2022’de geçerli olacak ücret zamlarının resmi enflasyonun bile çok altında kalmasıdır. Gerçek enflasyonun yüzde 115’i aştığı, sendikaların verilerine göre dört kişilik bir ailenin açlık sınırının yeni asgari ücretle (4253) eşitlendiği koşullarda, sermayenin sefalet zammı dayatması işçilerin sabrını taşırdı. İşçilerin örgütsüzlüğüne güvenen patronların resmi enflasyonun çok altında zam oranları açıklamaları, zaten yıllardır uygulanan ortalama ücretlerin asgari ücret düzeyine çekilmesi politikasının bir devamıydı. Ne var ki bu kez hayat pahalılığını iliklerine kadar hisseden işçiler, patronların beklediği gibi sessiz kalmadılar ve ardı ardına iş durdurma eylemleri patlak verdi. Zamanlama olarak bakıldığında eylemler ücret zamlarının açıklandığı döneme denk gelmektedir ve ücretlerin yükseltilmesi talebiyle başlamıştır. Ancak ülke geneline ve çeşitli sektörlere yayılan işçi eylemlerinin, uzun zamandır yoksullaştırma politikasıyla karşı karşıya olan emekçilerde biriken hoşnutsuzluk ve öfkenin dışavurumu olduğunu da görmek gerekiyor. Öte yandan bu eylemler, toplumda yıllar içinde yaşanan dönüşümün ve ortaya çıkan değişim arzusunun da yansımasıdır. Buna geçmeden önce eylemlerin niteliğine bir göz atalım.
Asıl olan işçi sınıfının mücadelesini örgütlü kanallara akıtmaktır
Bugünkü işçi eylemleri ağırlıklı olarak örgütsüz işyerlerinde ve kendiliğinden patlak vermiştir. Dolayısıyla sendikal anlamda bile bir örgütlülüğün olmadığı, büyük ölçüde kendiliğinden gelen bir işçi eylemi dalgası söz konusudur. İş bırakma eylemleri sadece fabrikalarda yaşanmıyor. Eylemlerin ilk günlerinden itibaren binlerce kurye de iş bırakarak düşük ücretleri protesto etti. Yemeksepeti işçilerinin mücadelesi halen devam ediyor. Kapitalizmde sağlanan teknolojik gelişmeler dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yeni sektörler yaratarak hizmet sektörünü büyüttü. Yıllar içinde fabrikalar kentlerin dışındaki organize sanayi bölgelerinde toplanırken, metropollerin merkezinde yükselen plazalarda yüz binlerce emekçi istihdam edilir oldu. Aynı şekilde e-ticaret sektörünün büyümesiyle taşımacılık ve lojistik işçilerinin de sayısı arttı. Böylece işçi sınıfının kapsamı genişledi.[1] Ancak sosyalist ve sendikal hareketin zayıf olduğu, burjuva siyaset sahnesinden esen bilinç bulandırıcı rüzgârların etkili olduğu, işçiler arasında sınıf bilincinin gelişmediği koşullarda, büyüyen işçi sınıfı kitlesi örgütlenip sermayenin karşısına dikilemedi, tepkiler cılız kaldı.
Pandemi döneminde milyonlarca insanın evlere kapatılmasıyla online alışverişlerin katlamalı olarak artması, e-ticaret sektörünü ve kargo şirketlerini daha da büyüttü. Büyüyen sektörde başta üniversite mezunu işsiz gençler olmak üzere (büyük bir kısmı kayıt dışı olan) yüz binlerce emekçi, kurye olarak çalışmaya başladı. Esnaf kuryeliğin yaygınlaşması da bu dönemde oldu. “Kendi işinin patronu ol” sloganıyla parlatılan esnaf kuryelik, şirketlerin taşımacılık maliyetini en aza indirmesini sağlayan bir çalışma biçimidir. Yasal olarak işçi statüsünde olmayan esnaf kuryeler, gerçekte işçi sınıfının bir parçasıdırlar ve ücretli köledirler. Nitekim ilk başlarda “kendi işinin patronu olma” fırsatını cazip bularak sektöre giren emekçiler, zamanla “kendi işinin kölesi” durumunda olduklarını gördüler. Ellerine geçen net gelirin asgari ücret seviyesine, hatta daha da altına düşmesi bardağı taşıran damla oldu ve bildiğimiz gibi Trendyol Express kuryelerinin başlattığı iş bırakma eylemi sektörün geneline sıçradı. Burada Yemeksepeti kuryelerinin mücadelesinin önemli bir ayağını açmakta yarar var. Yemeksepeti kuryelerinin bir kısmı esnaf kurye olarak bir kısmı da işçi statüsünde çalışıyor. Sadece ücretlerinin yükseltilmesini değil esnaf kurye dayatmasının son bulmasını ve sendikalaşmalarının önündeki engellerin kaldırılmasını talep ediyorlar. İşin bu boyutu önemlidir çünkü ücretlerin yükseltilmesi talebiyle sınırlandırılan bir mücadele başarıya ulaşsa bile kalıcı bir kazanım anlamına gelmiyor. Kazanımların kalıcı olabilmesi için sendikal örgütlenme olmazsa olmaz bir ilk adımdır.
Ücretlerin yükseltilmesi talepleriyle başlayan eylemlerin bir kısmı kazanımla sonuçlanmış, bazısında ise patronlar işten atma saldırısıyla yanıt vermişlerdir. Nihayetinde bu eylemlerin kazanımla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, kazanımların kalıcı olup olmayacağı işçilerin örgütlülük düzeyine bağlıdır. Sendikalar kimi işyerlerinde eylemler başladıktan sonra, bazılarında ise öncesinde işçilerle kısmen bağ kurmuş gözükmektedir. Şayet işçiler ücret artışlarıyla sınırlı kalmayıp sendikalaşabilirlerse bu durum Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin geleceği açısından önemli bir kazanım olacaktır. Zira bugün Türkiye işçi sınıfının en önemli sorunlarından biri sendikal anlamda örgütlülüğünün çok zayıf olmasıdır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Ocak ayında açıkladığı verilere göre bugün Türkiye’de sendikalı işçi oranı yüzde 14,32’dir. Ancak kayıtsız çalışan işçileri de hesaba kattığımızda bu oran yüzde 11’lere kadar düşüyor. Bu çok düşük bir orandır ve üstelik mesele sadece kâğıt üzerinde üyelik meselesi değildir. Sendikalı işyerlerinde bile işçilerin sendikal bilinç düzeyi geridir. Dolayısıyla işçi sınıfının mücadelesini etkileyen olumlu ve olumsuz tüm faktörler dikkate alınarak olaylar değerlendirilmelidir.
Hiç kuşku yok ki nasıl sonuçlanacağından bağımsız olarak bugünkü işçi eylemleri rejimin topluma yaydığı ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı politikanın daha fazla etkisizleşmesine hizmet edecektir. Türkiye’nin dört bir yanında iş bırakan binlerce işçinin arasında kendini muhafazakâr olarak adlandıran işçiler, Kürt işçiler, iktidarı destekleyen ya da muhalif olan işçiler var. Ya da iktidarın ideolojik etkisinde kalıp bugüne kadar sendikalaşmayı “teröristlik” olarak gören işçilerin de olduğuna şüphe yok. Ayrıca üretimi durdurmak, yasalara göre “iş barışını bozan” bir eylemdir ve tazminatsız işten atma gerekçesidir. Ancak ortak sorunlar ve derinleşen yoksullaşma işçileri, yapay “farklılıkları” bir kenara bırakarak birlikte hareket etmeye itiyor ve işçi eylemlerinin meşruiyeti yasalardan değil haklılığından doğuyor. Rejimin kışkırtıp hâkim kılmaya çalıştığı yapay kutuplaşmanın parçalanması, etnik, kültür ve inanç temelli kimliklerin aşılması açısından da başlayan eylemler son derece önemlidir. Keza eylem dalgası hem bu açılardan kıymetlidir hem de aşağıda göreceğimiz gibi, uzun ve çok yönlü bir dönüşüm geçiren Türkiye toplumunun ve işçi sınıfının yeni bir döneme girdiğinin ipuçlarını sunmaktadır.
İşçi eylemleri toplumun geniş kesimlerinin desteğini de alıyor. Nitekim daha önce Somalı madencilerin eylemlerinde olduğu gibi bugün de Migros Depo ve Yemeksepeti işçilerinin eylemlerinde aydın ve sanatçılardan destek mesajları geliyor. Meselenin bu kısmı gerçekten de önemlidir. Zira bugün Türkiye’de hüküm süren rejime karşı nasıl bir mücadele hattı örülmesi ve hangi halkanın tutulması gerektiğine de örnektir. Burjuva muhalefet düzen korkusundan dolayı “sokak” eylemlerini tasvip etmez ve hatta korkutucu olarak sunarken, işçiler hem üretimi durdurmakta hem de sokaklarda taleplerini haykırmaktadırlar. İşçi sınıfı temelli eylemlerin toplumsal meşruiyeti, toplumun diğer ezilen kesimlerinin eylem ve protestolarının yarattığı meşruiyetten çok daha fazladır. Elbette burada amaç meşruiyetleri yarıştırmak değil, zaten toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının kendi talep ve sloganlarıyla harekete geçince yarattığı etkiye dikkat çekmektir. Fakat son tahlilde harekete geçen kitlenin direngenliği ve kararlılığını, eylemlerin etki gücünü belirleyen şey, söz konusu kitlenin sınıfsal bileşimi ve örgütlülük düzeyidir. Görülmesi ve odaklanılması gereken çok önemli bir husus var: Harekete geçen işçiler sendikal örgütlülükten ve en temel sınıf bilincinden bile yoksundur. Bu gerçeği görmek ve eksikliği gidermek üzere mücadeleyi yükseltmek gerekirken, birileri her zamanki gibi akademik dünyadan sızan “teoriler” eşliğinde işçilerin güvencesiz ve sendikasız olmasının eylemlere dinamizm kattığını söyleyerek örgütsüzlüğe övgü noktasına varıyorlar. Oysa sendikalara çöken bürokrasinin işçi hareketinin önünde devasa bir tıkaca dönüşmüş olması, sendikaların işçilerin en temel ve vazgeçilmez mücadele örgütleri olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu tıkacın ortadan kaldırılıp sendikaların mücadeleci işçi örgütlerine dönüştürülmesi ise sınıf devrimcilerinin vazgeçilmez görevleri arasında bulunmaktadır.
Kuşku yok ki Anadolu kentleri dâhil olmak üzere sendikalaşma girişimlerinin başarılı olmasının ve mücadeleye katılan muhafazakâr ya da milliyetçi işçilerin sayısının artmasının rejime karşı mücadele zemininin güçlenmesine de katkısı olacaktır. Ancak belirttiğimiz üzere bu katkının ne oranda olacağı işçi sınıfının örgütlü cephesinin ne derece örülebileceğine bağlıdır. Yine altını çizdiğimiz üzere, sendikal bir örgütlülüğe kavuşamayan, sınıf bilinci olmayan işçilerin birlik ve dayanışmalarını uzun süre sürdürmeleri mümkün değildir. “Kolektif eylemler, işçilerin tek tek bireysel düşüncelerini ve niyetlerini aşıp geçerek onları egemenlerin karşısına bir sınıf olarak çıkartır. (…) Fakat çoğu zaman işçilerin eylemlerinin niteliği ile bilinçleri arasında önemli bir mesafe oluşabilmektedir. Sınıf geleneğinden, örgütlülükten ve sınıf bilincinden yoksun işçi kitleleri, eylemlerinin mahiyetini ve sonuçlarını tam olarak kavrayamazlar; böylece sermaye karşısında hazırlıksız ve güçsüz konuma düşerek yenilirler. Eylemleri ile bilinçleri arasındaki açı farkı, onları naif bir şekilde düşünmeye iter. Meselâ yalnızca kendi fabrika ya da işkollarında, en basitinden ücret artışı vb. talep ettiklerini, dertlerinin «ekmek davası» olduğunu söyleyerek eylemlerinin mahiyeti ve hatta sertliğiyle çelişen bir tutum sergilerler. Bir taraftan üretimi durdurup ve hatta işyerlerini işgal edip egemenlere karşı bir sınıf savaşımı başlatırken, öte taraftan da devlete, iktidara, polise güvenmeye ve onlardan yardım istemeye devam ederler. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir. Geçmişten günümüze bir çizgi çekersek, bu açıdan, sınıf geleneği ve bilincinden yoksunluk koşullarında işçi kitlelerinin tutumunda pek değişen bir şey olmadığını, aynı durumda aynı tepkileri verdiklerini görürüz.”[2] İşçilerin sınıf bilincinin en temel basamaklarından daha ileri basamaklarına atlayarak devrimci siyasal bilinçle dolmaları ise kendiliğinden olmayacaktır. İşçi sınıfına bu bilinci taşıma görevi sınıf devrimcilerinin omzunda durmaktadır.
Son altı yılda yoğunlaşan hoşnutsuzluk ve öfke
Milenyum dönemecinden beri dünyada bir isyan dalgası yükseliyor ve 2018’den beri bu isyan dalgası ivmelenmiş durumda. Türkiye’nin bu dalganın etkisine girmemesinin birçok nedeni olduğunu daha önce çeşitli yazılarımızda dile getirmiştik. Bunlardan biri bu topraklarda gelişen kapitalizmin ve işçi sınıfının tarihsel-siyasal arka planıdır. Bu arka planı göz önünde bulundurmadan sınıf mücadelesine ilişkin yapılacak tüm tespitler eksik kalır. Bir diğer önemli neden 1980 askeri faşist darbesinin Türkiye’de sınıf mücadelesini çok derin yıkımlar yaratarak kesintiye uğratması, işçi sınıfının aktarma kayışlarını kopararak devlet güdümlü sendikaların ve sendikal bürokrasinin önünü açmasıdır. Keza örgütlü işçi hareketi ve sosyalist hareket ezilirken siyasal İslamın önü açıldı, aktarma kayışlarının kopartıldığı ve sosyalist hareketin belirleyici olamadığı koşullarda kent varoşlarına akan ve pek çok sorunla boğuşan milyonlarca emekçi tarikatların kucağına itildi. 12 Eylül faşizmiyle birlikte Türkiye’de burjuva siyaset sahnesi yeniden şekillendirilip siyaset yeni kanallardan akıtılırken, örgütsüz emekçiler de var olan burjuva seçeneklere mahkûm edildi. Yaşananları değerlendirirken göz önünde bulundurmamız gereken bir diğer önemli faktör ise altı yıldır faşist bir rejimin varlığını sürdürüyor olmasıdır. Ancak tüm bu faktörlere karşın özellikle ekonominin kötüleşmesiyle toplumda bir öfke ve hoşnutsuzluk birikimi olduğunu ve bu birikimin eninde sonunda açığa çıkacağını da söylemiştik. İşte bugünkü işçi eylemleri bu birikimin dışavurumlarından biridir.
Hatırlanacak olursa, 2015’te Anadolu kentlerinde işçi hareketinde yaşanan kıpırdanma ve ardından gelen “metal fırtına” eylemleri de biriken öfke ve hoşnutsuzluğun bir dışavurumuydu.[3] Fakat örgütsüz, sınıf bilincinden ve geçmişin mücadele deneyimlerinden yoksun olan metal işçilerinin mücadelesi bir süre sonra geri çekildi. Bu geri çekilmede sermayenin ve iktidarın ideolojik basıncı kadar sendikal bürokrasinin de payı büyüktü. Aynı yıl yapılan 7 Haziran genel seçimlerinde tek başına iktidar olabilecek oyu alamayan AKP ve Erdoğan’ın seçim sonuçlarını tanımayarak ülkeyi siyasi kriz ve kaosa sürüklemesi de belirleyici bir rol oynamıştı. 7 Haziran 2015 seçimleri Türkiye tarihinde önemli bir dönemeç noktasıydı, zira 2015 Haziran-Kasım döneminde yaratılan kaos ortamıyla toplum bastırılıp sindirilerek faşizme giden yol açılmıştı. Ne yazık ki solun güçsüz, işçi sınıfının da örgütsüz ve dağınık olması nedeniyle faşist tırmanış durdurulamadı. Böylece Türkiye işçi sınıfı yeni bir mücadele döneminin kapılarını açamadan ve 12 Eylül askeri faşist darbesiyle hesaplaşamadan bu kez sivil faşizm fırtınasına yakalanmış oluyordu.
Totaliter rejim demokratik hak ve özgürlükleri yok ederek, toplum üzerindeki baskıyı arttırarak işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesini engelledi. Grevlerin yasaklanması, sendikasızlaştırma saldırıları, sendikaların devletin korporatist aygıtlarına dönüştürülmesi, esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılması, reel ücretlerin düşmesi gibi saldırılarla sosyalistlere ve muhalif kesimlere yönelik gözaltı ve tutuklamalar, derneklerin, muhalif gazete ve televizyonların kapatılması gibi saldırılar paralel ilerledi. Baskı ve yasaklarla birlikte milliyetçilik ve yapay kutuplaşma keskinleştirilerek toplumun dokusu tahrip edildi. Böylece bir yandan işçi sınıfının haklarına yönelik saldırılar hayata geçirilirken diğer yandan sermayeyi daha da büyütecek, önünü açacak uygulamalara, yağma ve talan politikalarına hız verildi.
Kapitalizmin 2020 krizinin ilk işaretleri daha 2018’de görüldüğü ve sermayenin uluslararası temsilcilerinin ufukta kara bulutların biriktiğinden söz ettiği dönemde, Türkiye ekonomisi sarsıntı geçirmeye başlamıştı. 2018’in Ağustosunda ABD ile gerilimin yol açtığı dövizdeki sıçramalı yükseliş ve ekonomik kriz, aslında biriken sorunların patlamasından başka bir şey değildi. Erdoğan, 2008 küresel krizinin Türkiye’yi teğet geçtiğini söylemişti, oysa bunun nedeni küresel krizde çöküşü durdurmak üzere emperyalist merkezlerin piyasaya sürdüğü trilyonlarca doların küçük de olsa bir kısmının Türkiye’ye akmasıydı.[4] Yani bu dönemde AKP’nin sefasını sürdüğü ekonomik büyüme muazzam borçlanma sayesinde olabildi. Fakat 2013’ten itibaren sermaye akışı yavaşlayıp ucuza borç bulma dönemi kapanırken, devam eden yıllarda Türkiye’nin toplam dış borcu 500 milyar dolara dayandı. Hem yukarıdaki faktörler hem de Erdoğan rejiminin izlediği dış siyaset Türkiye’nin uluslararası alanda olağanüstü düzeyde sıkışmasına ve ekonomideki kırılganlığın daha da artmasına neden oldu. Çağın gereği toplumsal ihtiyaçların çeşitlenip artmasını ekonomik büyüme ve refah olarak sunan AKP’nin yarattığı algının kırılmasında 2018’deki kriz bir dönemeç noktası oldu.
Esasında rejim yaklaşan ekonomik fırtınayı sezmişti ve krizin doğuracağı hoşnutsuzluğun planlarını sekteye uğratacağını düşünerek 24 Haziran seçim hamlesini yapmıştı. Zira bu seçimler aynı zamanda rejimin kurumsal biçimini ifade eden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin yasal-anayasal ayakları üzerinde yükselmesi anlamına gelecekti. Olağanüstü koşullarda gerçekleşen, muhalefetin baskılandığı, rejimin her türlü yalan, manipülasyon ve kaos tehditlerine başvurduğu, Kürt düşmanlığı üzerinden milliyetçiliği kışkırttığı seçimlerde rejim bir kez daha kendisini sandıkta galip ilan etti. Ne var ki 24 Haziran seçim süreci, tüm baskılara rağmen rejimin muhalefeti ve rejime karşı mücadele dinamiklerini tam anlamıyla bastıramadığını da ortaya koymuştu. Üstelik rejim ne yaparsa yapsın ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte bağrında biriken çelişkilerin büyümesinin de önüne geçemeyecekti. 24 Haziran seçimlerinin ardından yaptığımız değerlendirmede şunları söylemiştik: “Unutmayalım ki, kapitalizmin tarihsel kriz koşullarında Türkiye kapitalizmi ciddi sıkıntılarla yüz yüzedir. Rejim, Ortadoğu’da izlediği emperyalist politikalar nedeniyle uluslararası alanda sıkışmıştır. Diğer taraftan sermaye birikim düzeyi emperyalist ülkelere oranla zayıf olan Türkiye’nin ekonomisi, kapitalist krizin etkisine fazlasıyla açıktır. Nitekim Türkiye ekonomisinin girdiği dar boğaz, yaklaşmakta olan ekonomik çöküş bu gerçeği gözler önüne seriyor. Totaliter rejimin bağrında çok yönlü çelişkiler birikiyor, birikecek… Tüm seçim öncesi süreç, geniş kitlelerde tek adam rejimine karşı önemli bir mücadele potansiyeli olduğunu ortaya koymaktadır. Toplumun en az yarısı bu yeni rejimi ve onun liderini istememektedir. Üstüne iktidarın son dönem icraatını ve ekonomik krize giden koşulları eklediğimizde, gelecek günlerde AKP’ye oy veren emekçi kitlenin de içinde ciddi sallanmalar olması muhtemeldir.”[5]
Öyle de oldu. İktidar sözcüleri, her ne kadar her şeyin yolunda gittiğinin, ekonominin çok iyi durumda bulunduğunun, doların yükselmesinin dış güçlerin oyunu ve geçici bir durum olduğunun propagandasını yapsalar da ekonomide yokuş aşağı gidiş devam etti. 2018’den sonra ekonomide toparlanma hiçbir şekilde söz konusu olmadığı gibi aksine kriz derinleşti ve yoksullaşma arttı. Nitekim 2019’daki yerel seçimlerde rejim partilerinin İstanbul ve Ankara dâhil birçok büyük kentin belediye başkanlığını kaybetmesi tesadüf değildi. Rejim baskıları arttırarak, yapay gündemler yaratarak, kutuplaştırıcı dilini sivrilterek büyümekte olan hoşnutsuzluğun ve öfkenin açığa çıkmasını engellemeye çalıştıysa da kriz derinleştikçe yalpalamaya ve üzerinde oturduğu yapay kutuplaşma zemini erimeye başladı. Ne var ki biriken hoşnutsuzluğa rağmen geniş emekçi kitleler yine de yaşananların geçici olduğunu düşünme eğilimini sürdürdüler. Ancak 2020 krizi ve pandemi süreciyle birlikte ekonomideki kötüye gidişin ve yoksullaşmanın geçici olmadığı daha fazla açığa çıkacaktı.
2020 yılının Mart ayında ilan edilen pandemi Türkiye’de de ekonomik krizin faturasını işçi ve emekçilere kesmenin, baskı ve yasakları, hak gasplarını arttırmanın bahanesi yapıldı. Sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte miting ve eylemler yasaklandı. Toplumda yaratılan korku atmosferinin etkisiyle işçilerin hak arayışı da geri çekildi. Grev ve direnişler askıya alındı. Ancak salgın önlemleri adı altında hak gaspları hayata geçirilirken gerçekte hiçbir önlem alınmadığını işçiler bizzat yaşayarak gördüler. Örneğin salgın gerekçesiyle sokağa çıkmak yasaktı ama işyerlerinde hiçbir önlem alınmadan dip dibe çalıştırılmak serbestti. Güya işten atmalar yasaklanmıştı ama ücretsiz izin ve kısa çalışma serbestti. Ücretleri düşürülen, çalışma koşulları daha da ağırlaştırılan ve sefalete mahkûm edilen işçilerin bir süre sonra sorunlarını çözebilmek için sendikalaşma çabasına girmesi kaçınılmazdı. Sendikalaştığı için ücretsiz izne gönderilen, işten atılan işçilerin direnişe geçmesiyle 2020’nin ikinci yarısından itibaren grev ve direnişlerin sayısı artmaya başladı. Ancak mevcut yasaklar ve yasalar sermayeyi koruduğu için sendikalaşma girişimleri hem patronların hem de kolluk güçlerinin saldırısıyla karşılaştı.
Pandemi süreci ve derinleşen kriz sadece işçi sınıfının değil küçük esnafından köylüsüne tüm emekçi kesimlerin yoksullaştığı ve saldırıya uğradığı bir süreç oldu. Pek çok küçük esnaf iflas ederken çiftçiler hacizlerle karşı karşıya kaldı. Ormanları ve dereleri sermayeye peşkeş çekilen ve yaşam alanları yok edilen köylüler yağma ve talana karşı mücadele verirken saldırılara maruz kaldılar. Bu arada rejim ülkede yoksulluk olduğunu inkâr edip ekonominin çok iyi durumda olduğunun propagandasını yaparak, enflasyonu ve işsizliği düşük göstererek, diğer taraftan Ayasofya’yı ibadete açmak, Karadeniz’de doğalgaz bulunduğu ya da Ay’a çıkılacağı müjdesi vermek gibi gündemler yaratarak kitleleri oyalamaya çalışıyordu. Ancak gelinen noktada bu çabaların kifayetsiz kalacağını o zaman şöyle dile getirmiştik: “Asla unutmamak lazım ki ekonomik verileri ne kadar çarpıtırlarsa çarpıtsınlar, işsizliği ve enflasyonu ne kadar düşük gösterirlerse göstersinler, bir toplumu uzun süre illüzyonla yönetemezler. Kitlelerin yaşamındaki dramatik kötüye gidişin toplumsal huzursuzluğu beslememesi düşünülemez. Önümüzdeki dönemde derinleşen yoksulluğun ağır sonuçları gerçek boyutlarıyla kendisini daha fazla dışa vuracaktır. Elbette ekonomik alandaki sorunların otomatikman siyasal alanda kendisini göstermesini beklemek doğru olmaz. Özellikle toplumun yapay temelde kutuplaştırıldığı, işçi sınıfının örgütsüz olduğu ve burjuva muhalefetin düzenin tehlikeye girebileceği korkusundan dolayı kılını kıpırdatmadığı Türkiye şartlarında! Ekonomik alandan doğan sorunların ve kitlelerin yoksullaşmasının ağır sonuçlarının yaşanması, derinden hissedilmesi, zaman içinde bunun geçici olmadığının anlaşılması ve bilince çıkartılması gerekiyor.”[6]
2021 yılında rejimin lağımının patlamasıyla içine gömüldüğü yolsuzluk bataklığı, çürüme ve yozlaşma ayyuka çıktı. Patlayan lağıma ve büyüyen ekonomik sorunlara kuraklık, müsilaj, seller ve orman yangınları eklendi. Kriz, işsizlik, derinleşen yoksulluk, salgın sürecinin yönetilememesi, yolsuzlukların ifşa olması, orman yangınları ve seller karşısında sergilenen pişkinliğin, rejimin yıllarca üzerine bastığı yapay kutuplaştırma zemininin altını daha fazla oyması kaçınılmazdı. Bu gerçeğe işaret eden Utku Kızılok orman yangınlarının ardından yazdığı makalede şöyle diyordu: “Nitekim Erdoğan eskisi gibi inanç ve kültürel kimlikler üzerinden toplumu kutuplaştıramıyor. Yıllar içinde sürekli kullanılan bu alet büyük ölçüde iş görmez hale gelmiştir. Keza Ay’a yolculuk, bulunduğu iddia edilen doğalgaz vb. de toplumun çoğunluğunu heyecanlandırmaya yetmiyor ve inandırıcı gelmiyor. İktidar blokunun üzerine bastığı zemin giderek zayıflıyor. Emekçi kitlelerde giderek büyüyen tepki ve toplumda ortaya çıkan değişim arzusu kaçınılmaz olarak işçi sınıfı mücadelesinde ve örgütlülüğünün gelişmesinde de yansımasını bulacaktır. Dolayısıyla asla umutsuzluğa kapılmadan, işçi sınıfının mücadelesini ve dayanışmasını güçlendirmeye devam etmek gerekiyor. Gelecek büyük mücadelelerin belirlenmesinde bu olmazsa olmazdır!”[7]
Felâketlerle geçen yaz aylarının ardından ekonomideki kötüleşmenin şiddetlenmesi ve liranın değer kaybının hızlanmasıyla emekçilerin içine itildiği yoksulluk çukuru da hızla derinleşmeye başladı. Bu durum karşısında dar kapsamlı da olsa çeşitli semtlerde binlerce emekçinin katılımıyla protesto yürüyüşleri gerçekleşti. Sendikaların çağrısıyla pek çok kentte basın açıklamaları yapıldı. Ancak bu dar kapsamlı tepkiler bile rejimin saldırısı ve tehditleriyle karşılaştı. Eylemler yaygınlaşamasa da etkisiz ve önemsiz değildi, aksine rejime duyulan tepkinin sokağa yansımaya başlaması, siyasal atmosferin değişmeye başladığını göstermesi bakımından önemliydi. Kasım ayında Marksist Tutum’da şu satırlara yer vermiştik: “Siyasal atmosfer değişmektedir ve bunun temelinde bizim uzun süredir dile getirdiğimiz ekonomik kötüleşme yatmaktadır. İşçi-emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarındaki hızlanan kötüleşmeye karşı tepkileri isabetli biçimde iktidarı da hedef almaya başlamaktadır. Burjuva muhalefet güçlerinin bile harekete geçmeye başlamaları temelde bununla ilişkilidir. Elbette onlar frenleme yaparak tepkileri seçim/sandık çerçevesinde tutmaya ve kendi kanallarına yöneltmeye çalışıyorlar. Ama ekonomik çöküntünün dinamiği bu frenleme eğilimini aşıp geçme potansiyeline sahiptir.”[8]
Altı yıl boyunca toplumu zapturapt altına alarak ekonomik sorunları ve yoksullaşmayı büyüten totaliter rejim, kitlelerin ekseriyetinin artık eskisi gibi algı oyunlarına ve hamasi söylemlere kanmalarını, baskı ve tehditler karşısında sinmelerini sağlayamıyor. Boğaziçi Üniversitesi direnişi ve “barınamıyoruz” eylemlerinden sendikaların asgari ücret eylemlerine, hayat pahalılığı protestolarından bugün elektrik faturalarının protesto edilmesine ve Türkiye geneline yayılan işçi eylemlerine dek süre gelen bir hareketlilik söz konusudur. Kimi fabrikalarda direnişleri kırmaya yönelik gözaltılar yaşanıyor. Üretimi durdurmanın yanı sıra eylemlerini işyeri işgaline dönüştüren yerlerde, işçiler polis zoruyla dışarı atılıyor. Farplas’taki çok sert polis saldırısı bunun son örneklerinden birisidir. Farplas’ın sanayi proletaryasının en çok yoğunlaşmış olduğu bir havzada yer alan büyük bir metal fabrikası olması ve burada sağlanacak bir sendikal kazanımın bölgedeki diğer fabrikaları harekete geçirme ihtimalinin yüksekliği nedeniyle rejim tüm işçilere gözdağı verme niyetiyle saldırmıştır.
AKP’li yıllarda yaşanan toplumsal dönüşüm
Yazımızın başında bugünkü işçi eylemlerinin, yıllar içinde yaşanan toplumsal dönüşümün ve ortaya çıkan değişim arzusunun da bir yansıması olduğunu söyledik. Bu tespiti yapmak önemlidir çünkü bu dönüşüm ve değişim iktidarın yapay kutuplaştırma siyasetinin altını oymakta ve sınıf mücadelesinde belirleyici bir rol oynamaktadır. “AKP uzun yıllardır iktidarda ve bu süre neredeyse çeyrek asra tekabül ediyor. Kendi tabanını sürekli tahkim etmeye çalışsa da bu süreçte yaşanan çok yönlü değişimin karşısında durması mümkün değildi. Nitekim 20 yıl içinde özellikle şehir yaşamının dönüştürücü etkisi ile muhafazakâr emekçiler de büyük bir sosyal dönüşüm geçirmiş, özellikle gençlerin dünyaya bakışları, alışkanlıkları ve tercihleri köklü bir değişime uğramıştır.”[9]
Toplumsal dönüşümün sonuçları özellikle 2000’li yıllarda doğan genç işçi kuşaklarında çok daha belirgindir. “Köylerden kentlere göç eden emekçi kitleler geçen sürede ağır bir dönüşüm yaşarken, kentlerde doğup büyüyen genç kuşakların yaşam biçimi, beklentileri ve alışkanlıkları AKP’nin ortaya koyduğu politikalarla tezatlıklar oluşturuyor. AKP iktidarı tüm gayretlerine rağmen istediği gibi «kindar ve dindar» bir nesil yetiştiremedi. Alttan gelen kuşaklarla AKP’nin politikaları arasında artık bir kan uyuşmazlığı söz konudur. Nitekim yapılan araştırmalara göre genç kuşakların yüzde 70 gibi ezici çoğunluğu AKP’yi desteklemiyor ve politikalarından hazzetmiyor.”[10]
Ezgi Şanlı’nın “Rakamların Diliyle Türkiye İşçi Sınıfı” adlı üç bölümlük yazı dizisi, Türkiye işçi sınıfının Osmanlı’dan günümüze değişim ve dönüşüm sürecini kapsamlı olarak ele alıyor. 2020’de kaleme alınan bu yazı dizisi, Türkiye işçi sınıfının neden dünyada esen mücadele rüzgârının etkisi altına girmediği sorusuna yanıt bulmak amacıyla yazılmışsa da aynı zamanda Türkiye işçi sınıfında yaşanan dönüşüm ve değişimi ortaya koyarak bunun gelecekteki sınıf mücadelelerinde belirleyici bir unsur olduğunun altını çiziyor. “İşçi sınıfının büyüyüp kentlerde birikmesi, işçi ailelerinin yapısındaki değişim, kadınların evin yalıtıklığından kurtularak toplumsal yaşamın her alanında var olmaya başlaması, işgücüne katılması, kent yaşamının tüketim kalıplarını değiştirmesi, geleneksel önyargıları aşındırması, küreselleşmenin ve Türkiye kapitalizminin geldiği düzey, artan hoşnutsuzluk elbette yarını belirleyecektir. Bu dönüşüm hem AKP’nin itaatkâr, kanaatkâr, muhafazakâr ve kindar toplum projelerinin altını oymakta hem de sermaye sınıfına karşı verilecek büyük mücadelelere zemin döşemektedir.”[11]
Daha önce belli başlı birkaç sanayi kentinden söz edilebilirken, kapitalist ekonominin gelişmesiyle 2000’lerden itibaren sanayi kentlerinin sayısı arttı. AKP döneminde palazlanan İslamcı sermayenin, çok çeşitli teşvikler alarak Anadolu’da yatırımlarını arttırmasıyla buralardaki işçi kitlesi de büyüyüp gelişti. Anadolu’da sendikasız ve çok düşük ücretlerle ağır koşullarda çalıştırılan işçilerin hak arayışları İslamcı sermaye tarafından sürekli olarak bastırıldı. Ama hoşnutsuzluk ve öfke birikiminin Anadolu’daki işçileri de eninde sonunda bir patlama noktasına getirmesi kaçınılmazdı. Bu nedenle bugün özellikle Antep’te tekstil sektöründe başlayan iş bırakma eylemlerinin hızla yayılması tesadüf değildir.
Birçok yazımızda dikkat çektiğimiz üzere; “Nüfusunun yüzde 90’ından fazlasının artık kentlerde yaşadığı, 10 milyona dayanan işsizlerin önemli bir kısmını üniversite mezunlarının oluşturduğu, toplumsal ihtiyaçların çeşitlenip arttığı bir çağda yoksullaşmanın giderek daha fazla derinleştiği, gelecek kaygısının artıp depresif bir sonuç doğurduğu, buna baskı ve kültürel çölleşmenin eşlik ettiği bir durumu Türkiye toplumu ilk kez yaşıyor.”[12] Toplumsal ihtiyaçlar geçmişle karşılaştırılamayacak ölçüde çeşitlenip artmış, tüketim kalıpları genişlemiştir. Dolayısıyla yoksulluk kavramı da emekçiler için değişmiştir. Bundan 20 yıl önce cep telefonu temel bir ihtiyaç olarak düşünülemezdi ama hastane randevusunun bile internet üzerinden alındığı günümüzde bunu dillendirmek bile gülünçtür. Uzaktan eğitimle birlikte her evde internet ve bilgisayar ihtiyacının ortaya çıkması da değişen tüketim kalıplarına örnektir. Bu nedenle rejim sözcülerinin yoksulluğu inkâr ederek buzdolabından, cep telefonundan dem vurması, “evine ekmek giriyorsa aç değilsindir” vb. sözleri, rejimin sokaktaki tezahürlerinin ekonomiden şikâyet edenleri benzer sözlerle “azarlamaları”, emekçilerde ters etki yaparak öfke yaratıyor. 21. yüzyılda, teknolojinin bu kadar geliştiği bir dönemde karınlarını doyurduklarına şükretmeleri istenen emekçiler, bunun sefalet dayatması olduğunu görüyor ve itiraz ediyor. Ardı ardına gelen işçi eylemlerinin aynı zamanda rejim ve temsilcilerinin horlama ve aşağılamalarına bir tepki olduğunu da unutmamak lazım.
Aralık ayında rejimi yönetememe krizine doğru götüren süreci ve rejime karşı mücadele dinamiklerini ele aldığımız yazıda söylediklerimizi hatırlatarak bitirelim: “Tıpkı tarihteki diğer örnekler gibi bu olağanüstü rejimin akıbeti de olağanüstü süreçler tarafından belirlenecektir ve bu dönem açılmıştır. Mesele, işçi sınıfının bu sürece kendi sınıf çıkarları temelinde örgütlenmiş bağımsız bir aktör olarak katılmasının sağlanıp sağlanamayacağıdır. Bu noktada, görece mücadeleci sendikaların harekete geçmeye başlamaları, daha kitlesel mitingler örgütlemeleri, sosyalist örgütlerin bu mitinglerde daha yüksek katılımlarla yer almaları, faşizme karşı mücadelenin temel ayaklarının güçlenme potansiyeline işaret etmektedir. Son bir yılda artan grevler, direnişler de işçi sınıfının bilinçsel dönüşümü açısından zemini uygun hale getirmektedir. Bu noktada sendikal bilinci devrimci bilince dönüştürme görevi kuşkusuz sınıf devrimcilerinin omuzları üzerindedir. İşçi sınıfının mücadelesinin yükselip çekim merkezi haline gelmesi, çiftçisiyle, öğrencisiyle diğer emekçi kesimlerin mücadelelerinin ortaklaştırılıp hedefe yöneltilmesini de mümkün hale getirecektir. Öte yandan faşizmin en büyük mağduru konumunda bulunan ve ona karşı verilen mücadelenin temel dinamiklerinden biri olan Kürt halkının ve onun siyasi temsilcisi HDP’nin rejimin saldırıları karşısında yalnız bırakılmamasının garantisi de buradan geçmektedir. Bu noktada sınıfın örgütlü saflarının güçlendirilmesi, sendikaların mücadeleci bir çizgiye zorlanması ve mücadelenin büyütülmesi noktasında sorumluluk sınıf devrimcilerine ve öncü işçilere düşmektedir. Faşist rejime ve sermayenin saldırılarına karşı birleşik emek cephesini örerek harekete geçmek, bugün her zamankinden çok daha yakıcı bir önem taşımaktadır.”[13]
[1] Bu konuda Bakınız: Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yayınları
[2] Utku Kızılok, Dağılan Osmanlı’da Parçalanan İşçi Sınıfı/II, marksist.com
[3] Utku Kızılok, Metal İşçilerinin Mücadelesinin Gösterdikleri, marksist.com
[4] Oktay Baran, Krizin Sorumlusu Sermaye Düzeni Mağduru İşçi Sınıfıdır, marksist.com
[5] 24 Haziran Seçimlerinin Gösterdikleri, marksist.com
[6] Rejimin Sorunları Buyuyor, marksist.com
[7] Utku Kızılok, Ekolojik Kriz Kapitalizmin Krizidir, marksist.com
[8] Beka Savaşı İçindeki Rejim Emekçilere Saldırıyor, marksist.com
[9] Hakan Sönmez, AKP’nin Kutuplaştırma Siyasetinin Sonu Geliyor, marksist.com
[10] Hakan Sönmez, age
[11] Ezgi Şanlı, Rakamların Diliyle Türkiye İşçi Sınıfı, marksist.com
[12] Utku Kızılok, Rejimin Çıkmazı Büyürken, marksist.com
[13] Rejimin Krizi ve Mücadele Dinamikleri, marksist.com
link: Demet Yalçın, Yayılan İşçi Eylemleri ve Mücadele Dinamikleri, 13 Şubat 2022, https://marksist.net/node/7574
Gökdelenler Yıkılırken
Parlatın