Cezaevleri dünyanın her yerinde burjuva düzenin, bekası açısından ihtiyaç duyduğu baskı aygıtlarından biridir. Cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin sayısı bir taraftan kapitalizmin yarattığı sosyal ve ekonomik sorunlara bağlı olarak artan suç oranlarının bir göstergesidir. Ama diğer taraftan ve asıl olarak da o ülkedeki burjuva demokrasisinin sınırlarının daralması ya da genişlemesine bağlı olarak mahpus sayısı artar ya da azalır. Özellikle faşist iktidarlar döneminde cezaevlerindeki mahpus sayısının artması kaçınılmazdır.
3 Kasımda Türkiye Hapishane Çalışmaları Merkezi (TCPS) tarafından “Hapishaneler Tarihinde İki Rekor / Tutuklamalar ve Mahpus Sayısında Son Durum” başlıklı bir rapor yayınlandı. Rapora göre Türkiye’de mahpus sayısı Türkiye Cumhuriyeti tarihinde rekor kırarak 214 binlere ulaşmış durumda. İkinci rekor ise 15 Temmuz darbe girişiminin ardından tutuklananların sayısının 40 bine ulaşmış olması olarak ifade ediliyor. Raporda bu rakamın 12 Eylül 1980 darbesinin ardından yapılan tutuklamalardan 1,5 kat fazla olduğu belirtiliyor.
Toplam mahpus sayısında rekor seviyedeki artışın sebebinin 15 Temmuz darbe girişimi olmadığı da belirtiliyor raporda. Dolup taşan hapishanelerde yer açmak isteyen hükümet 17 Ağustosta yayınladığı bir kanun hükmünde kararname ile kısmi bir af çıkararak ilk etapta 38 bin kişiyi tahliye etti. Bu aftan yararlanan 55 bin kişinin daha ise önümüzdeki birkaç yıl içinde tamamlanacak şekilde tahliye süreci devam ediyor. Yani bu kısmi af olmasa idi cezaevlerindeki toplam tutuklu ve hükümlü sayısı 250 bini geçecekti.
Bu önemli bir ayrıntıdır çünkü bu rekor artışı sadece darbe girişimine bağlamak Türkiye’deki gidişatın görülmesini engeller. Türkiye’de son 10 yıldır tutuklu ve hükümlü sayısında “istikrarlı” bir artış zaten vardı. Ancak özellikle 2011 yılından bu yana her yıl daha büyük oranlarda artışlar yaşanıyor. Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünün yayınladığı istatistiklerde 31 Aralık 2010’da 120 bin 814 olan tutuklu ve hükümlü sayısı, altı yıl dolmadan 220 bine yaklaşmış durumda. Bu süreçte, ekonomik krizin işsizlik, yoksulluk, psikolojik sorunlarda artış gibi doğrudan sonuçlarına paralel olarak hırsızlık, gasp, cinayet, sahtecilik-dolandırıcılık gibi suçlar sıçramalı bir şekilde artış göstermiştir. Ancak artan sadece adli suçlardan dolayı tutuklu ya da hükümlü durumunda bulunan mahpusların sayısı değildir. Son yıllarda artan siyasi baskı ve yasaklara paralel olarak ve elbette 15 Temmuz sonrası yaşanan sürecin doğrudan uzantısı olarak, siyasi mahpusların sayısında ve oranında da hızlı bir yükseliş yaşanmıştır.
2011 yılından bugüne Türkiye’de artan otoriterleşmeye dair Marksist Tutum’da pek çok yazı yayınlandı. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak kendi özgünlükleriyle ilerleyen bu otoriterleşme sürecini ve bugün gelinen noktayı anlamak için bu makalelere tekrar dönüp bakmak yararlı olacaktır. AKP iktidarı bu süreçte başta Kürt hareketi olmak üzere içeride her türlü muhalefete karşı acımasız saldırı politikalarını hayata geçirmeye başlamıştı. Bu otoriterleşme eğilimi giderek şiddetlenerek önce Erdoğan’ın Bonapartlaşmasını beraberinde getirdi, ardından Gülen cemaatiyle yaşanan iktidar kapışması ve Ortadoğu’da paylaşım savaşının kızışmasıyla birlikte çok hızlı ilerleyen bir faşist tırmanış sürecine evrildi. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL ile birlikte eline bulunmaz bir fırsat geçen Erdoğan, ülkeyi “Türk tipi başkanlık rejimi”nde somutlanan faşizme doğru hızla sürüklemeye başladı. Her türlü muhalefet baskı altına alındı. Gazeteler, televizyon kanalları kapatıldı. Akademisyenler, yazarlar, gazeteciler, avukatlar tutuklandı. Sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklanan, yargılanan kişi sayısında patlama yaşandı. DBP’li belediyelere kayyum atandı, belediye eşbaşkanları gözaltına alındı, tutuklandı. Nihayet gelinen noktada Mecliste 3. büyük parti konumunda olan HDP’nin eş genel başkanları ve milletvekilleri tutuklandı. Burjuva basında alt yazı olarak geçmenin ötesinde haber konusu olmayan, yerellerde HDP ve DBP’lilere yönelik ev baskını ve tutuklamalar ise son hızla devam ediyor. Bütün bu baskıların sonucunda cezaevlerinde hükümlü ve tutuklu sayısında artış olması kaçınılmazdı, nitekim böyle de oldu, oluyor.
Elbette tek sorun tutuklu ve hükümlü sayısındaki artış değildir. Burjuva demokrasisinin kalmış bütün kırıntılarını süpürüp atan faşist uygulamalar yeni yeni KHK’larla hayata geçirilmeye başlanmıştır. Örneğin gözaltı süresi 30 güne çıkarılmış, ilk 5 gün avukatla görüşme yasağı getirilmiştir. Burjuva demokrasisinin gereklerinden biri olan tutuklunun kendini savunma hakkı ve bu hakkın dokunulmazlığı ayaklar altına alınmıştır. Çıkarılan başka bir KHK’yla “Tutuklunun avukatı ile görüşmesinde, toplumun ve ceza infaz kurumunun güvenliğinin tehlikeye düşürülmesi, terör örgütü ve diğer suç örgütlerinin yönlendirilmesi, bunlara emir veya talimat verilmesi veya yorumlarla gizli, açık veya şifreli mesajlar iletilmesi ihtimalinin varlığı halinde cumhuriyet savcısının kararıyla; tutuklu ile avukatın görüşmeleri teknik cihazla sesli veya görüntülü olarak kaydedilebilir, tutuklu ile avukatın yaptığı görüşmelerin izlenmesi için görevli hazır bulundurulabilir, tutuklunun avukatına veya avukatın tutukluya verdiği belge veya belge örnekleri, dosyalar ve aralarında geçen konuşmalara ilişkin tuttukları kayıtlara el koyulabilir veya görüşmelerin gün ve saatleri sınırlandırılabilir” hükmü getirilmiştir. Aynı KHK kapsamında cumhuriyet savcısı tutuklunun avukatı ile görüşmesini tamamen engelleyebilir hatta avukatın değiştirilmesini talep edebilir. Dava dosyası gizlilik gerekçesiyle sanık avukatına gösterilmeyebilir. Yani cumhuriyet savcısına tutuklunun kendini savunma hakkını açıkça gasp etme yetkisi verilmektedir.
Gözaltında ve cezaevlerinde işkence yapıldığına ilişkin şikâyetlerde patlama yaşanmasına rağmen bunlar görmezden gelinmekte, işkence adeta meşrulaştırılmaktadır. “FETÖ” bahanesiyle, AKP’nin uygulamalarına karşı çıkan herkes terörü desteklemekle, vatan hainliğiyle suçlanır olmuştur. Böylece işkence yapıldığının dile getirilmesi de engellenmeye çalışılmaktadır. 15 Temmuz’dan sonra gözaltına alınan, tutuklanan darbecilerin işkence gördüklerini belli eden görüntüleri günlerce döne döne televizyonlarda verildi. Bir sihirli sözcük gibi istenilen her durumda, her olayda “FETÖ” öne sürüldü. Meşhur “demokrasi nöbetlerinden” birinde kitlelere demokrasi dersi veren Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi şöyle diyordu: “Bunları öyle deliklere tıkacağız ki, öyle deliklerde cezasını çekecekler ki, bunlar bir daha o Allah’ın güneşini nefes aldıkça görmeyecekler. Güneş yüzü görmeyecekler. Bir daha insan sesi duymayacaklar. ‘Gebertin bizi’ diye yalvaracaklar.” Cezaevlerinde işkence ve kötü muamele yapılıp yapılmadığını denetlemekle görevli Cezaevi Alt Komisyonu Başkanı AKP milletvekili Mehmet Metiner’in TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonunda yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler de, faşizmde insan haklarının ne anlama geldiğini ortaya koyması açısından çarpıcıdır: “FETÖ’cülere işkence yapıldığı kanaatinde değilim. Bu yönde bir başvuru yok. Ama ben teröristlere gidip ‘Size işkence yapılıyor mu?’ sorusu üzerinden bir algı operasyonu yapılmasına müsaade edilmemesi gerektiğine inanıyorum. Meclis komisyonunun buna alet edilmemesine inanıyorum, asla onlara işkence yapılmadı. Yakalanma esnasındaki yediği tekme tokatlarla ben ilgili değilim. Ben olsaydım ben de aynısını yapardım. Fazlasıyla yapardım.” Siz bu açıklamalardaki “FETÖ’cü”leri çıkarın, yerine ne istiyorsanız koyun: Kürtler, komünistler, sosyalistler, hak arayan çevreciler, kadınlar, işçiler vs. vs. Faşizmde kutuplar çok nettir: Ya devletin her şeyiyle arkasındasın ya da vatan hainisin! Eğer vatan hainiysen her türlü kötü muamele, işkence, onlarca yıl hapis cezası ve hatta idam mubahtır!
Faşizmin tırmanış sürecinde bugüne kadar yaşananlar önümüzde uzanan sürece de ayna tutmaktadır. Ancak her tırmanışın bir inişi, her karanlığın bir sonu vardır. Tarih bize emekçilere, ezilen halklara acı çektiren, onları cezaevlerine dolduran zihniyetlerin günü geldiğinde halkın mahkemelerinde yargılanmaktan kurtulamadığını da, cezaevlerinin bizzat emekçiler tarafından boşaltılarak siyasi tutsakların özgürlüklerine kavuşturulduğu dönemler olduğunu da gösteriyor.
link: Demet Yalçın, OHAL’de Cezaevleri ve İnsan Hakları İhlalleri, 23 Kasım 2016, https://marksist.net/node/5403
İşçi Sınıfının Kadınları Mücadeleyle Özgürleşir
Yeni Ekimlere