18 Kasımda Giresun’un Şebinkarahisar ilçesinde atık depolama barajı çöktü. Nesko Madenciliğe ait barajın çökmesiyle zehirli atıklar suya, toprağa karıştı. Suyun dereye karışması sonucu köylülerin arazileri ve mahsulleri zehirli çamurun içinde kaldı. Aradan bir ay geçmeden bu kez Balıkesir Ayvalık’ta, ikinci maden atığı faciası yaşandı. 12 Aralıkta Bilfer Madenciliğe ait demir cevheri zenginleştirme tesisindeki atık dağı bir kez daha çöktü. Ayvalık’ta sulama için kullanılan ve içme suyunun da temin edildiği Madra Barajına zehirli atıklar ve ağır metaller karıştı.
Giresun ve Balıkesir’de iki hafta arayla gerçekleşen bu felâketler bir kez daha iktidarın doğa düşmanı politikalarını ve umursamazlığını ortaya seriyor. Zira facialara ilişkin herhangi bir açıklama yapmadan olayı geçiştirmeye çalışan yetkili kurumlar, kamuoyunda oluşan tepkinin ardından Nesko Madenciliğin faaliyetini sözde durdurup para cezası kesmek zorunda kaldı. Sözde diyoruz çünkü verilen kararın kâğıt üstünde kalacağına şüphe yok. Yandaş sermaye grupları başta olmak üzere kapitalist şirketler, bu kararların ardından şirket tabelalarını değiştirip doğanın canına okumaya devam ediyorlar. Yaşanan onca faciaya rağmen, ülkenin her geçen büyüyen devasa bir maden ve inşaat şantiyesine dönüşmesinin başka bir açıklaması olabilir mi?
Evet, tek adam rejimi ve sermaye sınıfı gerçek manasıyla doğamıza çökmüş durumda! Ülkenin dört bir yanında doğa sermayeye peşkeş çekiliyor. Toprağımız, suyumuz, ormanlarımız sermayenin çıkarları uğruna talan ediliyor. TEMA Vakfının araştırmasına göre Türkiye’de 15 şehrin yüzde 62’si madenler için ruhsatlandırılmış durumda. Sadece Kaz Dağları yöresinde ihale, arama ve işletme safhalarında toplam 1634 maden ruhsatından (yörenin yüzde 79’u) söz ediliyor. Bölgedeki ormanlık alanın yüzde 80’i, tarım alanlarının yüzde 78’i, tarihi ve kültürel varlıkların yüzde 66’sı, önemli doğa alanlarının yüzde 95’i ve milli parkların yüzde 54’ü maden ruhsat alanı (ihale ve aktif ruhsat) olarak belirlenmiş.
Bir başka araştırmaya göre 2006-2018 yılları arasında madenlere açılan ormanlar yaklaşık 100 bin hektarı buluyor. AKP’nin bu 13 yıllık dönemi ile 1989-2001 yılları arası kıyaslandığında madenlere izin verilen ormanlık alanda yüzde 207 artış olduğu belirtiliyor.[1] Son üç yılda bu rakamların daha da yükseldiği görülüyor. Devletin resmi kurumu olan TÜİK’in 2020’de yayımladığı atık istatistiklerine göre, madenlerdeki toplam tehlikeli atık miktarı 2018 yılında 11 milyon 176 bin ton iken, bu rakam 2020 yılında 26 milyon 46 bin tona yükselmiş durumda.
Bu rakamlar sadece kentlerin değil köylerin, meraların, ormanların da dev bir şantiye alanına çevrildiğini gösteriyor. Eşi benzeri görülmemiş bir açgözlülükle doğamızı yağmalayan yerli ve yabancı sermaye grupları ise bu durumdan oldukça memnunlar. Rejimin desteği ve teşvikleriyle her gün yeni maden ocakları kuruyor, yeni tesisler açıyorlar. Yani bizim için yeni felâketler hazırlıyorlar. Mart ayında yaptığı açıklamada Erdoğan, altın üretiminin yıllık 100 tona çıkarılacağını duyurmuştu. Bu açıklama hâlihazırda faaliyet gösteren madenlerin yanına yüzlercesinin ekleneceğinin de ilanıydı.
Maden ocaklarının mantar gibi ülkenin her yerinde çoğalması, iktidarın yıllar içinde uyguladığı politikaların neticesinde gerçekleşti. Siyasi iktidar orman ve maden kanunlarında defalarca değişiklik yaparak adım adım şirketlerin önünü açtı. Madencilik Kanunu AKP döneminde 20 defa, Orman Kanunu ise 30 defa değiştirildi. Yapılan her değişikliğin ardından sermayenin doğa talanı büyüdü. Bugün yaşanan talanın zemini esas olarak 2004 yılında Madencilik Kanununda yapılan değişiklikle sağlandı. Bu düzenlemeyle orman, muhafaza ormanı, ağaçlandırma alanları, özel koruma bölgeleri, milli parklar, tabiat parkları, sit alanları, tarım alanları ve su havzaları madenciliğe açıldı. Yani ülkenin her santimetrekaresinde madencilik yapılmasına izin verildi. O dönemde maden şirketlerinin sektöre ilgi duymamasından şikâyetçi olan iktidar, özel sektörün önündeki yasal engelleri kaldıracağını, madenciliğin önünü açacağını belirtmişti. Gelinen aşamada sadece maden şirketlerine engel olan yasaları kaldırmamış, doğayı dizginsizce talan etmiştir.
Bu yetmemiş olacak ki, Aralık ayının başında Orman Kanununda bir kez daha değişikliğe gidildi. Kanunun 17’nci maddesinde yapılan değişiklikle orman alanlarında verilen ormancılık dışı kullanım izinleri genişletildi. Buna göre “kamu yararı ve zaruret” bulunması halinde ormana odun kömürü tesisi, ceza infaz kurumu, adliye binası, aile sağlığı merkezi, dini eğitim tesisleri, futbol sahası, kapalı spor salonu gibi bina ve tesisler yapılabilecek. Ayrıca turizm maksadıyla izin verilen bina ve tesislerin çatı cephelerinde enerji üretim tesisleri de kurulabilecek. Oysa Anayasanın 169’uncu maddesinde ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemeyeceği söyleniyor. Fakat söz konusu doların yeşili olunca, iktidar ve sermaye sınıfı için kendi anayasaları da teferruat olmaktan öteye geçmiyor.
Kanun ve yönetmelikler sermayenin sığınaklarına dönüştürülürken, maden ruhsatlarının alımı da oldukça kolaylaştırılmıştır. Ruhsat alımı için daha önce gerekli olan pek çok izin yasal değişiklikler yoluyla ortadan kaldırılmıştır. Bugün “Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) gerekli değildir” raporunun alınması maden ruhsatının alınması için yeterli olarak görülüyor. Ancak yasaya göre 25 hektarlık alan için ÇED raporu gerekmiyor. Şirketler genelde bu yola başvurarak peynir ekmek alır gibi ruhsat alıyorlar. Ancak zaman içerisinde atık depolama, havuz kapasite arttırımı vs. diyerek bu alanı büyütüyorlar. Üstelik bu alan yine yasaya göre 2000 hektara kadar çıkabiliyor. Böylece pek çok maden tesisi, ÇED sürecinden muaf tutulmuş oluyor. Düşünebiliyor musunuz, çevresel facia riskinin çok yüksek olduğu binlerce hektarlık alan tamamen denetimsiz bırakılıyor, adeta yasa dışı işletiliyor. Ancak ÇED süreci işletilse dahi bunun pek de bir anlamı yok. Zira sürecin kendisi de tıpkı yasalar gibi sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet ediyor.
Giresun ve Balıkesir’de yaşanan maden felâketleriyle ilgili yazılı bir açıklama yayımlayan Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) bu gerçeğe şöyle dikkat çekiyor: “Siyasi iradenin sermayenin hedefleri doğrultusunda yaklaşımı ile Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) uygulamaları amacından sapmış; talan argümanına dönüştürülmüştür. Bakanlıkça bir dönemde 400’ün üzerinde ‘ÇED Olumlu’ kararına karşılık sadece 4 ‘ÇED Olumsuz’ kararı alındı. ÇED mevzuatı amacı yönünde uygulanabilir olmaktan çıkmış; sermayenin elinde bir talan donanımı haline getirilmiştir.”[2] Açıklamada Giresun’daki facianın anlık bir kaza, öngörülemez bir olay olmadığına değinilerek, siyasi iktidar ve sermaye tarafından ortak bir suç işlendiği vurgulanıyor. Faciaya neden olan şirketin, 2000’li yıllardan bu yana “ÇED gerekli değildir” kararlarına sırtını yaslayarak faaliyetini sürdürmesi de bu gerçeğe işaret ediyor.
Görüldüğü üzere, açgözlü sermaye sınıfı doğamızı yok etmek için her türlü imkâna sahip. Buna siyasi iktidarın umursamazlığını da ekleyince ortaya çıkan tablo tam anlamıyla bir felâket tablosu oluyor. Yangın ve sel felâketlerinde iktidarın emekçileri nasıl da kendi kaderlerine terk ettiğini hep birlikte gördük. AKP iktidarı aynı umursamaz tutumunu bugün de istikrarlı bir biçimde sürdürüyor. Hatta her geçen gün durum daha da vahim hale geliyor. Tek adam rejiminden güç alan şirketler özellikle kırsal yerlerde kendilerine adeta derebeylik kurmuş durumda. Nasıl ki İkizdere’de Cengiz Holding “burada devlet benim!” dercesine doğa katliamına tam gaz devam ediyorsa, başka yerlerde de kapitalist şirketler aynı tutumu sergileyerek doğaya ve yöre halkına adeta savaş açıyorlar. Kaymakamından belediyesine, muhtarından jandarmasına kadar devletin tüm kurumlarını arkasına alan burjuvalar, yaşam alanlarını korumaya çalışan emekçilere vahşi bir şekilde saldırıyorlar. Öyle ki bazı şirketler köylülere karşı silahlı saldırıda bulunacak kadar zıvanadan çıkabiliyor. Aydın Çine’de bulunan maden ocağına karşı direnen Coşkun ailesine geçtiğimiz günlerde maden şirketi çalışanları tarafından silahlı saldırı gerçekleştirilmesi, durumun nasıl bir boyut kazandığını çarpıcı bir şekilde yansıtıyor. Saldırıdan kaçarken baygınlık geçiren Cennet Coşkun “6 yıldır biz bu çileyi çekiyoruz. Evimize çok yakın mesafede maden yapıyorlar. Dinamit patlatmadan tutun da tarlamıza hafriyat dökülmesine kadar… Tozdan ve kirden çok zorluk yaşadık. Evimizde huzurumuz kalmadı. Çatımızdan taşlar düşüyor. Bugün de böyle bir durumla karşılaştık. Ölebilirdik. Can güvenliğimiz yok” diyerek tepkisini dile getiriyor.
Tüm bu yağma ve talanın, umursamazlık ve denetimsizliğin bedelini yine emekçiler ödüyor. Yaşanan tahribatın doğaya ve insana verdiği zarar, sadece bugünümüzün değil geleceğimizin de büyük bir tehdit altında olduğunu gösteriyor. Her şeyden önce doğanın vahşice yağmalanması, toprağın çürütülmesi ve suların kirletilmesi başta insan olmak üzere bütün canlı yaşamını tehdit ediyor. Sadece Giresun ve Balıkesir’de yaşanan facialar sonucu milyonlarca metreküp zehirli atığın (bakır, çinko, kurşun vb.) suya ve toprağa karıştığı belirtiliyor. Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) Giresun’daki faciayı yeni bir Çernobil vakası olarak tanımlıyor. İddialara göre siyanür olma olasılığı yüksek olan kimyasal atıklar, Şebinkarahisar üzerinden Kelkit vadisine, oradan ise Çarşamba ovasına ulaştı. Böylece bu bölgelerde yapılan tatlı su balıkçılığı, hayvancılık ve tarım geri dönüşsüz bir şekilde yok edildi. Şebinkarahisar’dan Tokat’ın ilçeleri olan Reşadiye’ye, oradan Niksar ve Erbaa’ya tüm tarımın yok edilmesinin yanında, gelecekte çıkacak olan tarım mahsullerinin kanserojen maddeler içermesi ihtimali de toplum sağlığı açısından bir başka tehlikeye işaret ediyor.
Üzerinde önemle durulması gereken bir diğer husus ise Türkiye’deki deprem gerçeğidir. Bilindiği üzere, Türkiye dünyanın aktif deprem kuşaklarından biri olan Alp-Himalaya deprem kuşağı üzerinde yer alıyor. Yüzölçümü bakımından ise ülkenin neredeyse yarısı birinci derece deprem riski altında. Ülkede binlerce maden tesisinin ve kimyasal atık deposunun olduğunu yukarıda belirtmiştik. Tesislerin çoğu aktif fay hatlarına yakın bölgelerde yer alıyor. Bu durum olası bir deprem halinde, onlarca felâketin peş peşe yaşanabileceğini gösteriyor. Yani bizimle beraber birkaç kuşağın yaşamını sona erdirecek derecede büyük bir tehlikenin içinde yaşıyoruz.
Doğa katliamının sürdüğü pek çok yerde emekçiler yaşarken ölüme mahkûm ediliyor. Kapitalist şirketlerin istilasına uğramadan önce tarımla, hayvancılıkla, arıcılıkla geçimini sağlamaya çalışan emekçiler, sermayenin işgalinden sonra yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Yaşam alanlarıyla beraber geçim araçları da yok edildiği için, sadece yersiz yurtsuz değil, aynı zamanda aşsız ve işsiz bir şekilde yaşamaya çalışıyorlar. Tabii buna yaşamak denilebilirse! Kâr hırsıyla gözü dönmüş sermaye sınıfının emekçilere ödettiği bedeller bunlarla da sınırlı kalmıyor. Her türlü denetimden muaf bir şekilde yapılan vahşi madencilik sonucu soluduğumuz havadan içtiğimiz suya, tükettiğimiz tarım ürünlerinden yüzdüğümüz nehirlere kadar her şey zehir saçar hale geliyor. Özellikle ağır metallerin toprağa ve suya karışması tarifi mümkün olmayan bir ekolojik yıkıma neden oluyor.
Doğayı sınırsızca sömüren bu şirketlerin, çalıştırdığı işçilere nasıl muamele ettiğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Maden ocaklarında ve tesislerde çalışan binlerce işçi, insan değil köle muamelesi görüyor. İş sağlığı ve güvenliği kanunun içerdiği mevzuatın hiçe sayıldığı bu şirketlerde işçilerin canı da hiçe sayılıyor. Haksızlıklara karşı çıktıklarında ise tıpkı doğasına sahip çıkan köylüler gibi vatan haini ilan edilerek bölücülükle suçlanıyor işçiler. Mesela Giresun'daki faciaya sebep olan Nesko Madencilik, iktidara yakınlığıyla bilinen Yıldızlar SSS Holding’e ait. Yıldızlar Holding’in ise diğer yandaş sermaye grupları gibi doğanın ve emeğin korunması bakımından sicili oldukça kabarık. Hatırlanacağı üzere 2020’de Çanakkale Yenice madeninde işçiler, maaşlarının ödenmesi için kendilerini günlerce madene kapatmıştı. Nesko Madencilik ise işçilerin “şirketi ve hükümeti yıpratmak istediğini” açıklayıp, işçilerin haklı talebine karşı 110 madenciyi işten atmıştı. Anadolu’nun dört bir tarafında başta yandaş sermaye çevreleri olmak üzere yerli ve yabancı sermaye grupları, işte bu zihniyetle doğamızı katletmeyi ve bizleri nefessiz bırakmayı sürdürüyorlar.
Elbette bu karanlık tablo, siyasi iktidarın bilinçli politikalarının ve tercihlerinin sonucudur. Rejim, hiç çekinmeden işçi ve emekçilerin karşısında patronların yanında saf tutarak sınıfsal meşrebini ortaya koyuyor. Doğanın ve emekçilerin ödediği ölümcül bedeller pahasına maden şirketleri kârlarına kâr katıyor. İstanbul Maden ve Metaller İhracatçı Birlikleri (İMMİB) Genel Sekreteri sadece Kasım ayındaki 21,5 milyar dolarlık Türkiye ihracatından yüzde 40,8’lik pay aldıklarını övüne övüne anlatıyor. Gelecek yıl için yatırım hedeflerini arttıracaklarını da ekliyor. Bunun ancak doğanın ve emeğin dizginsiz sömürüsüyle gerçekleşebileceğini de biz ekleyelim.
Yaşadıklarımız rejimin temsilciliğini yaptığı kapitalizmin işçi sınıfı için ne demek olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya seriyor. Kapitalizm toprağımızın, suyumuzun, havamızın kirletilmesi, ormanlarımızın yakılıp kül edilmesi, doğamızın talan edilmesidir. Grevlerimizin yasaklanması, kazanılmış haklarımızın gasp edilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerimizin ortadan kaldırılması, ekmeğimizin küçülmesidir. Kapitalizm emeğe ve doğaya düşmandır. Geleceğimizi karanlığa boğmaya çalışan kapitalizme ve faşist rejime karşı emeğimize ve doğamıza sahip çıkmak zorundayız.
link: Can Aytekin, Rejimin Azgınlaşan Sermaye Politikaları Geleceğimizi Tehdit Ediyor!, 4 Ocak 2022, https://marksist.net/node/7544
Yeni Bir Günün Kızıl Şafağı İçin!
“Minimalist Yaşam” Güzellemeleri ve Milyarların Hayatı