Servis ağır aksak ilerliyordu. Gece vardiyası bitmiş, tüm işçiler yorgun gözlerle şehrin boş sokaklarını izliyordu. Arif de diğer işçiler kadar yorulmuştu ama yine de canlı gözleriyle etrafındaki işçilerle sohbet ediyordu. Konu yine her zamanki gibi fabrikanın yükleme kısmına alınan göçmen işçilerdi. Günlerdir en yakınındaki işçilere bile zorla anlatabiliyordu göçmen işçiliğin ne demek olduğunu.
Yorgun olmasına yorgundu ama gece onun için yeni başlıyordu. 4-12 vardiyasına geçmek, geceyi iyi değerlendirebileceği haftaya başlamaktı onun için. Esin’le sohbet edebilirdi mesela, okuması gereken yazıları okurdu, ama en çok da gecenin sessizliğinde yazmak hoşuna giderdi. Servisten indi hızlıca, eve resmen koşarak girdi. Esin karşıladı onu kapıda.
-Hoş geldin!
-Hoş bulduk!
-Nasıl geçti bugün?
-Fena değil! Yine göçmen işçiler meselesi gündemimizden çıkamadı bir türlü. Biliyorsun bizim yükleme bölümüne alınan Suriyeli işçiler hâlâ hazmedilemedi fabrikada. Tam da sendika seçim çalışmalarının hızlandığı bir dönemde bütün ilgi oraya kaymış durumda.
-Zor da olsa olacak.
-Bu kez olacak!
Gülüştüler, fabrikadaki gelişmeleri Esin’e her ayrıntısıyla anlattı, onun görüşlerini her zaman çok önemsiyordu Arif. Çay demini almıştı. Oturma odasına geçtiler sohbet ede ede.
-Senin nasıl geçti günün?
-Gündüz fabrikadaydık, malûm bizim temsilci seçimleri yaklaşıyor, sıkı markajlı kulis çalışmalarına devam ediyoruz. Adil ve Esra listeye alındılar, günün en güzel haberi bu diyebilirim sana. Ha, bir de genç bir arkadaşla sohbet ettik. Babasının çalıştığı fabrikada uzun süredir göçmen işçiler çalıştırılıyormuş, oradaki gözlemlerini aktarması çok güzel oldu. Hatta bir film önerisi geldi ondan. Çok yorgun değilsen izleyelim.
-Olur, aslında ben de göçmen işçilerle ilgili bir yazı yazmayı planlıyorum. Malûm uzun zamandır hayatımızın içinde bir mesele, unutmamak lazım. Bir de filmi izleyelim yazıya öyle başlarım artık.
“Suç Ordusu” idi filmin ismi. Manuşyan grubu adında göçmen oluşumunun Fransa’da Hitler faşizmine karşı mücadelesini anlatıyordu. Manuşyan’ın hikâyesini az çok biliyordu Arif. Mélinée Manouchian’ın “Manuşyan: Bir Özgürlük Tutsağı” adlı kitabını okumaya başlamış, ama işlerin yoğunluğundan bir türlü fırsat bulup bitirememişti. Açtılar filmi, Esin koltuğa oturdu, her zaman iyi bir izleyiciydi, hem çok severdi film izlemeyi hem de çok ufak ayrıntıları bile kaçırmak istemezdi. Arif çekyata uzandı, Arif için gece izlenen film uyusun diye çocuklara anlatılan masallar gibiydi. Hayal dünyasının kontrolsüzlüğüne salardı bilincini önce, sonra da uykuya dalardı. En fazla yarım saat izleyebilirdi bu saatte açılan bir filmi. Öyle de oldu, göz kapaklarını kaldırmaya gücü yetmedi bir süre sonra, ama aklı da filmdeydi. Filmle uyku arasında usulca salınan bir salıncakta gidip gelirken karşısına birden iri yarı, yakışıklı, esmer bir adam dikildi. Tebessüm ederek sesleniyordu Arif’e;
-Kalk bakalım arkadaş, kalk! Misafir geldim, muhabbet edelim seninle diye, sen öylece yatıyorsun.
Hafifçe yerinden doğruldu, esmer, uzun boylu, yakışıklı ama hiç tanımadığı adam hâlâ tebessüm ediyordu ona. Yanına oturdu:
-Sen de kimsin?
-Misafirim.
-Adın ne peki?
-Misak Manuşyan.
Gerçek olamayacak kadar tuhaftı her şey. Normalde bu tip uykularında filmin içinde bulurdu kendisini, ama bu kez kanlı canlı karşısında duruyordu Misak Manuşyan. Hiç rüya gibi değildi. Arif içinde bulunduğu durumu anlamaya çabalıyordu, uykudaydı belli ki, bir gözlerini açsa kaybolacaktı belki de karşısındaki bu iri yarı yakışıklı adam ama gitsin de istemiyordu. Aslında gördüklerinin bir rüya mı yoksa hakikat mi olduğunu da bilmiyordu, sadece ucu bucağı olmayan bir merak duygusuna teslim etmek istiyordu kendisini. Öyle de yaptı.
-Evet genç dostum, ben Misak Manuşyan. Ben bir marangozum, bir torna ustasıyım sonra, heykeltıraşlara modellik yaptığım da olmuştur. Ama ben bir şairim dostum, hepsinden de önemlisi devrimci bir işçiyim!
-Ne anlatacaksın bana, merakla seni dinliyorum.
-Merak etme anlatacağım uzun uzun. Senden sadece iki şey istiyorum. Birincisi dinle beni, dikkatlice, hayatının en önemli olaylarından birine tanıklık edercesine dinle. İkincisi yaz beni, anlat, onlarcasına anlat önce, yüzlere, binlere, milyonlara daha sonra.
Aklı karışmıştı Arif’in ama önce bir dinlemek gerekiyor diye düşündü. Uysal bir köpek gibi karşısındaki adam ne derse yapmaya hazırdı zaten. “Peki” dedi, “Anlat söz sana benden! Dinleyeceğim ve anlatacağım.”
-Ben Misak Manuşyan. 1906 yılında Adıyaman’ın Keysun (Çakırhöyük) isimli yoksul bir köyünde geldim dünyaya. Her insan gibi benim de anam ve babam vardı. Üç kardeştik; iki abim ve ben. Ermenilerin ve Kürtlerin birlikte yaşadığı bir yerdi köyümüz. Cihan Harbine kadar sorunsuzca yaşamıştık birlikte. Hani derler ya “kanın kanıma karışmış!” İşte öyleydik Kürtlerle.
En küçük olduğumdan olsa gerek çok yaramaz bir çocuktum. Çok dayağını yedim bu sebepten anamın, haklıydı da genelde. Bir gün hiç unutmam kazanlar kurulmuş, ateşler yakılmış çamaşır yıkanıyor. Ben daha yedi-sekiz yaşındayım. Bir avuç taşı aldım kaynayan çamaşır kazanının içine attım. Anamın beni tokaçla bir kovalayışı var, yakalasa parçalayacak ama yakalayamıyor. Bizim tarlanın sonuna doğru koşuyorum hızlıca, yetişemiyor da bana. “Dünyanın bittiği yere kadar kovalarım seni eşek sıpası! Kaçma gel buraya!” diye bağırınca birden durdum. Bu onun beni kovalamaktaki ısrarcılığını gösteriyordu, daha da önemlisi benim için dünyanın bittiği yer bizim tarlanın ucuydu, daha ötesi yoktu benim için, nereye kaçabilirdim ki dünyanın ucundan, o köşede bitiyordu, başka yere kaçamazdım. Bu çocukluk aptallığımın bedeli olarak, yakalanıp anamdan yedim dayağı yemesine de sonrasında anam da çizemedi nerede duracağımın sınırını. Dünyanın yarısını dolaşmak zorunda kaldım ilerleyen yıllarımda. Derler ya “dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririm sana”, gösterdiler bana işte.
Babam Kevork taş ustasıydı abim Muşeg ile birlikte. Civarda neresi olursa olsun duvar örmeye, daha çok da han inşa etmeye giderlerdi. Çok fazla zaman geçirmedim ikisiyle de. İkisi de özlemin kanlı canlı haliydi benim için, hayatım boyunca. Özlemeyi ilk onlarda öğrenmiştim. Belki de bu kadar yaramaz bir çocuk oluşumun nedeni de bu özlemin çocukça bir dışavurumuydu. İkisi de çok çalışkandı ve çok güvenilirdi, öyle ki başka şehirlerden babamlara duvar ördürmeye teklif getirirdi kâhyalar. Onlarca Türkmenin, Kürdün evinin duvarını babam ve abim elleriyle örmüştü.
Sonra bir gün köye geldi babamlar, hiç gitmeyecekmiş gibi geldiler hem de. Ben çok mutlu olmuştum ama evdeki herkes kaygılı ve hüzünlüydü. Çok sonradan öğrendim, haberler gelirmiş meğer Urfa’dan, Antep’ten, Mardin’den… Çeteler köy basmalara başlamışlar, önce Osmanlı askeri gelip silahları toplamaya başlamış zaten tüm Ermeni köylerinden, bu çeteler ise kırımlara girişmişler topluca. Ne de olsa Cihan Harbi de başlamıştı! Bir yandan çeteler, bir yandan Osmanlı askeri kan kusturmaya başlamış Ermeni köylerinde. Sıranın bizim köye gelmesinden korkuyordu herkes. Şimdi de durumlarını yazmayı düşündüğün Suriyeli göçmenler aynısını yaşıyor değil mi? IŞİD bir yandan, Suriye ordusu bir yandan, TC bir yandan, ABD bir yandan, Rusya bir yandan bomba olup düşüyor insanların ocaklarına!
Sonunda bizim köye de geldiler. Kadınlar ve biz çocuklar evlere kaçıştık. Dama çıktım izlemek için, köyün meydanı görünürdü bizim damdan. Atlı, silahlı, kaba-saba bir sürü adam vardı köy meydanında, birkaçını da tanıyordum, köylümüzdü. “Ermeniler! Bitti artık bu topraklarda refah içinde yaşadığınız günler, artık kâfirlere hilafet sancağı altında yaşam hakkı yok! Burası artık sizin memleketiniz değil. Hiçbir Gâvura müsamaha yok bundan gayrı. Gidin çoluğunuzla çocuğunuzla vedalaşın, gün batımında yola çıkacaksınız. Karşı çıkanlar karılarının eteklerine de saklansa elimizden kurtulamayacak. Canını azıcık düşünen, çoluğunu çocuğunu azıcık düşünen gün batımına meydanda olur.” Nasıl karşı çıkacaklardı ki? Silah yok, hazırlık yok, öyle biçare evine girdi bütün erkekler. Osmanlı egemenleri Türk esaslı bir ulus-devlet yaratıyorlardı, açılış töreninin kurbanı da biz Ermenilerdik, yüz binleri yok etmek gerekecekti bunun için. Öyle de oldu. Çocuk aklımla toprak damda bulduğum birkaç taşı fırlattım üzerlerine ama yetiştiremedim.
Köyün ileri gelenlerinden birkaç Kürt ihtiyar ikna etmeye çalışsa da kararlıydı çeteler. Bir Kürt ihtiyarın kızgın bir biçimde “Kurêmin! Dewletbi ker be jixwe le meke! (Oğlum! Devlet eşek de olsa binme!) Sibêwerin, em tengahiyê me bibinin! (Yarın gelir bizi bulur bu zulüm!)” diye çetedeki yeğenine hiddetle bağırışını dün gibi hatırlarım. Dinlemediler! Feryatlarımız, ağıtlarımız, yalvarışlarımız yeri göğü sarsıyordu ama bu silahlı haydutlar Nuh diyor peygamber demiyordu. Öylece aldılar onları bizden. Çok sonra öğrendim ki hepsini Birecik’te kurbanlık koyun gibi kesip Fırat’a atmışlar. Günlerce kan akmış Fırat’ın suyu. Sonradan öğrenecektim, bu yaşadığımız, aslında çok büyük bir soykırımın küçücük bir sahnesiymiş.
Onlardan geriye yoksunluk ve yoksulluk kaldı payımıza. Ermeniler terk ediyordu birer birer köyü, bir biz kalmıştık geride. Nereye gidecektik? Toplu iğne ucu kadar umut görünseydi ufukta, bir dakika durmaz giderdik. Kaldık, mecburen kaldık, başka çaremiz olmadığından, yokluktan kaldık. Anam yaşlı ineğimizden süt sağar, yoğurt mayalar, peynir yapar; Garabet abim de onları satardı köy köy gezip. Tek sermayemizdi bu yaşlı inek. Bir sabah uyandık ki bizim dört memeli fabrika nalları dikmiş! Tek geçim kaynağımız, tek sermayemiz yoktu artık. Anam katledilen kocasının ve oğlunun yasını tutamadan bizim derdimize düşmüş, ailenin kalanlarını ayakta tutabilmek için çalışıp didinmişti. Ama inek de ölünce bu acımasız yaşama havlu attı artık. O ineğin ölümüyle idrak etti kocasının, oğlunun, binlerin, on binlerin kırılışını. Bütün ölülerinin yasını bu inekle birlikte tuttu adeta. O kadar acı çekiyordu ki elinden gelse nefesini tutarak öldürecekti kendisini, öyle bıkmıştı artık yaşamaktan. Çok da dayanamadı zaten iki ay sonra da o öldü. Öyle severdim ki anamı, her ananın sevilmesi gerektiği gibi severdim, her evladın hayran olduğu gibi hayrandım anama. Gözlerini yıllarca sevdiğim kadınlarda aradım. Ondan bana geri dönüşü olmayan upuzun bir hasret kalmıştı geriye. Şimdi hem yetim hem de öksüzdük. Anamın ölümüne mi ağlayayım, çaresizliğimize mi yanayım bilememiştim. Koçer derler Kürt göçebelere, Halim Ağa da koçerdi. Bir sabah hayvanlarıyla birlikte geldi evimizin önüne, köylü bir ihtiyarla. İhtiyar “onlara babalık edeceksen al bu ev senin olsun” dedi. Geldi yerleşti Halim Ağa evimize. Babalık etti mi bilmem ama eşi Gülistan, anamızın yerini doldurdu kısa zamanda. Onun oğlu yoktu, bizim de anamız… Birbirimize sevgiden harç karıp hayatlarımızın boşluklarını yamadık onunla. On yaşında ikinci anamla tanışmış oldum. Her kula nasip olmaz bir şanstı benimki!
Gündüzleri Halim Ağanın hayvanlarını güdüyor, akşamları ise Gülistan’ın sıcacık hikâyeleriyle avunup, şefkat dolu baş okşama seanslarıyla uykuya dalıyordum. Öyle seviyordum ki Gülistan’ı, öz anamdan hiçbir farkı yoktu.
Bir sene sonra bir sabah vakti üç atlı geldi köye. Tıpkı o çeteler gibi köyün meydanında durdular. Ancak Halim Ağa muhabbetle karşıladı atlıları. Garabet abimle beni çağırdı daha sonra Halim Ağa, gittik mecburen. Biri Besni imamıymış, ikincisini hemen tanımıştım tipinden, o Katolik kilisesi rahibiydi; aristokrat tipli olan kumral yakışıklı adam ise Ermeni kilisesi temsilcisiymiş. Köy köy gezip sahipsiz Ermeni çocukları topluyorlarmış. Ermeni çocuklarına sahip çıkıp, hem Müslümanlaşmasını önlemek hem de onlara daha iyi hayat koşulları sunmak istiyorlarmış. Sana şöyle diyeyim Arif; ikinci anam Gülistan’dan ayırmasalar da Müslüman olsam diye çok geçirdim içimden. İnsan en kolay kendini kandırır, hele ki çocuk yaştayken, bizim kuşağın kendini kandırma fırsatını aldılar ellerinden. Çünkü efendilerin bambaşka hesapları vardı!
İmam, Halim Ağanın eline bir avuç para sıkıştırdı, Halim Ağa da bu durumdan memnundu ki Gülistan anama “Hazırla!” dedi. Gülistan kabul etmedi önce, tıpkı benim damdan çetelere taş atışım gibi başkaldırıyordu Halim Ağaya. “Alamazsınız onları benden, benim çocuklarım onlar! Halim, zalım Halim, seni ölene kadar affetmem haberin olsun!” Ama çaresizdi işte o da benim gibi, attığım taşlar nasıl ulaşmadıysa çetelerin o hoyrat bedenine, Gülistan’ın isyan dolu, öfke dolu sözleri de yetişmiyordu Halim Ağanın taş kalbine. “Elveda Gülistan Ana! Sevdim kız seni, anam gibi sevdim hem de.” Ağlaşarak, uzun uzun sarılarak, zar zor ayrıldık Gülistan Anamdan. İkinci anamla da yollarımız böyle ayrıldı, bir daha kavuşamamacasına.
Nereye gittiğimizle ilgili hiçbir fikrimiz yoktu. Garabet abim beni cesaretlendirmeye çalışıyordu ama o da çok korkuyordu. Besni’ye geldik önce. “Dünyanın bittiği yer bizim tarlanın köşesi değilmiş meğer” diye düşündüm. İlk kez bir şehir görüyorduk, ekmek evde yapılmıyor, fırınlardan alınıyordu. Berber vardı saç kesmek için, koyun kırpma makaslarının yerine. Tarlada yetiştirmek zorunda olduğumuz her şey, ağaçlardaki meyveler de dâhil, manavda satılıyordu. Öyle şaşırmıştım ki, dünyanın merkezi Besni herhalde diye geçiyordu içimden. Hele o Ermeni temsilci bizi kasaba sokup “bize bir tepsi pirzola hazırla” dediğindeki şaşkınlığımızı hiç unutmam. Hayvancılık köyün en güçlü geçim kaynağıydı ama pirzola denen şeyi ilk defa duyuyordum. Kasabın dense ile eti hızlıca dövüşünü hayretle izlemiştim. İlk kez evin dışında bir yerde yemek yiyecektik. Pirzolalar dizildi tepsiye, üstü bembeyaz kuyruk yağıyla kaplandı, altında etler görünmüyordu, kar yağmıştı sanki etlerin üstüne, fırına gittik sonra pişirmesi için. Hayatımda yediğim en lezzetli etti, yıllar sonra şarapla marine edilmiş antrikotlar, dünyanın en lezzetli soslarına bulanmış biftekler hatta pirzolalar yedim çeşit çeşit ama o lezzeti ömrüm boyunca tadamadım tekrar.
Babam ve abimi kılıçtan geçirdikleri Birecik’ten geçtik. Sanki bir kent değil de insan mezbahasıydı benim için, öyle hissediyordum. Sanki hâlâ Fırat kan akıyordu. Garabet abimin omuzuna yasladım başımı ve hıçkıra hıçkıra öyle ağladım ki, bütün çocuklar eşlik etti ağlayışıma uzun uzun. Hepsinin bir yarası, kesiği vardı burada, öyle sessizce akıp gitmişti sevdiklerinin kanı bu nehirden. Ya abisinin ya babasının ya da tüm ailesinin kanı karışmıştı Fırat’a.
Akşam karanlığında Urfa’ya vardık. “İşte yeni eviniz burası!” dedi Rahip. İçeri çekinerek girdik, bizim gibi onlarca çocuk vardı içeride. İlk orada anlamıştım ki, bu savaşın, bu kırımın binlerce, milyonlarca mağduru vardı. Bunların başında da payına en büyük acıların düştüğü halklardan biz Ermeniler geliyorduk. Bütün o çocuklar bizim gibiydi yetim ve öksüz. İlk kez millet kavramı girmişti hayatıma. Evet ben bir Ermeniydim artık ve bunu acıyla yoğrularak öğrenmiştim. Egemenler bize bunu topla, tüfekle, kılıçla, kanla yani zorla öğretmişti. Ancak hiçbirimiz milliyetçilik zehrinden içmedik, yaşadığımız acılar nedeniyle bu zehre karşı bağışıklık kazanmıştık. Yatağımıza götürdü bizi öğretmenler. Garabet abimle bir ranzayı paylaştık, ben üstte yatmak istedim, o da kabul etti. Küçücüktüm ve hayat beni var gücüyle savuruyordu oradan oraya.
On bir yaşındaydım, okuma yazmayı öğrendim o yurtta, bir de dostluğu, dostlarına sırtını dayamayı... Zalim bir müdürümüz vardı. Adamın ruhundan sevgiyi söküp almışlardı sanki, öyle acımasızdı. Onun şerrinden korunabilmenin tek yolu dostça dayanışmak, birbirimizin açığını kapatmaktı. Ancak o şekilde yaşanır kılıyorduk yurt hayatını. Bir nefretten onlarca sevgi üretiyorduk. Yaşamım boyunca, edindiğim bu hüner sayesinde mutlu olabileceğimi o zamanlar hiç bilmiyordum. Nefretten sevgi üreterek inşa etmektir zaten dünyayı değiştirmek Arif, iyi bilirsin bunu! Bizden büyükler için çok daha zordu Urfa’daki yurdumuz. Kızlar Fransız ve Osmanlı askerlerinin, Kürt çetelerin şehvetini doyurmak için genelevlere satılırken, erkekler pis işler için yetiştirilmek üzere satılıyordu. Kimisi hırsız, kimisi katil oluyor, kimisi de pezevengi oluyordu Ermeni kızlarının. Zaten artık Cihan Harbi de bitmeye yüz tutmuştu ve yeni efendilerin deyimiyle “Misak-ı Milli” sınırları içerisinde istenmiyorduk. İlk kapatılan yurt bizimki oldu. Genç kızların ve erkeklerin yaşamın en dibine çekilmesine önlem almak isteyen Ermeni cemaati, yurdu kapatıp bizi Suriye’ye götürdü. Cünye’de bir yurda yerleştirdiler bizi.
Uzunca bir süre huzurlu bir şekilde yaşayabildiğimiz çok nadir bir yerdi Suriye’deki o yurt. Araplar biz Ermenilere çok sıcak ve içten davranıyordu. Öyle ki, hayatımda ilk defa güvenle dışarıya çıkıyordum. Milliyetçiliğin henüz zehirleyemediği topraklardı o zamanlar Suriye. Arap bir hızardan marangozluğu öğrendim. Çok sıcak, çok içten bir adamdı, beni hem çok sever hem de çok güvenirdi. “İsa peygamber de marangozdu, umarım kavmine İsalık edersin” demişti bana marangoz olduğuma kanaat getirdiği ilk gün. Nasıl gururlanmıştım anlatamam sana.
Küçük sevimli bir çocuk
Gece boyu hayalini kurdu
Yapacağı gül demetlerinin
Tatlı şafak vakti erguvanî (1918)
Arif; ilk şiirimdi bu, daha on iki yaşımdayım, hayal kurmak öylesine güzel ve öylesine ciddi bir işti ki benim için, çiçekler açardı içimde her seferinde. Ölüm anıma kadar, hep çiçekler açtı içimde, güller, nergisler, papatyalar… Birazdan anlattığımda da anlayacaksın; pespembe erguvanlarla döşeli bir yolun yolculuğuydu yaşamımın bundan sonrası bence, sonuna kadar, her şeye rağmen. Bütün zorluklara, onca acıya ve yokluğa rağmen o kadar güzel ve tılsımlıydı ki hayat, bunun her zaman değerini bilerek yaşadım.
Cünye’deki yurtta tanıştım edebiyatla. Kütüphanedeki bütün kitapları okumuştum neredeyse, bir yandan şiirler yazıyordum, bir yandan da roman incelemeleri, eleştiriler not alıyordum. Öyle güçlü bir tutkuydu ki benim için, yaşamımın sonuna kadar hiç bağımı koparmadım edebiyatla. Ruhumu inceltiyordum, hislerimi, coşkularımı çoğaltıyordum bu sayede.
Garabet abim hep hassas ve zayıftı, vücudunu parazitler kaplamıştı, Cünye’deki yurtla ilgili tek acılı hikâyem Garabet abimin hastalıkla boğuştuğu dönemlerdir. Gecelerce dinmeyen ateş, çıbanlar ve acı inlemeler! İyileşti sonra, geçmişten kalan, yaşadığımı bilen tek tanığım sağ salimdi artık. Ama hep kırılgan, hep hassastı Garabet abim! Kaldıramıyordu yaşadıklarımızı. Sırtında tonlarca yük taşıyormuşçasına kahrediciydi yaşam onun için. Bizim gibi gülmeyi, eğlenmeyi, sevmeyi beceremedi bir türlü. Hep kahır, hep hüzündü yaşam onun için, bu ruh hali bedenini de hastalıklara sürüklüyordu. Hepimiz grip olur, bir haftada atlatırdık ama Garabet abim aylarca çekerdi vücuduna yapışan virüsün sancısını. Garabet abim yaşamaktan vazgeçmişti aslında ama ben bilmiyordum henüz bunu.
Ben on dokuz, Garabet abim de yirmi bir yaşına geldiğinde artık yurttan ayrılmamız gerekiyordu. Bizi hayata hazırlayan bu geçmişimiz artık geride bir anı olarak kalmak zorundaydı. Önümüzde çeşitli seçenekler vardı ama Marseille (Marsilya) bizim için en iyi seçenekti. Birincisi liman kentiydi ve iş bulmak kolaydı, ikincisi de ben bir marangozdum ve tekne tamir ederek geçinme işlerini kolayca halledebilirdim. Ayrıca Fransa’da pek çok Ermeni vardı ve bir kısmını da tanıyorduk. En önemlisi de Robespierre’lerin, Danton’ların ülkesinde bambaşka bir hayatımız olabilirdi diye düşündüm. Haklı da çıktım aslında.
Marsilya gemisine bindik Garabet abimle, ikimiz de geminin hem yolcusu hem de tayfasıydık. Gemide yeni yaşamıma şu şiiri yazarak merhaba demiştim;
Serilmiş gece sessiz sedasız etekleriyle
Güneş sarhoşu Akdeniz’in çıplak beline
Mabedi örten kubbe misali yıldızlı sema
Sarmış denizi ufuktan öte sonsuzluğuyla
Arkamda kaldı doğayla besli çocuk yaşlarım
Ve sefaletle, yoklukla dolu yetim günlerim
Delikanlıyım sarhoştur başım defter kitapla
Olgunlaşmaya gidiyorum ben hayat yoluna
Arzularım sonsuz, şu deniz gibi uçsuz bucaksız
Tarifsiz hem de sihri misali şu karanlığın
Bilgelik nuru sanat şarabı içmektir meramım
Ve hak etmektir yaşam kavgasından çelenkler eşsiz. (1925)
Haftalar sonra inebildik gemiden. Tahmin ettiğimiz gibi hemen iş bulabilmiştik. İkimiz de marangozluk yapıyorduk ama ben hiç memnun değildim bu işten ve bu şehirden. Sanki başka yerde bambaşka bir hayat vardı ve ben burada, bu sahil kentinde kalmakta ısrar ederek o hayatı es geçiyordum. Hem artık tahta görmek istemeyecek kadar da bıkmıştım marangozluktan. Dünyanın kültür merkezi, sanatın, edebiyatın ve en önemlisi devrimlerin şehri Paris’e gitmek istiyordum. 1927 yılında gittik Paris’e. Citroen fabrikasında işe başlamıştım, romanlarını okuduğum işçilerden biriydim ve yüzlercesiyle de birlikte çalışıyordum artık, “benim gibileri” bulmuştum bir kez daha. Bir kez daha dostluğu, dayanışmayı ve mücadeleyi örgütlü politik bir bilinçle öğreniyordum, makine gürültüleri arasında. Benim gibi edebiyat tutkunu bir Ermeni olan şair dostum Sêma’ya yazdığım mektuplarda artık bu yeni hayatımda benim gibilerin hikâyelerini yazmak için nasıl da bitmek bilmez bir coşku duyduğumu vurguluyordum hep. Bir yandan sendikada örgütlenmiş, bir yandan da MOİ’ye (Göçmen İşçi Gücü) katılmıştım. Mücadele, hayatımın bütün boşluklarını doldurmaya başlamıştı.
Garabet abimin Paris’teki son günleri acı içinde, hastalıkla kıvranarak geçti. Bağışıklık sistemi çökmüş ve vücudunu enfeksiyon kaplamıştı. Çok dayanamadı kederli bedeni, hayatımın tek tanığı, tek akrabam, en iyi arkadaşım bir gece vakti yumdu gözlerini bir daha açmamacasına. O kadar çok sarstı ki beni Garabet abimin ölümü, ben de bütün ölülerimin, bütün kayıplarımın ağıtını onun arkasından yaktım, tüm geçmişimin yasını tuttum onunla. Koca bir aile, koca bir halktan geriye birkaç dost kalmıştı, sadece benim için.
1929’a kadar Citroen fabrikasında torna ustası olarak çalışmaya devam ettim. İnsanların akıl sınırlarını zorlayan, anlamalarını zorlaştıran bir krizle sarsılmaya başlamıştı tüm dünya. Kapkaranlık, zorlu ve dağ gibi irade isteyen günlerin başlangıcıydı 1929 yılı. Kapitalizmin bu buhranı atlatabilmesi için 70 milyon insanın ölmesi gerekecekti.
Her şey tüm dünyada birden bire yıkılıvermişti. Bankalar, fabrikalar batmış, tarlalardan mahsul toplanamaz, ekin ekilemez olmuştu. Fransa o dönemde altın rezervinin en fazla olduğu ikinci ülke olmasına rağmen yakasını kurtaramamıştı bu büyük buhrandan. Koca bir sistem çatırdayarak, büyük bir gürültüyle üstümüze çöküyordu. Tabii ki krizin faturası yoksullara, biz işçilere çıkarılacaktı. Büyük bir işten çıkarma dalgası vurdu bütün fabrikaları. İşçiler evlerini birleştirdiler önce, çalışanlar, işsiz arkadaşlarına bakmaya çalışıyordu ama bu bile çok mümkün değildi. Evlerin odaları kiralanmaya başlandı. Küçücük evlerde 10-15 kişi kalmak zorundaydık. Sonra yemek bulunamaz oldu, saatlerce beklenen kuyruklarda bayat bir ekmek parçası kapabilen şanslıydı. Uzun çorba kuyruklarında yüzlerce insan saatlerce bekliyordu. Bir tane uzun saçlı kadın göremezdin meselâ o buhran döneminde, saç uzatmak ve uzun saçları temiz tutmak, hatta haftada bir banyo yapmak bile lükstü artık. Kıyafetlerimiz üzerimizde soluyor, parçalanıyordu. Yenisini almak imkânsızdı. Fabrikatörler, bankerler, spekülatörler için ise hayat tüm güzelliğiyle akıyordu. Aynı gemideydik bu aşağılıklarla ama nasılsa, öyle diyorlardı bizlere.
Ben de bir işçi evinin tek göz bir odasında yaşıyordum. Buhran patlar patlamaz ilk önce göçmen işçileri koydular kapının önüne. Citroen fabrikasındaki işçiliğim bu dönemde birçok göçmen arkadaşımla birlikte sona ermişti ama bu sayede daha aktif çalışmalara başlayabilmiştim MOİ’de. Göçmen işçilerin sendikal faaliyetlerinde ve özel yaşamlarında aktif ve güçlü bir yeri vardı MOİ’nin.
Çocukluktan beri yokluğa idmanlı olduğumdan daha az sarsıntılarla atlattım bu dönemi. Montparnasse ve Quartier Latin gibi sanat camiasının yoğun olduğu yerlere sık gidip gelmeye başlamıştım. Heykeltıraşlara modellik yapıyordum buralarda artık. Geçimimi bu sayede sağlayabiliyordum. Sêma ile Çank (Çaba) adında bir edebiyat dergisi çıkarıyorduk ayrıca. Ermeni edebiyatından onlarca eseri derleyip yayınlamıştık o dönemlerde. Tek besin kaynağımız süttü desem abartmış olmam sanırım. Süt ucuzdu ve ulaşılabilirdi, hem matbaada zehirlenmekten korunuyorduk hem de vücudumuzu dinç tutabiliyorduk bu sayede. Sevgili dostum Sêma 1941’de Polonya’da faşizme karşı savaşırken katledilecekti on binlerce Polonyalı yoldaşıyla birlikte.
Toplumun katı biçimde içinde bulunduğu bu karanlık girdap, bende güçlü bir biçimde hayatı değiştirmek gerektiği fikrini uyandırdı. Bu aşağılık sistemin savaşlarının da krizlerinin de kurbanları olmamalıydık. Ancak bunun için sadece edebiyat yeterli bir alan değildi benim için. Edebiyat ve felsefe sayesinde dünyayı, toplumu ve hayatı anlıyordum ama onu değiştirmek için bambaşka bir duyguyu bilinçle beslemem ve toplumla ortaklaştırmam gerekiyordu: İsyanı! Citroen fabrikasında sendikal mücadeleyi, MOİ ile de toplumsal mücadeleyi öğrenmiştim ama daha büyük, daha güçlü bir mücadelenin büyütülmesi gerektiğini, dünyanın ancak bu şekilde değiştirilebileceğini fark ediyordum.
Bu itkiyle 1934 yılında Fransız Komünist Partisine üye oldum. O dönemde Fransız Komünist Partisinin (FKP) kurduğu İşçi Üniversitesinde felsefe ve ekonomi-politik dersleri almaya başladım. Artık dünyayı hem daha iyi anlıyordum hem de onu değiştirmek için örgütlü bir şekilde nefes almanın hazzını yaşıyordum. Bir yandan FKP ve MOİ’nin örgütlenme çalışmalarını yürütüyor, bir yandan da Ermeni işçilerden oluşan HOG (Ermenistan’a Yardım Komitesi) içinde faaliyetler yürütüyordum.
Tarihin benzer dönemeçlerinden geçiyoruz Arif. Fakat siz çok daha şanslısınız. Kazanmak için bütün olanaklarınız tarihin, bizim de adlarımızın yazılı olduğu, deneyimlerle dolu sayfalarında ve bugün birikmeye başlayan gücünüzde saklı. Evet daha büyük ve geri dönülemez bir buhranın içindesiniz ama bu aşağılık düzen ihtiyarladı artık. Bastonla, alçıyla, dikişlerle ayakta durabiliyor. Ve siz çok daha güçlüsünüz.
İnsan dünyayı ve kendini kuru bir nefretle, dizginsiz bir öfkeyle değiştiremez genç dostum. Milyonlara karışan sevginiz olmadıkça o nefretin çok bir anlamı da yok. Nefretini de sevgiyle besleyebilmeli insan. Biz Nazilerden ölesiye nefret ederdik ama bu nefretimizi besleyen tek şey insanlığa karşı duyduğumuz engel olunamaz coşkun sevgimizdi. İnsanlığın düşmanı olduğu için ölesiye nefret ediyorduk Nazizmden. O hususu ayrıca anlatacağım sana.
Bir kadını sevdim o yıllarda, Meline ismi! Hayatımın son altı yılını onun varlığıyla süsledim. Mücadeleyle kabarttığım yüreğimde bir boşluk vardı sanki. Şair yüreğim aşk diye feryat eder olmuştu. Gündelik işlerin telaşı içerisinde aşka susuyordum. Bir çıkış, yorgun yüreğimi güçlendirecek bir kadın, beni kendime getirecek bir aşk istiyordum. Çoğu âşık kendini kaybeder aşkı uğruna, ben aşk ile kendimi bulmak istiyordum. Daha öncesinde de hayatıma giren kadınlar olmuştu ama eksikti hep bir şeyler, sevememiştik onlarla birbirimizi. Sonra bir gün HOG’un düzenlediği bir gecede gördüm onu. Gözleri gözlerime değdikçe şiddetli bir deprem oluyordu sanki içimde. Öyle duru, öyle sade bir güzelliği vardı ki, güçlü bir mıknatıs gibi kendine doğru çekiyordu kılıç gibi keskin hislerimi. O gün dostum Arpen Tavityan’a söylemiştim: “Hayatımın doğru kadını şu an karşı masada oturuyor.” Arpen tanıyordu, adı Meline idi. Kırım onu da İstanbul’dan savura savura atmıştı buralara. Yetimdi o da göçmen Ermenilerin çoğu gibi. Yurtlarda büyümüştü yine çoğumuz gibi. Entelektüel bir aileden geliyordu. Babası İstanbul’da postane müdürüymüş. 1915 Kırımında hem annesini hem de babasını kaybetmiş. Çok güzel tambur çalar, Ermeni ezgileri söylermiş. Dostum Arpen’in verdiği bilgiler beni daha fazla heyecanlandırmıştı. Kararlıydım, gidip tanışacaktım onunla. Öyle kadınlarla iletişim kurmakta çok sıkıntı yaşayan bir adam değildim ama bir türlü yaklaşamıyordum yanına. Dansa kaldırmaya karar verdim onu. Nasıl yaptım bilmiyorum resmen koşarak gittim yanına: “Benimle dans eder misin?” “Evet!” Dans ediyorduk, gözlerinin derinliklerine dalıyordum dans ettikçe. Ancak dans esnasında heyecandan defalarca ayağına basmıştım. Ah bu lanet sakarlığım! Yine başıma iş açmıştı. Ben ayağına bastıkça öfkesi katmerleniyordu, o öfkelendikçe ben daha çok sakarlaşıyordum. Çok kızdı, çok üzüldü, öyle ki eve gidene kadar eşlik etme teklifimi bile şiddetle reddetti. Anlamamıştım neden bu kadar kızdığını. Çok sonradan söyledi bana, meğerse tüm aylığını o gecede giyeceği elbisesine ve ayakkabısına harcamış. Bir aylık emeğinin üzerine basıp durmuştum ben de.
Aradan aylar geçti ve HOG kongresinde gördüm tekrar onu. Gidip ona duygularımdan bahsettim. Bu geçen aylar içerisinde aklımda ve yüreğimde öyle besleyip büyütmüştüm ki onu, kasabın dense ile eti dövdüğü gibi döverek yumuşatıyordu ruhumu çoğalan sevgisi. Oralı olmadı ama nazik bir kadındı da, kırmadı beni. Ben de hemen pes edecek biri değildim. Sevenin yüreği her zaman sevileninkinden daha zengindir ne de olsa! HOG’un merkez komitesi seçilecekti. Gizli oylama sonucunda ben de, o da komiteye seçilmiştik. Çok mutlu olmuştum onun da komiteye seçilmesine çünkü bu sayede onu çok daha fazla görebilecektim. Tesadüf bu ya ben sekreter olarak görevlendirildim, o ise tüm yazışmaları daktilo etmek ve belgeleri teksir makinesinde basmakla görevlendirildi. Hayat bana doğru sürüklüyordu Meline’yi ve ben çok memnundum hayatın bana tanıdığı bu nadir ayrıcalıktan dolayı.
Artık aynı odada çalışıyorduk ve ben her gün onu görme şansına sahiptim. Göz teması kurma çabalarımın boşa olduğunu kısa zamanda anlamıştım. Ayrıca onu görünce hem sakarlaşıyor hem de saçmalıyordum adeta. Yıllarını kelimelerle iç içe geçirmiş olan şair Manuş, Meline’nin karşısına geçince onlarca kelime söylüyordu ama bunların hiçbiri düzgün bir şekilde bir araya gelip cümle olamıyordu. Sürekli kendimi anlatmak istiyordum ona ve bu her defasında saçma sapan bir şekle bürünüyordu. Aşkım trajikomik bir hale dönüşmek üzereydi. Gündüz Meline’yi kazanmak için ne yaptıysam akşam o yaptığım, söylediğim her şeyi zihnimde sorguya çekiyor ve kendimi acımasızca hırpalıyordum. Artık bu işi bir biçime sokma zamanı gelmişti. Bir gün acemi bir çapkın gibi sokularak yanına “sana sevdiğim kızın fotoğrafını göstereyim mi?” dedim. Bir şair olarak ne kadar ucuz bir numaraydı, sonrasında ne de çok utanmıştım. “Göster bakalım.” Cebimdeki aynayı çıkarıp avucuna bıraktım. Açtı aynanın kapağını ve o anda bu ucuz numaraya şair ruhumu katma şansı geçti elime. “Gözlerine iyi bak sevdiğim kızın, annemin gözlerine çok benziyor, hayattaki en değerli varlığım olan kadının gözlerine.” Gülümsedi, tuttu elimi, bir daha da hiç bırakmadı.
Hem sevgilim, hem yoldaşım, hem de dostum olmuştu kısa sürede Meline. Öyle kuvvetli bağlarla bağlanmıştık ki birbirimize, öyle doymak bilmez bir biçimde, öyle kanarak içiyorduk ki sevgi ırmağının suyunu, yüreklerimiz birbirine sıkı sıkıya sarılı atıyordu artık adeta. Artık mücadeleye de birbirine sarılı bu iki yürek akıtacaktı tüm enerjisini olanca gücüyle. Meline ile olan ilişkimiz her zaman ortaklaştırıcı ve toplumsaldı. Bu ilişki ikimiz için de ayrı bir sevinç kaynağı, mücadelemiz içinse yüksek dozda enerji içeriyordu ve bu sonuna kadar da böyle sürecekti.
1922 yılıyla birlikte İtalya’da iktidara gelen, dünya mazlumlarının baş belâsı faşizm, dünyanın dört bir yanında parlamaya başlayan otoriter rejimlerle yeni bir belâ olarak hepimizin hayatlarının bizzat içine doğru ilerliyordu olanca tehditkârlığıyla. Elbette ilk düşmanları biz komünistlerdik. Bu azgın canavar, bu insan öğütücü yaratık İspanya’da ise güçlü bir direnişle karşılaşmıştı. Dünyadaki bütün devrimcilerin baş düşmanıydı artık faşizm ve neredeyse dört koldan onunla mücadele ediyorduk. Uluslararası Tugaylar kurulmuş ve dünyanın dört bir yanından gelen komünistler İspanyol faşizmi ile de kahramanca savaşıyordu. Hepimiz gibi ben de gönüllüydüm insanlığın baş düşmanıyla, umutsuzluk ve yok oluşun aşağılık temsilcileriyle savaşmaya. Uluslararası Tugaylara katılmak için ben de izin istedim örgütümden. Ancak çıkardığımız dergi Zanku’nun işlerinin yürütülmesi ve Fransa’da sınırlı sayıda bir ekiple yürüttüğümüz çalışmalarımız engel oldu gitmeme. Benim Fransa’da kalmamın daha doğru olacağı kanaati bildirildi. Faşizmle savaş şimdilik cephe gerisinde devam edecekti benim için.
Haftalık bir gazetemiz vardı bizim bir de; göçmen işçiler için çıkarıyorduk, ismi Zanku. Zanku’da Arpen Tavityan ve Sêma ile beraber yayın yönetmenliği yapıyorduk. Göçmen işçiliğin tüm can alıcı sorunlarını haberler ve mektuplar halinde yayınlıyorduk. Ayrıca Uluslararası Tugaylardan gelen haberler, mektuplar, yazılar, şiirler yayınlıyorduk. Avrupa’nın dört bir yanındaki göçmen işçilerden fabrikalarındaki hak gasplarına, sendikal mücadeleye, göçmenlikten ötürü toplum içinde yaşadıkları sorunlara dair haber ve mektuplar geliyordu.
Almanya’da daha ürkütücü bir güçle, daha tehditkâr bir gözü dönmüşlükle yükseliyor ve tüm dünyaya korku salıyordu faşizm. Fransa’da, 1936’dan başlayarak antifaşist kongreler ve örgütlenme çalışmaları yoğunlaşmıştı. Faşizme karşı mücadele ivme kazanıyordu. Benim de aktif rol aldığım faşizm karşıtı mücadeleye binlerce göçmen işçi de gönüllü olarak katılıyordu MOİ eliyle. Fransız devrimcileri mücadeleye atılır atılmaz biz göçmen işçileri buldular omuz başlarında. Birlikte kavgaya girişiyorduk faşizm belâsına karşı. Bizler geçmişimizdeki kırım ve yıkımlardan çok acı tecrübeler edinmiştik. Bir Ermeni, bir İtalyan, bir Polonyalı göçmen elbette ki canlı tanığıydı faşizmin kanlı yüzünün. Meselâ Polonya’daki katliamların uluslararası düzeyde kınanacağından çekinen kurmaylarına, “tüm olanlara rağmen bugün Ermenilerin imhasından bahseden kim kaldı ki? Biz gücümüzü hızımızdan ve acımasızlığımızdan alıyoruz. Cengiz Han milyonlarca kadın ve çocuğun ölümüne yol açtı, planlı bir şekilde ve büyük bir mutlulukla... Tarih, onun şahsında sadece bir devlet kurucusunu görüyor. Güçsüz bir Batı Avrupa medeniyetinin benim hakkımda ne diyeceği umurumda bile olmaz. Polonya mevcut nüfusundan arındırılacak ve buraya Almanlar yerleştirilecek. Küçük devletler beni korkutamaz” diye cesaret veren Hitler’den başkası değildi. Faşizmle mücadele, bütün bilinçli göçmen işçilerin zihninde kırıma karşı, ölüme karşı, umutsuzluğa ve çaresizliğe karşı ekmek gibi, su gibi gerçek ve somut bir ihtiyaçtı.
Meline ile o dönemde çok fazla ayrı kalıyorduk ve içimde bir yumruk gibi büyüyen bu hasretlik tek üzüntümdü o yıllarda. Ben Fransa’nın dört bir yanındaki kongre ve çalışmalara katılırken, onun görevleri daha çok Paris’teydi. Özlemin acısını yazdığımız mektuplarla ve ayın birkaç günü bir araya gelebildiğimiz Paris’e dönüşlerimde dindiriyorduk. Bu zamanlarda daha çok Paris çevresindeki ormanlarda dostlarımızla piknik yapıyorduk. Ağız dolusu gülmelerin, samimi sohbetlerin, kol kola yürüyüşlerin olduğu piknikler. Bir de Meline ile sinemaya giderdik fırsat buldukça. Sinema onun için bambaşka bir tutkuydu, ancak gideceğimiz film konusunda pek anlaşamazdık. O daha çok dram ve romantik aşk filmlerini severdi, bense komedi filmlerini. Bir filmi izlerken kahkahalarla gülmek, o kısıtlı zaman diliminde daha az düşünmek demekti benim için. Aslında film izlemekten çok, beynimi dinlendirdiğim bir kahkaha nöbetine giriyordum komedi filmi izlerken, kendimi kahkahalara teslim ediyordum. Ah Meline! Benim sevgi dolu yetimim! Bu durumu iyi bildiği için bir süre sonra film seçme kararını anlayışla bırakırdı bana.
1939’da o “tuhaf savaş” başlayana kadar faşizme karşı bu şekilde yoğun bir hazırlıkla geçti günlerimiz. Fransızların dediği gibi tuhaf bir savaştı gerçekten. Hitler Polonya’yı işgal ettiğinde Fransa ve İngiltere savaş ilan etti Nazi Almanya’sına. Ancak herhangi bir cephede herhangi bir muharebe yaşanmadı, tek bir mermi bile sıkılmadan milliyetçiliğin pompalandığı, kahramanlık palavralarının sıkıldığı bir savaştı ve bu yüzden de tuhaftı. Fransız egemenlerinin savaş bahanesiyle yaptıkları ilk icraat bütün örgütlerimizi feshetmek ve komünistleri tutuklamak oldu. Savaşın daha ikinci gününde parti merkezlerimiz, derneklerimiz, toplantı salonlarımız basıldı ve ben dâhil birçok yoldaşımız tutuklandı. Fransız-Ermeni Halk Birliği adını alan HOG ve MOİ de feshedilmişti ve benim tutuklanma gerekçem de feshedilen her iki örgütte de aktif üye olmamdı. Santê zindanına götürüldüm. Kendimi çok çaresiz hissediyordum hapishanede. Yüz binlerce Ermeninin katledildiği dönemde hiçbir şey yapamayan o küçücük Manuş’un çaresizliğiydi içimde dolanan his. Bundan kurtulmam gerekiyordu. Hapishanenin bulunduğu bölgeden sorumlu albaya bir mektup yazmaya karar verdim. Nazilere karşı verilen savaşın insanlık düşmanlarına karşı verilen bir savaş olduğunu, Fransa’ya ve mensubu bulunduğumuz halklarımıza karşı sorumluluğumuzu yerine getirmek için bu savaşa katılmamız gerektiğini, Nazizmle savaşmak için benim de izin istediğimi yazdım mektupta. Albay kabul etti teklifimi, serbest bırakıldım ve artık bir Fransız askeriydim!
Hitler ile Stalin arasında imzalanan saldırmazlık paktı gereği FKP de dâhil hiçbir Komünist Parti faşizme karşı silahlı bir cephe kurmamıştı. Bu yüzden Fransız ordusuna katılıp faşizmle mücadele etmenin daha doğru olduğunu düşünüyorduk ve FKP’nin itirazına rağmen birçoğumuz bu kararı aldık. Morbihan’daki Colpo kışlasına giderek teslim oldum ancak bu tuhaf savaşta yaptığım tek şey her sabah askerlere jimnastik hareketleri yaptırmak oldu. Bu tuhaf savaşın becerebildiği tek şey Alman faşizmine karşı Fransız milliyetçiliğini yükseltmek oldu. Zafer şarkıları yükseliyor, Almanlara hakaret dolu afişler basılıyor, Beethoven’ın, Bach’ın eserlerinin dinlendiği konserler taşlanıyor, sabote ediliyordu. Egemenler bir insanlık suçuna karşı başka bir insanlık suçunu pompalıyordu. “Siegfried hattına çamaşır asmaya gideceğiz” marşı söyleniyordu sokaklarda.
Ancak 1940 yılından hemen önce Fransız egemenleri altın tepside sundular ülkelerini Hitler’e. Aşağılık bir biçimde tüm Avrupa burjuvazisi Hitler faşizmiyle uzlaştı ve kapılar sonuna kadar açıldı Nazi ordusuna. Burjuvazi faşizmi bağrına basıyordu artık Avrupa’da. Böylece tuhaf savaş bitmişti, terhis edilmem gerekiyordu ama öyle olmadı. Bulunduğum bölüğün tamamını Gnômê-et-Rhône fabrikasına çalışmaya gönderdiler.
Güya hapis değildik fabrikada ama yazılı izin kâğıdımız olmadan dışarı dahi çıkamıyorduk. Nazilerin toplama kamplarında zorla çalıştırılanlardan farkımız yoktu aslında. Nazizmi kanlı canlı yaşıyorduk hem de Fransızların emrinde. Fransız subaylar emrediyordu, zulmediyordu. Günümüz adeta onların nasıl geçmesini arzuladıklarına bağlıydı. Bu katlanılır bir şey değildi. Hem bu zulümden yakamı kurtarmak istiyordum hem de Fransa’yı işgal eden Nazilere karşı yürüyen direnişe katılmak istiyordum. Nazilere karşı direniş, yine biz komünistler tarafından örülüyordu. Benim de bu tarihi anda Paris’te, direnişin kalbinde olmam gerekiyordu. Hiçbir zaman politik mücadeleyi, hele ki faşizme karşı yürütülecek mücadeleyi kenarda-köşede izleyecek bir adam değildim. Üstelik bir de Meline hamileydi ve çocuğumuzu doğurup doğurmama konusunda çok kararsızdı, oysa yetimime bırakabileceğim en değerli miras bir çocuktu. Normal koşullarda o da istiyordu bir çocuğumuzun olmasını ama bütün bu şiddetli belirsizlikler korkutuyordu onu. Çocuğumuzu doğurması konusunda onu ikna etmeliydim ve bunu ancak gözlerine bakarak becerebilirdim. Ermeni dostum Garabedyan’la fabrikada da koğuşta da yan yanaydık. Kaçış planını da birlikte hazırladık. Bisikletle gezintiye çıkmak için izin aldık, dışarı çıkar çıkmaz bizi Paris’e götürecek bir araç bulmalıydık, bulunduğumuz güzergâhtan onlarca kamyon Paris’e gidiyordu. Bir kamyonu durdurduk ama şoförü ikna edemedik, sonra bir kamyon, bir kamyon daha derken iki saat oyalanmışız. Geri dönüş saatimiz yaklaşıyordu, tam o sırada bir kamyonu daha durdurduk ve şoförü bizi Paris’e götürmeye ikna edebildik nasıl olduysa. Verdiğimiz yüklüce paradan çok, yol boyunca sohbet edeceği birilerinin olması ikna etmişti aslında hayat seyrimizin şoförünü. Yol boyunca biz uyuduk, o ise hep konuştu. Ne anlattığına dair ikimizin de en ufak bir fikri yoktu.
Böylelikle Nisan 1941’de tekrar döndüm Paris’e. Fransız egemenleri hiçbir direniş göstermeden kapılarını ardına kadar açmıştı Nazilere ve artık Paris Nazi egemenliği altında inim inim inliyordu. Tutuklamalar, işkenceler, toplama kamplarına ve çalışma kamplarına yollanmalarla karşı karşıya kalan Paris işçilerinin bu gaddarlar ordusuyla, umudun düşmanlarıyla savaşmaktan başka çaresi kalmamıştı.
Hemen MOİ’den ve HOG’dan yoldaşları buldum, amacım bir an önce direnişe katılmaktı. FKP’nin içinde de, diğer komünist örgütlerde olduğu gibi Nazizmle savaşmanın gerekliliğine inanan bir dolu Fransız komünist vardı. Hemen onlarla temaslar kurmak gerekiyordu. MOİ’den yakın dostum Arpen Tavityan ile karşılaştığım gün, direnişin biçim değiştirip, silahlı bir savaşa dönüşeceğini anlamıştım. 1917 devriminde de aktif rol almış Bolşevik Parti üyesi bu canlı tarih, faşizmle mücadelenin artık silahlı bir direnişe dönüşeceğini görüyordu ve çevresindeki tüm devrimcileri hızla bu mücadeleye çekiyordu. Arpen Tavityan bu sayede faşizmin en barbar yüzünü ve onunla ölüm-kalım savaşı vereceğimizi hiçbirimize unutturmamıştı. Zaten kısa bir süre sonra Hitler Sovyetler’i işgale girişmiş ve saldırmazlık paktı anlaşması çökmüştü. Artık tüm Avrupa komünistleri Hitler faşizmine karşı savaşa girişecekti.
Küçük yetimim, Meline’ye de kavuşmuştum bu sayede. Ancak acı bir haberle yarım karşılamıştım bu amansız sevincimi. Meline hamileliğini sonlandırmıştı. Çok istemiştim bir çocuğumuzun olmasını ama o kararını vermişti ve gereğini de yapmıştı. Kızamadım, kızmadım ona! Bu cehennemî ateşin içerisine bir çocukla girmeyi göze alamamıştı sadece. Belki de haklıydı bilemiyorum. Zaten bu bahsi hiç açmadık, üzerine hiç konuşmadık onunla. Meline bir aşkın, hele ki bizim gibi insanların aşklarının toprağına sıkıca sarılan kökün fedakârlık olduğunu her zaman çok iyi bilirdi. Bu kararı da bencilce bir şımarıklıkla değil, benim istememe rağmen ikimiz için, fedakârca almıştı.
Nazilerin SSCB’ye saldırdıkları gün Fransız işbirlikçileri de uzunca ve detaylı bir komünist listesi iliştirmişti faşist yöneticilerin ellerine. Hepimiz ne olduğunu bile anlayamadan Gestapo tarafından kıskıvrak yakalanıp gözaltına alındık. Bir gecede yedi bin kişi gözaltına alınmıştı. Paris’te yakaladıkları tüm dostları Romainville kalesinde toplamışlardı. Oradan dağıtılmıştık ve beni de Compiêgne kampına götürmek üzere attılar bir vagona. Vagonda Fransız dostların yanı sıra eski dostum Doktor Kalciyan’la karşılaştım. Aynı koğuşa alacaklardı hepimizi. Burası bir Nazi kampıydı ve çıplak Nazi zulmüyle ilk burada tanışmıştık. En küçük itirazın bile bedeli dayak ve hücre cezasıydı. Uzun işkencelerden sonra ancak günlerce baygın yatıp kendimize gelebiliyorduk. Koğuşumuzun adını “Entelektüeller Koğuşu” koymuştu Nazi askerleri. Şiirler, marşlar, uzun sohbetler hiç eksik olmuyordu koğuşumuzda zira. Ayrıca koğuşumuzda MOİ sorumlusu olarak ben vardım, Doktor Kalciyan FTPF (Fransız Direnişçileri ve Partizanları Örgütü) sorumlusu idi, Hadj FKP yayın organı Humanitê gazetesinin hukuk danışmanıydı, Boitel, Pitard ve Rolnikas ise Vatansız Yabancılar Birliği yöneticileriydi.
Compiêgne’de isim yoktu. Hepimize birer numara vermişlerdi. Tüm kimliğimiz, kişiliğimiz, karakterimiz bir tek numaraya sıkıştırılmıştı. Benim numaram 351’di. Bir sabah koğuşta Kalciyan’la sohbete daldığım bir sırada tüm koğuşlardan “351! 351! 351!” bağırtıları gelmeye başladı. İlk başta ne olduğunu idrak edemedim. Daha sonra yan koğuştan “351 dışarı bak!” bağırtısını duydum. Koğuşun penceresine tırmanıp dışarı baktığımda onu gördüm. Gözlerime inanamadım! Ah Meline küçük, çılgın yetimim! Bisikletin üzerinden bir yandan el sallıyor, bir yandan 351 diye bağırıyordu. Nasıl da güzeldi, özlem ve mesafe onu daha da güzelleştirmişti. Gördü beni, çok kısa bir süre göz göze gelebildik. Doğrusu onu gördüğüme hiç sevinemedim. Hatta ilk defa ona orada, o çaresizliğin içerisinde kızgınlık hissettim. Kendini nasıl bu kadar sorumsuzca tehlikenin ortasına atardı, nasıl olur da hayatını böyle bir gerekçeyle hiçe sayardı? “Git buradan Meline! Yalvarırım git!” Kaygıyla karışık çığlık atıyordum gitmesi için. Birden makineli tüfeklerden kurşun yağmaya başladı, kamptan Meline’ye doğru. Hızlıca bisikletini sürüp uzaklaşıyordu ama kurşun sesleri kesilmemişti. Pencerenin parmaklıklarından görebildiğim menzilden de çıkmıştı. Saniyeler sonra kurşun sesleri kesildi. Bağırıyordum çaresizce, yan koğuşlardan görebilen var mı diye, ölüm sessizliği derler ya öyle sessizleşti bütün koğuşlar. Saatlerce bekledim ve bağırdım o küçücük, demir parmaklıklı pencereden dışarıya. Meline’nin ölümünü burada, bu çaresiz taş duvarların ortasında kaldıramazdım. Aslında Meline’nin ölümünü hiçbir zaman diliminde ve hiçbir durumda kaldıramazdım. Sonra indim, ranzaya oturdum ve kızgınca, çaresizce ağladım. Bir haber almalıydım, bir haber! Sadece tek bir haberdi istediğim. Ama hiç ses çıkmıyordu Compiêgne’de. Sanki herkes lal olmuştu, ya da o an zaman durmuş, insanlar da donmuştu. Yan koğuşlara bağırıyor, bir tek cevap istiyordum ama gelmiyordu. Akşama doğru koğuşun küçücük sürgüsü açıldı ve bir Nazi askerinin sesi sürgüden içeri yayıldı “351!” Koşarak gittim kapıya. “Merak etme, sevgilin hayatta.” “Nereden biliyorsun?” “Çünkü onu ben yolcu ettim.” Avusturyalıymış, zorunlu askermiş, bir de aşkı bilirmiş, öyle dedi. Bisikletini almış elinden Meline’nin ve duvarın kenarından ana yola çıkana kadar da havaya ateş açmış. Gözden kaybolmuş ve uzaklaşmış. Sevinç, kızgınlık, merak, çaresizlik, isyan... İnsan bu kadar kısa sürede nasıl bunların hepsini hissedebilir? Hissetmiştim ben o gün. Bir Nazi askerine inanamazdım dünyanın başka herhangi bir yerinde ve anında, ama o an ona inanmak zorundaydım. Hem bana yalan söylemesi için hiçbir sebep yoktu.
Fransız istihbaratının Nazilere verdiği listede sadece komünistler yoktu. Bu durum Nazilerin kafasını hayli karıştırmıştı. Öyle ki Bolşeviklere karşı savaşmış Çarlık subayları dahi vardı listede. Bu Fransız istihbaratına olan güveni zedelemişti. Naziler, komünist olmadıklarına kanaat getirdiklerini serbest bırakmaya başladılar. Ben ve Doktor Kalciyan’a da komünist olduğumuz tespit edilemediği gerekçesiyle bir form doldurttular. Formda bir dolu bilgi doldurup, komünist değilim yazan ifadenin altına imza atmamız gerekiyordu. Uzun tartışmalardan sonra karar verdik imzalamaya. Acı çekerek imzalamıştık ve daha fazla mücadele edebilmek için böyle bir karar almıştık. Kısa sürede serbest bıraktılar. Ancak sadece ben ve Doktor Kalciyan sağ çıkabilmiştik “Entelektüeller Koğuşu”ndan. Boitel, Pitard, Rolnikas ve Hadj kısa sürede komünist oldukları belgelendirilebildiği gerekçesiyle kurşuna dizildiler. Dördü de Fransızdı ve dördü de son anlarına kadar faşizme karşı enternasyonal mücadelenin birer parçasıydı. Kurtulamadılar Compiêgne cehenneminden.
Compêigne Kampından çıkar çıkmaz Meline’yi buldum. O da MOİ’nin aktif bir parçası olmuştu. Ancak süreç pasif bir direnişi anlamsızlaştırmış ve silahlı mücadeleyi getirip önümüze koymuştu Tavityan’ın dediği gibi. Hiçbirimiz tereddüt dahi etmeden bu silahlı mücadelenin gönüllü birer militanı olacaktık. Yine söylüyorum Arif, şiddete olan meyil ya da içimizdeki öfke değildi bize bu kararı aldıran şey. Bizler, milyonlarca insanımızı yok eden, bütün dünyanın mazlumlarına korku salan ağzı salyalı zalim bir canavarı alt etmek için sarıldık silaha. Tarlasına dadanan çekirge sürüsünü bertaraf etmek için ilaçlayan çiftçi gibi veya sırtlan sürüsünden yavrularını korumak için saldıran aslan gibi.
MOİ, Fransız Ermeni Halk Birliği (eski HOG) ve FKP’den dostlarla temas kurup direnişe tekrar katılmıştım. Önceleri Ermeni göçmen işçiler içerisinde çalışma yürütüyordum. Arsen Çakaryan ve Arpen Tavityan ile birlikte yürütüyorduk çalışmalarımızı. Bir gün Marcel Rayman ve Calestino Alfonso adında genç iki işçiyle tanıştırdı beni Tavityan. 19 yaşında, cevval ve yürekli bir delikanlıydı Rayman. MOİ’ye bağlı bir birimde direniş için çalışmalar yürütüyordu. “Polonyalıyım. Polonya komünist birliğinin üyesiydik annemle birlikte, Polonya yerle bir edildikten sonra annem tutuklandı, Naziler annemi Auschwitz kampına götürüp öldürdüler.” Çok öfkeliydi, çok da bilgiliydi. Her türlü silahı kullanmasını biliyordu. Ondan öğreneceğim çok şey vardı. Alfonso ise 26 yaşında cesur bir İspanyoldu. Uluslararası Tugaylar’da faşizme karşı savaşmıştı. Franco iktidarı ele geçirince o da Fransa’ya cumhuriyetçilerin bulunduğu Saint Cyprien kampına yerleştirilmişti. Daha sonra kamptan kaçmış ve MOİ’deki faşizm karşıtı çalışmalarımıza katılmıştı. İkisi de cesur, fedakâr ve yiğittiler. İkisiyle de ilerleyen süreçte çok iş yapacaktık.
Çalışmalarımızın olgunlaştığı döneme giriyorduk artık. MOİ’de yönetim kadrosundaydım ve FKP ile tek bağım MOİ’ydi. Ancak biz kendi kararlarımızı FKP’den bağımsız alabiliyorduk ve böylelikle sorun yaşamıyorduk. Bir sabah FKP kadrosu olan Albert ve Patrick beni toplantıya davet ettiler. Fransa’nın birçok bölgesinde Nazilere karşı eylemler düzenleyecek silahlı ekipler oluşturduklarını, benim de MOİ’de örgütlü dostlarımla birlikte, Paris için böyle bir çalışma örgütlememi istediler. Artık Hitler SSCB’ye saldırmıştı ve FKP’ye de silahlı mücadele emri verilmişti. FKP’ye göbekten bağlı kalmamak ve kendi kararlarımızı alma hakkımızı korumak şartıyla kabul ettik direniş hattında bulunmayı. Meline’nin bulunmasını istemiyordum bir de, amacım onu korumak değildi, her zaman bilirdim mücadele içerisinde onu korumaya çalışmanın ne kadar anlamsız ve sığ olacağını. Ama o, karakter olarak böyle bir mücadeleye uygun değildi, naifti, kırılgan ve hassastı. Albert çok diretti nedense Meline’nin de ekipte yer alması için ama en sonunda ikna olmuştu. Ama bir süre sonra Meline de katılacaktı aramıza. Uzun yıllardır birlikte mücadele yürüttüğüm dostlarımla omuz omuza savaşa girişiyorduk. Rayman ve Alfonso hepimize silah ve el bombası kullanmasını öğretti. İngiliz devrimcilerinin yolladığı silahlar da FKP vasıtasıyla elimize ulaşınca Nazi askerlerine yönelik ilk eylemimizi gerçekleştirdik.
Öyle büyük bir hafiflik hissetmiştim ki o günün akşamında, bütün geçmişimin, bütün o acıların intikamını almıştım sanki. Bu bireysel bir intikam değildi elbette, acılı halklarımızın, binlerce mazlum insanımızın intikamıydı. Alman egemenleri 1. Dünya Savaşında Ermenilerin kırımında başroldeydi. Ruslara yardım etme ihtimali bulunan Ermenilerin Osmanlı topraklarından çıkarılması gerekmişti onlara göre. Bunu gönüllü ve seve seve yapacak müttefikleri de Osmanlı’da iktidardaydı ne de olsa. İttihat ve Terakki yönetimi de büyük bir hevesle girişecekti bu katliama. İşte şimdi, tam da bugün, tam da olması gerektiği gibi acılı halklarımızın kanını içen bu aşağılık katillere karşı savaşıyorduk. Gelecek güzel günler için, geçmişteki yaşanan derin acılar için, bu acıların insanlığın acılı tarihinde saklı kalması, bir daha da gün yüzüne çıkmaması için. Her firavunun bir Musa’sı vardı ne de olsa.
MOİ yönetimi çok memnun olmuştu ilk eylemimizden. Hemen yenilerini planlamamız gerekiyordu. Planladık da. Ve planımız yine tıkır tıkır işledi. Artık Nazi askerleri kışlalarından çıkmaya korkuyorlardı. O acımasız ve asık suratlı askerler gitmiş, korkak ve tedirgin şaşkınlar almıştı yerini. Tüm Paris eylemlerimizi konuşuyordu. Zaten kısa sürede de 30’ar kişilik 6 birimden oluşan güçlü bir direniş grubu kurmuştuk, tüm grupların sorumlusu da bendim. Artık adımız Manuşyan grubu olarak biliniyordu. Meline’yi de direniş örgütümüze almıştık artık. Eylemlerimizin raporlarını yazıyordu o da. Biz ise tüm eylemleri Arpen Tavityan, Alfonso ve Rayman’la planlıyor ve denetliyorduk.
Eylemlerimiz ve Manuşyan grubunun gücü arttıkça Siyasi Komiserimiz (FKP temsilcisi) Albert de toplantıları arttırmıştı. Saha Komiseri olarak ben katılıyordum, Siyasi Komiser olarak Albert ve Mühimmat Sorumlusu olarak Patrick katılıyordu bu toplantılara. Patrick hayat dolu ve zeki bir adamdı. Her zaman neşeliydi ve samimiydi, bir gün dahi asık suratlı görmedim onu. Bu yüzden anlar ve severdim onu. Albert ise her zaman insanları irrite edecek bir tutum takınırdı. Senden çok daha iri birinin ceketini giyersin de sırıtır ya, öyleydi işte Albert’in karşıdan görünümü. Kimsenin düşüncesini önemsemez, emir kipiyle konuşmaya bayılırdı. Bizden olmayan, işçileşmemiş bir ruhu vardı. Hem şımarıktı hem de kıymet bilmez bir ukalaydı. İlk iki eylemimizin takdirle karşılandığını belirtti. “Ancak daha sarsıcı, daha ses getirici eylemler planlamalısınız.” Klasik bir şefti Albert, her güzel cümlesinin, her övgüsünün peşine bir “ancak” ya da “ama” iliştirir ve asıl derdini ikinci cümlesinde söylerdi. Albert’i sevmiyordum ve ona saygı duymuyordum ama tarihi rolümüzü oynarken Albert gibi şımarık, züppe bürokratların kişisel hırslarıyla ve yetersizlikleriyle de oyalanamazdık.
Tren yollarını tahrip ederek Nazilere gelecek mühimmatları engelliyorduk bir süredir. Albert bunu da anlamıyor, bize katil topluluğu gibi davranıyor ve daha fazla Nazi askeri öldürmemizi istiyordu. Bir süre kabul etmedik. Çünkü Nazilere gelen mühimmatı kesmek Nazi askeri öldürmekten daha önemliydi o zaman diliminde. Şehir rahat nefes alabiliyordu bu sayede. Bizim de elimiz güçleniyordu. Haftalar sonra tekrar sabotajdan suikasta dönecektik.
Siene Nehri yakınlarında tren garının hemen yanında Nazi subaylarının eğlendiği bir bara yaptığımız bombalı saldırıda yüze yakın Nazi subayını öldürmüştük. Bu eylemimiz Hitler’e kadar ulaşmış ve bizi yakalaması için sadık köpeği General Von Schaumburg’u görevlendirmişti.
Von Schaumburg gelir gelmez tutsak dostlarımızı infazlara başlayacak ve afişler bastırarak infazların haberlerini tüm Paris’i tehdit edecek şekilde bütün sokaklara astıracaktı. Parisliler için azılı bir katildi Von Schaumburg. Bir villada oturuyordu ve villaya saldırmak neredeyse imkânsızdı. Neredeyse bir tabur askerle korunuyordu cesur katilimiz! Ancak her sabah villadan çıkıp Rivelli sokağındaki karargâha gidiyordu. Eylemimizi yol güzergâhında yapacaktık. Rayman ve Alfonso el bombasıyla patlatacaktı arabayı, biz yirmi kişilik ekibimizle onları koruyacaktık. Araç 16. Bölge’de Paul-Doumer caddesine girince herkes yerlerini aldı, Nicolo sokağını dönmek için yavaşlar yavaşlamaz Rayman fişek gibi fırladı köşeden, arabanın kelebek camından içeri bombayı yuvarladı. Von Schaumburg ve koruma subaylarının tamamı ölmüşlerdi. Hoşça kalın Bay Schaumburg, Devrimler şehri Paris’e yine bekleriz! Cehenneminize sevgiler!
Von Schaumburg’un cehennemi boylamasının ardından, kamplardaki infazlar bıçak gibi kesilmişti. Kurşuna dizilecek yüzlerce insanı kurtarmıştık bu sayede.
Son büyük eylemimiz ise 600 bin işçiyi Almanya’ya çalışma kamplarına yollayan STO (Zorunlu Çalışma Hizmeti) yöneticisi General Julius Von Ritter’e gerçekleştirdiğimiz suikasttı. Ritter faşizmin en güçlü ismiydi Paris’te. Bizim içinse en büyük cani! Katıksız bir insanlık düşmanıydı, umudun ve güzel olan her şeyin üzerine çöken kapkara bir buluttu. Toplama kampı deyince ilk akla gelen isimdi. Ayrıca Fransız polis teşkilatının da baş denetmeni olduğundan Fransız polisinin tüm cinayetlerinin de sorumlusuydu. “Ermeniler arî ırktan değildir, o yüzden Yahudilerle aynı muamele yapılmalı” diyen de oydu, taktik olarak Ermenileri Türkler eliyle kıran Alman tekniğini doğru bulup örnek alan da. Bu sebepten onunla şahsi hesabım oluşmuş gibi hissediyordum artık. Ancak bu cani köpek çok daha sıkı korunuyordu ve işi şansa bırakamazdık. Çünkü yüz binlerce işçinin kaderi bu köpeğin elindeydi. Kısa bir zaman sonra tam 1,5 milyon işçiyi çalışma kamplarına sevk etmeye hazırlanıyordu çünkü. Ritter’in düzenlediğimiz silahlı eylem sonucu ölmesinin ardından bizzat Hitler emirler yağdırıp, yakalanmamız noktasında kesin talimatlar vermişti. Radyodan duymuştuk, Ritter için 3 gün yas ilan etmiş ve intikam yemini etmişti.
150 kişilik grubumuzun en büyük eylemlerini bizler gerçekleştiriyorduk. Ancak yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu hissetmeye başlamıştık kısa süre içerisinde. Rayman evinin iki kişi tarafından sürekli gözetlendiğini söylüyordu. Alfonso da, Tavityan da, Olga Bancic ile ben de takip ediliyorduk. Bu işte bir tuhaflık vardı. Hepimizi birden deşifre edebilmeleri mümkün değildi, çok sıkı önlemler almıştık. Hemen Patrick ve Albert’e haber yolladım toplantı için. Yaptığımız en hararetli toplantıydı. “Takip ediliyoruz, bir süre grubun tamamını dağıtmamız ve çıkarabildiğimiz kadarını Paris dışına çıkarmamız lazım.” Albert, beklediğim gibi hemen itiraz etti: “Bu mümkün değil, daha yapılacak çok iş var. Sizler bu işe girerken bu tür riskleri göze alarak girdiniz. Neden korkuyorsunuz şimdi?” O an Albert’i yumruklamak geçti içimden. Döve döve bayıltmak istiyordum onu ama kendime hâkim olmalıydım. Anlayışsız, kaba ve üsttendi her zamanki gibi. “Korkmak mı? Hangimizin korktuğunu düşünüyorsun Albert Efendi? Aptal bir cesarettense, tedbirli olmayı tercih ediyoruz sadece. Bu kadar yaptığımız işten sonra korkaklık, kulaklarımızın duyacağı en son kelime. Ayrıca ben veya yoldaşlarımla ilgili bir daha böyle konuşursan sana başka türlü bir muamele edeceğimi bilmeni isterim. Biz tarihi bir işin içerisindeyiz ve bunun farkındayız. Bize cesaret dersi vermek en son aklınıza gelen şey olsun.” Aslında gerçek korkak kendisiydi, konuşmam ve beden dilimle yüreğine korku salmayı başarmıştım. Yumuşakça bir ses tonu takındı hemen, “lütfen dinle beni. Grubu öylece dağıtmamalısınız. Yarın tekrar toplantı yapacağız. Kesin kararı yarın alalım. Bu hemen alabileceğimiz bir karar değil, üzerine düşünüp öyle karar verelim.”
Toplantıdan sonra Çakaryan, Rayman ve Tavityan’la buluştum. Rayman “polisteki gizli dostlarımızdan biri Albert’in gözaltına alındığı haberini yollamış bize” dedi. “Nasıl olur ben daha az önce görüştüm kendisiyle.” Deneyimli dostum Tavityan hemen anlamıştı, bizi uyardı: “Bizleri deşifre etmesi için yollanmıştır. Artık Albert’e güvenip riske giremeyiz. Hızlıca önlemlerimizi almamız lazım.” Gerçekten de Albert de Patrick de ben ve birkaç arkadaşımızdan başka hiçbirimizi tanımıyordu. Geri kalanıyla ilgili bildiği tek şey raporlama için verilmiş isim ve birer numaraydı. “Olabilir, yarın tekrar görüşeceğiz, o zaman anlaşılır ne döndüğü.”
Akşam beni takip eden iki sivil Gestapoyu atlatıp Meline’nin ablasının evine gittim. Meline ile orada buluştuk. Ona eve bir daha gitmemesini ve artık ben hariç hiç kimseye rapor sunmamasını sıkıca tembihledim. Bir süre Knar Aznavuryan’ın evinde kalmamız daha doğruydu. Ondan ne Gestapo ne de polis şüphelenirdi, kendi halinde bir işçiydi. Sabah erkenden Meline ile çıktık ve Meline’yi Aznavuryan ailesinin yanına yerleştirdim. Daha önce de çok zaman kaldığımız için onlar bize, biz onlara alışkındık.
Toplantıya gittiğimde de toplantı yapacağımız evin karşısında iki sivil polis görmüştüm. Artık iyice emindim Albert’i bizi avlamak için saldıklarına. Patrick’ten ise sadece şüpheleniyordum. Toplantıya grubu dağıtma talimatını vereceğimi bildirmekle başladım. Albert ilginç bir biçimde hiç karşı çıkmadı.
-Ancak bir süre sonra grubu tekrar toplamak gerekecek. Bana 150 kişilik grubun isimlerinin ve adreslerinin yazdığı bir liste vermelisiniz.
-Böyle bir bilgiyi seninle paylaşamam.
-Neden?
-Kuralları biliyorsun, hepimizin bir numarası ve ismi var, bu numaraların, isimlerin kime ait olduğunu ve adresleri bir tek ben bilmekle yükümlüyüm. Hepimizin güvenliği gereği bunu ne seninle ne de FKP’nin herhangi bir organıyla paylaşmamam gerekiyor. Ajanlıkla suçlanmak istemiyorsanız benden böyle bilgileri bir daha istemeyin.”
Çaresiz bir inatla istiyordu listeyi. Vermedim! Patrick’le birlikte çıktık toplantıdan. Şüphelerini anlattı bana, mühimmatın tamamını gömdüğünü, sakladığı yerin sadece kendisi ve bağlı bulunduğu komite tarafından bilindiğini söyledi. O da öğrenmişti Albert’in gözaltına alınıp salıverildiğini. Aslında sonu belliydi bu işin, Albert’in bildiği ya da şüphelendiği tüm isimler için yolun sonuna gelinmişti. Bir an önce Paris’i terk etmek gerekiyordu ama önce güvenli bir şekilde grubun tamamını hızlıca Paris’ten çıkarmak ya da gizlemek gerekiyordu. 150 kişiyi kısa sürede dışarı çıkarmak hiç de kolay olmayacaktı. Hemen Çakaryan, Tavityan, Alfonso, Rayman, Olga Bancic ve Joseph Bozcov’la birer birer buluşup grubun tamamına Paris’ten ayrılma ya da en azından gömülme talimatını iletmelerini istedim. İki gün içinde iki eylem grubu ve beş kişilik küçük bir ekip hariç herkese başarıyla ulaşılmıştı. Bu 5 kişilik ekip ile yarın bir toplantım vardı ve gitmeliydim, aksi halde hainin ben olduğu düşünülebilirdi. Ancak Tavityan, Alfonso, Olga Bancic ve Rayman aynı gün yakalanmışlardı. Ben ise Patrick’le buluşmaya gittim. Bana bir kâğıt uzattı. Uzattığı kâğıtta “Georges” yazıyordu, bu benim MOİ’deki adımdı. Albert gerçek ismimi bilmiyordu. Boyum, görünüşüm, ten rengim, giyim tarzım ve benimle ilgili daha pek çok fiziki ayrıntı ve son olarak da MOİ silahlı örgütü lideri yazıyordu. Artık polis benim örgütün lideri olduğumu öğrenmişti ve yakalanmam an meselesiydi. Patrick sadece benim bilgilerimin değil, başka militanların da isminin olduğunu anlattı. “Albert’in verdiği bilgiler bunlar. 30 kişiyle ilgili bilgi varmış sadece. Bir an önce çıkmamız lazım Paris’ten, hemen yarın!”
Üzerime bir ağırlık çökmüştü, Akşam gizlice Aznavuryanların evine ulaştım. Meline’ye anlatmalıydım olan biteni. “Ne bu halin, yüzün sapsarı!” Anlamıştı hemen tuhaflık olduğunu. Sandalyeye astığım ceketi kaldırmak için aldığında bilgilerimin yazılı olduğu kâğıt yere düştü. Hemen anladı bu bilgilerin Gestapo ve Fransız polisinde olduğunu. “Meline, ben yarın birkaç dostumuzla son bir görüşme yapıp, onları uyarıp Paris’i terk edeceğim. Ama en kısa zamanda görüşeceğiz, seni de yanıma alacağım. Kurtuluşa az zaman kaldığını düşünüyorum. Nazi faşizminden tüm dünyanın kurtulacağı zamanlar yakındır. Ancak bu süre zarfında olur da yakalanırsan hiçbir şeyden haberinin olmadığını, raporları benim talimatımla ve zorla yazdığını söyleyeceksin.” Tek amacım Meline’yi hayatta tutmaktı, o kadar çok ölmüştük ki yaşamımız boyunca, onun benden sonra da yaşamasını çok istiyordum. Sanki bu dünyada yaşadığımın tek canlı tanığıydı Meline. Sıkıca sarıldık birbirimize, Meline ağlıyordu, ben ise onu teskin ediyordum. Eğer Meline ağlamasaydı ben ağlayacaktım hıçkıra hıçkıra ama salmamalıydım içimdeki hüzünlü çocuğu dışarıya. O gece uyudum mu uyumadım mı hiç bilmiyorum. Sabah erkenden kalktım, Meline uyuyordu. “Elveda Meline, elveda benim küçük yetimim!” Usulca saçlarını okşadım, uykusunda onu izlemeyi çok severdim, kısa bir süre sessizce ağlayarak izledim. Artık gitmem gerekiyordu. “Elveda dikenli ömrümün kızıl gülü!”
Haber ulaştırılamayan 5 kişilik ekiple buluşacaktım, bu son görevi yerine getirmeden gitseydim, itirafçı bir hain olarak düşünülebilirdim ve bundan da önemlisi bu beş gencecik, mücadeleci dostumun ölümüne sebep olabilirdim ve bu benim için ölmekten daha korkunç olurdu. Buluşmaya gitmek için metroya bindim. Tam metrodan indiğim ve beni buluşma yerine götürecek arkadaşla buluştuğum anda polis ve Gestapo üzerimize çullandı. Silah çekmemişlerdi, ben de çekmedim. Çok kalabalıklardı zaten. Tüm yakın dostlarım yakalanmıştı ve şimdi de Manuşyan grubunun liderini yakalamışlardı. Albert’i gördüm aralarından, en arkada bir Fransız polisinin arkasına saklanmıştı benimle göz göze gelmemek için, arada kafasını uzatıp bana bakıyordu. Onlarca kişinin arasında ben tektim, ellerim kelepçeliydi ama o hâlâ benden korkuyordu. Güçlü bir inancın, sarsıcı bir kararlılığın karşısında bütün dönekler ve hainler aynı korkuyu yaşarlar. O anda korktuğu iki kişi vardı aslında biri bendim, biri kendisiydi. Benden kurtulacaktı birazdan, peki ya kendisinden nasıl kurtulacaktı? Nasıl başaracaktı aşağılık bir yaratık gibi kendisinden kaça kaça yaşamayı? Aramızda en az 50 metre vardı, göz göze geldiğimiz anda gözlerinin içine bakarak ona doğru tükürdüm, o da gördü ve sanki iki gözüne birden tükürmüşüm gibi önce gözlerini sonra yüzünü sildi, içinde bulunduğu durum bu kadar acınasıydı.
Beni doğrudan dostlarımın yanına Fresnes hapishanesine götürdüler. Günlerdir süren çabalar, ajanlarının sızdırdığı bilgiler sonucunda sadece bizim birimimizden 23 kişiyi yakalayabilmişlerdi. Geriye kalanlarımız hakkında hiçbir bilgi edinememişlerdi. Çok öfkeliydiler ve bizi konuşturmak istiyorlardı. İlk önce hepimizi aynı anda alıyorlardı işkenceye. Ama buna pişman olacaklardı.
Önce hepimizi bayılana kadar dövdüler. Kendimize geldiğimizde ise uzun kalaslara sıkı sıkıya bağlı ama birbirimizi görecek şekilde koca bir salonun ortasında daire şeklinde duruyorduk. Grubun lideri ben olduğuma göre diğerlerini korkutmak için benden başlamalılardı. Bir tanesi gelip iki eliyle sağ elimin parmaklarını açtı, diğeri ise uzun ince kargaburnuna benzeyen bir kerpetenin alt makasını başparmağımla tırnağımın arasına soktu. Acıdan başka hiçbir şey kalmadı zihnimde o an. İnliyordum sadece ve dayanılmaz bir acı duyuyordum. Kerpetenin alt makasıyla üst makası arasında sıkıştırdı başparmağımın tırnağını, olanca gücüyle çekip aldı tırnağımı benden. Tırnağımın derimden ayrılan her bir hücresini acı içinde yanarak hissettim. Öleceğimi sandım acıdan ama istediklerini vermeyecektim onlara. “Bu konuda biraz idareli davranmalısınız, zira sadece 20 adet tırnağım var, 21. hamlenizi düşünmenizi tavsiye ederim” dediğimi hatırlıyorum en son, sonrasında acıdan bayılmışım. Uyandığımda Alfonso’yu almışlardı tezgâha. Gülümsüyordu, sigara istedi. Rahatlamak istediğini, korktuğunu ve konuşacağını düşündüler ve bir sigara verdiler, Naziler nasıl da mutlu olmuştu, konuşacaktı sonunda içimizden biri. Sigarası bitince yere attı, sağ ayağıyla eze eze söndürdü. Bir sigara daha istedi, onu da verdiler. Keyifle içti, sanki işkence sırasında değil de deniz kenarında martıları izleyerek içiyordu sigarasını, öyle keyifliydi. Doğrusu ben de korkuyordum bu rahatlığından, konuşacak mıydı acaba? Sigarasından son nefesi güçlü bir şekilde çekti, yere attı, yine ayağıyla eze eze söndürdü ve dönüp Nazi askerlerine “şimdi başlayabilirsiniz” dedi. Nasıl öfkeyle saldırıyorlardı, nasıl çıldırmışlardı, Alfonso gün boyu baygın kalmıştı sonrasında. Hiçbirimizi konuşturamıyorlardı ve deliye dönmüşlerdi.
Daha sonra teker teker aldılar bizleri işkenceye. Tırnaklarımız çekildi, azı dişlerimiz çekildi, kanayan yaralarımıza tuz basıldı, yine de laf alamadılar ağzımızdan. Üç ay boyunca işkence edip ezdiler ama yine de başarılı olamadılar. Fiziksel görüntümüz artık bir insanı andırmıyordu ama içimizden dev insanlar fışkırıyordu. Nihayet mahkemeye çıkarılacağımızın haberi gelmişti de bir hafta dayak yemeden, işkence görmeden rahatlığın(!) keyfini çıkarmıştık.
Bizi ip gibi tek sıra halinde dizip Fresnes hapishanesinden mahkeme salonuna götürdüler. Ellerimiz kelepçeliydi, yol boyunca savunmalarımızın detaylarını konuştuk. Herkes kendi bireysel hikâyesini ve nedenlerini anlatacaktı. En önde ben, yanımda kadim dostum, hocam Arpen Tavityan ve diğer dostlarım! Sırasıyla girdik mahkeme salonuna. Fransız ve Alman mahkeme heyeti bizi bekliyordu. Yerlerimizi aldık ve Alman savcı sırasıyla her birimizin iddianamelerini okudu. İlk sırada ben vardım.
-Misak Manuşyan, Ermeni, marangoz ve tornacı, örgüt lideri, 56 suikast, 150 öldürme, 600 yaralama, 1300 ölüme sebebiyet ve azmettirme.
-Ben bir de şairim, onu da yazın iddianameme.
-Evet, bütün bu suçlamalara savunman nedir?
-Ben sizin bu aşağılık çarkınız dönsün diye küçük yaşta ailemden oldum. Evet, Alman egemenlerin teşvikiyle Osmanlı egemenlerinin yönetiminde işlenen cinayetlerde tüm ailemi kaybettim ve yurdumdan kovuldum. Hiçbir zaman sizden kaçmak gibi bir derdim olmadı ama nereye gitsem kötülüğünüz çarptı yüzüme acı bir poyraz gibi. Aşağılık düzeniniz yerin dibine batsın diye, yaşanabilir bir dünya için, halkların birbirine düşman edilmemesi için, bütün insanların adaletli bir dünyada yaşayacağı günlerin umudunu bir an bile kaybetmediğim için sizinle savaşmam gerekiyordu. Tüm suikastları ve tüm cinayetleri ben organize ettim. Haklıydım, şu anda da haklıyım. Siz Alman heyetinin temsilcileri, size söyleyecek hiçbir şeyim yok. Ben size, kötülüğünüze, zulmünüze karşı koyup savaşarak görevimi yerine getirdim, sakin ve de huzurluyum. Yaptığım hiçbir şeyden de pişman değilim. Ben rolümü oynadım, şimdi rolünü oynama sırası sizde. Elinizdeyim! Fakat siz Fransızlar, biz Fransa için, Fransız halkının kurtuluşu için savaşırken siz yüreğinizi bu köpeklerin önüne attınız, insanlık değerlerinizi üç kuruşa sattınız. Ruhunuzdan ve vicdanınızdan vazgeçtiniz. Siz Fransa’da doğdunuz ama biz Fransa’yı hak ettik! Yalnız değiliz, gelecek bizimdir!
Dostum Arpen Tavityan’ın iddianamesini okudu sonra savcı:
-Arpen Tavityan, Ermeni, tesviye ustası, örgüt militanı, 20 suikast, 46 öldürme, 230 yaralama. Tüm suçlamalara savunmanı dinliyoruz.
Tavityan güçlü bir vurguyla, çekiçle demir döver gibi tarihi yazdırdı.
-Size anlatacak hiçbir şeyim yok ama tarih bir zincir gibidir ve benim yaşamım da onun halkalarından birisi. Anlatacaklarımı size değil gelecekteki yoldaşlarıma anlatacağım, mahkemeniz vesilesiyle. Ne de olsa kazanacağız ve bugünkü söylediklerimiz tarihimizin şanlı sayfalarında yer alacak. Şuşi’de doğdum. 1917’de Rusya’ya geçtim ve Bolşevik Partiye üye oldum. Devrimde bizzat rol aldım. İlk kez sizi yenmenin büyüleyici tadına vardım devrim sayesinde. Habil’in ilk zaferiydi bu; bencil, güçlü ve kötü Kabil’e karşı. Troçki’nin kurduğu Kızıl Ordu’ya gönüllü katıldım 1918’de ve iç savaş bitene kadar da devrimci bir savaşçı olarak Kızıl Ordu’da bulundum. İç savaş zaferle sonuçlanınca Kafkasya Komünist Üniversitesinde öğretim üyesi olarak göreve başladım. Stalin iktidarını sağlamlaştırırken, birçok Bolşevik gibi beni de Troçkist olduğum gerekçesiyle üniversiteden attılar ve partiden ihraç ettiler. 1928’de de yine Stalinizmin zulmüne maruz kaldım ve altı yıl hapis yattım. Hapisten çıkar çıkmaz 1934 yılında İran’a kaçtım, ardından Marsilya üzerinden Paris’e geldim ve Troçki ile temas kurdum. Oğlu Lev Sedov’un grubunda yer aldım ve Troçki’nin tüm yoldaşları gibi ben de faşizme karşı direnişe katıldım. Direniş grubuyla tanışmam bu döneme denk düşer. Habiller zaferine sahip çıkabilseydi eğer, bugün siz Kabillerin karşısında öyle elleri kelepçeli durmayacaktık. Ancak dünyanın tüm işçileri bir gün hep birlikte, bu aşağılık saltanatınızı yerle bir edecek, bundan eminim. İşte bu yüzden, her şeye rağmen, hâlâ, haklılığımızı alamıyorsunuz elimizden. Tüm suçlamalarınızı gururla kabul ediyorum, o suikastları da, sabotajları da cinayetleri de kabul ediyorum. Bizler bugün burada yargılanmaya, hapisliğe hatta ölüme bile razı geliyoruz. Peki, sizler bayım, yarın bunların hangilerine razı gelebileceksiniz? Hangi inanç, hangi hayal, hangi dostluk sizi ayakta tutacak. Tarihi haklılığımızın sonucu olarak bugün buraya güle oynaya geldik, yarın ölüme de öyle gideriz. Sizi hangi haklılık yürütecek maltalarda, hangi gururu taşıyacaksınız peki boğazınıza kalın halatlar yapıştığında, ayaklarınızın zangır zangır titremesini hangi inancınız önleyecek? Biz kazanacağız, eninde sonunda, biz kazanacağız! Çünkü haklı olan, umutlu olan, şerefli ve kararlı olan biziz!”
Tüm yoldaşlarımız benzer açıklamalar yaptılar. İtalyanlar Mussolini’nin müttefiki Hitler’e karşı savaşmış olmanın haklı gururunu, İspanyol yoldaşlar yenildikleri savaştan dolayı onlara kucak açan Paris işçi sınıfına olan borçlarını ödemek istediklerini, Polonyalı dostlar ise yok olan, yerle bir edilen ülkeleri ve yitirdikleri insanları için savaştıklarını bir bir anlattı. Üç gün sürdü savunmalarımız. Son gün intikam alırcasına Ritter’i kimin vurduğunu sordu hâkim. Alfonso “ben vurdum!” dedi. Rayman hemen ayağa kalktı: “Ne demek ben vurdum, birlikte değil miydik o anda? Hatta sen öldüremedin de ben arkasından koşarak gidip tüm mermiyi boşalttım o çirkin kafasına. Neden o köpeği vurma şerefini tek başına üstleniyorsun, o şeref ikimize ait!” Mahkeme heyeti şaşkın şaşkın ikisini izliyordu. İkisi de mahkeme heyetiyle muhatap olmuyor birbirleriyle sohbet edip anılarını tazeliyorlardı sanki.
Heyet kararını açıklamak için ara verdi. Geri döndüklerinde pişman olup olmadığımızı sordular. Pişman olduğumuzu söylersek cezamızda indirime gidileceğini de hatırlattılar. Ancak çok anlamsızdı bizim için bu soru! Göz göze geldim o an hepsiyle, daha önce defalarca prova yapmış bir koro gibi heyete dönüp “Hayır! Pişman değiliz!” diye bağırdık. Bunun üzerine heyet kararını açıklamak için ayağa kalktı. Hepimiz idam cezasına çarptırılmıştık. Kurşuna dizilecektik. Sadece Olga Bancic giyotine gönderilecekti. Fransa yasalarına göre kadınlar kurşuna dizilemiyordu. Fransız demokrasisinin “pozitif ayrımcılığı”! Ne kadar da “insalcıl”dı!
Bizi hemen Fresnes hapishanesine geri getirdiler. İtiraz hakkımız olmasına rağmen hemen bugün infazımızın gerçekleştirileceğini bildirdiler. Ölmek! Hiç birimize konduramadığımız çok uzak bir yoldu. Ancak talihsiz bir kaza ya da bir felâket gibi gelip dikilmişti karşımıza. Bu kadar yaşam doluyken ölmeyi kim ister ki zaten. Koğuşlarımıza döndük son mektuplarımızı yazmak için. Ben tabi ki Meline’ye yazdım:
“Sevgili Meline, sevgili küçük yetimim,
Birkaç saat içinde artık bu dünyaya ait olmayacağım. Bugün öğleden sonra saat 15.00’de kurşuna dizileceğiz. Sanki hayatımda bir kaza gibi geliyor bu başıma, inanmıyorum gerçekleşeceğine, ama yine de seni bir daha asla görmeyeceğimi biliyorum.
Ne yazabilirim ki sana? Kafamda her şey karmakarışık, ama aynı zamanda da çok açık seçik! Bu savaşa gönüllü katılmıştım. Zafere ve hedefe az bir zaman kalmışken ölüyorum. Kurtulacaklara ve yarının özgürlüğünün ve barışının güzelliğini tadacaklara ne mutlu! Eminim ki Fransız halkı ve özgürlük için savaşanlar bizim hatıramızı insanlık onuruyla taçlandırmayı bilecekler. Ölüm anında, Alman halkı için hiçbir nefret duymadığımı ilan ediyorum, hiç kimse için nefret duymuyorum, herkes eninde sonunda hak ettiğini alacaktır, ceza ya da ödül olarak. Alman halkı ve diğer tüm halklar çok sürmeyecek olan bu savaştan sonra barış ve kardeşlik içinde yaşayacaklar, ne mutlu onlara.
Tek bir şeyden derin pişmanlık duyuyorum, bu da seni mutlu edememiş olmam. Senin de hep dilediğin gibi, seninle bir çocuğumuz olsun çok isterdim. Onun için senden ricam savaştan sonra muhakkak evlenmen, beni mutlu etmek için ve son arzumu yerine getirmek için çocuk sahibi olman. Neyim var neyim yoksa hepsini sana, ablana ve yeğenlerime bırakıyorum. Savaş bitince karım olarak kendine savaş aylığı bağlanması hakkını talep edebilirsin, çünkü ben de Fransız Kurtuluş Ordusunun nizamî bir askeri olarak ölüyorum.
Hatıramı onurlandırmak isteyen dostlarımın yardımıyla, okunmaya değer şiirlerimi ve yazılarımı bastır. Eğer mümkün olursa, hatıramı, Ermenistan’daki akrabalarıma ulaştır. Birazdan yoldaşlarımın 23’ü ile birlikte, vicdanı huzurlu olan bir adamın cesareti ve dinginliğiyle öleceğim, zira kişisel olarak hiç kimseye kötülük yapmadım, yapmışsam da, kin ve nefret duymadan yaptım. Bugün güneşli bir gün. Çok sevdiğim güneşe ve doğanın güzelliklerine bakarken işte, işte o zaman, hayatıma ve sizlere, sen çok sevgili karıma ve sevgili dostlarıma elveda diyeceğim. Bana kötülük yapmış, ya da yapmak istemiş herkesi bağışlıyorum, kendi postunu kurtarmak için bize ihanet edenle bizleri satanlar hariç! Seni özlemle kucaklarım, ablanı ve beni tanıyan uzak yakın tüm dostları sıkıca kucaklıyor ve göğsüme bastırıyorum. Elveda. Dostun, yoldaşın, kocan...
Misak Manuşyan djanigıt (cancağızın)”
Saat 14.00’de hepimizi aldılar ve bir otobüse bindirdiler. Şakalaşarak, gülüşerek yolculuğumuzu tamamladık. Arpen’in dediği gibi düğüne gider gibi gidiyorduk. Valêrien tepesine götürüldük. Ellerimiz kelepçeliydi. Gözlerimizin bağlanmasını isteyip istemediğimizi sordular, hiçbirimiz istemedik. Alfonso sigara istedi yine hınzırca, verdiler. Mesaiden çıkmış da evine giden bir işçinin yolda yaktığı sigara gibi içti, yorgun ve şerefli. İlk kim başladı, hatırlamıyorum. Rayman olsa gerekti, melodiyi mırıldanmaya başladı; “naraaananaranananaaaara, nara na narana naraaaaa” Kadim dostum Arpen Tavityan’la göz göze geldik, dünyanın en güzel marşını söyleyerek ölecektik, içimizi coşkun bir heyecan kapladı. Tavityan duygulu bir biçimde bana bakmaya devam ediyordu, Enternasyonal’in melodileri eşliğinde. Gözleri dolmuştu ama çok da gururlu bakıyordu buna rağmen. Birbirimizi selamlar gibi başlarımızı salladık, yüzümüzü öne çevirip ufka bakarak tebessümle başladık
Uyan artık uykudan uyan
Uyan esirler dünyası
Zulme karşı hıncımız volkan
Kavgamız ölüm-dirim kavgası
Mazi ta kökünden silinsin
Biz başka dünya isteriz
Bizi hiçe sayanlar bilsin
Bundan sonra her şey biziz.
Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık
Enternasyonal’le kurtulur insanlık
O kadar eşsiz bir koro oluşturmuştuk ki, hayatımın son ezgisini böylesine başarılı bir korodan dinlemek ve o koronun bir parçası olmak onuru ile dolmuştu yüreğim. Hava güneşliydi, her yer yemyeşildi, aslında hiç ölünecek bir gün değildi, ama son kez böyle bir günde ölmekten de şikâyetçi değildik. Hazırlıklarını bir türlü tamamlayamıyorlardı. Bizden o halimizle dahi korkuyorlardı. Tedirgin ve korkaklardı. Sanki birden ellerindeki silahları kapacak ve onları kurşuna dizecekmişiz gibi bir hava vardı davranışlarında. Onlar tedirgin ve korkak, biz ise gururlu ve dimdik! Sonunda tamamlandı hazırlık, karşımıza dikildiler, bir devrimciye yakışır şekilde duruyorduk karşılarında. Tüfeğin namlusuna odaklanmıştım, o küçücük delikten çıkacak olan metal parçası yaşamımı sonlandıracak demek az sonra. Subay saymaya başladı “3, 2, 1 ateeeşşş!” Namlunun ucu parladı birden ve onlarca “baaamm” sesi yankılandı kulaklarımda.
Kurtuluşa kadar Meline de dâhil hiçbir yoldaşımız ellerine geçmemişti. Kaybetmemiştik ama kesin bir zafer de kazanamadık. O zafer size layık olacaktır biliyorum bunu. Bizim hikâyelerimiz coşkulu bir türkü gibi dolaştı dünyanın dört bir ucunda. Onlara gelecek olursak, yani düşmanlarımıza, çocukları, torunları bakmadı yüzlerine sağ kalanların. İşledikleri suçların vebalini ölümlerinin son anlarına kadar hakaret ve aşağılamayla çektiler.
Bugün tam da şu anda, sizler de kapitalizmin yarattığı faşizm, savaş ve yoksulluk belâsıyla karşı karşıyasınız. Bizlerin doğrularından ve hatalarından çıkaracağınız dersler, bu kez son kavgadan geri dönülemez bir zaferle çıkmanıza yardımcı olacaktır. Bundan eminim. Anlat beni Arif, bizi anlat, mücadelemizi, kararlılığımızı anlat. Milyonlara anlatın bizi!
Arif gözlerini açtı birden, sabah olmuştu, Esin sanki Manuşyan’la sözleşmiş gibi üzerine bir battaniye örtmüş ve yerinden kaldırmamıştı uykusunu bölmemek için. Kalktı, önce yatak odasına gitti. Esin’i izledi bir süre, saçlarını okşadı. Kahve yaptı, çalışma odasına girip oturdu bilgisayarın karşısına. Yazacağı yazının başlığını attı bir an bile düşünmeden.“Göçmen işçilere merhaba deyin! Onlar gelecekteki mücadele arkadaşlarımız olacaktır”…
link: Boran Acar, Mücadeleyi Vatan Yapan Devrimci Göçmen Manuşyan, 8 Haziran 2020, https://marksist.net/node/6959
Adaleti Olmayan, Adalet Dağıtamaz!
Hayırseverlerin İnayetini Değil, Hakkımız Olanı İstiyoruz