Türkiye kapitalizminin dünya pazarına daha derinden entegrasyonu çabalarının özellikle yoğunlaştığı 80’li ve 90’lı yıllarda, burjuvazisinin gündeminden hiç düşürmediği konulardan biri “özelleştirmeler” idi. İktisat profesörlerinden, gazetecilere, hukukçulara, aydınlara kadar geniş bir burjuva ideologları yelpazesi, bu dönemde hep özelleştirmenin nimetlerinden dem vurdular. Bu sorun burjuvazi tarafından –çöken SSCB örneğinden de hareketle– geniş bir ideolojik saldırının da en rağbet gören argümanlarından biri haline getirildi. Öyle ki, Türk burjuvazisinin gelmiş geçmiş en sığ başbakanlarından Tansu Çiller, “komünizmin sadece Türkiye’de halen ayakta olduğunu” söylemeye kadar vardırdı işi. Niçin söylemesin ki! Komünizm denildiğinde, 12 Eylül rejiminin bu sığ iktisat profesörünün aklına, devlet mülkiyeti ve devletçilikten başka bir şey gelmiyordu. Bu değerlendirme, onun ardından birçok başka burjuva siyasetçi ve akademisyen tarafından da dillendirildi.
80’li yıllarda tüm dünyada başlayan neo-liberalizm rüzgârının bir parçası olarak gündeme gelen ve Türkiye’de de esintilerini hissettiren özelleştirme sorununa, sendikacılardan, sosyalist siyasi çevrelere kadar geniş bir yelpaze, devletçi ve ulusalcı bir bakış açısıyla yaklaşmayı tercih ettiler. Önce, “devlet işletmelerinin zarar ettiği ve bunun da halkın sırtına binen bir yük olduğu” şeklindeki burjuva argümanlarla boğuşulmaya ve sözde sol profesörlerin de yardımıyla bu argümanın tersi kanıtlanmaya çalışıldı. Zamanla bu tür argümanlarla karşı çıkışın yetersizliği pratik olarak görüldü. Ardından özelleştirmeye daha cepheden karşı çıkış izlerini taşıyan karşı argümanlar geliştirildi. Genel bir “popülist” söylemin arkasına sığınılmaya çalışıldı. Devlet işletmelerinin nasıl halkın genel çıkarına olduğunun altı çizildi uzun uzun. Halen de çiziliyor. Yanı sıra, özelleştirmenin ülke kaynaklarını emperyalist sermayeye ve onun yerli işbirlikçilerine peşkeş çekmek anlamına geldiğinden, bu kaynakların değerlerinin çok daha altında, ucuz bir fiyatla satıldığından vs. dem vuran “muhasebeci sosyalizm” örnekleri ortalığa serildi. Bu da yetmedi, gelecekteki sosyalist Türkiye’nin de bir sanayiye ihtiyacı olduğu, özelleştirmenin sanayisizleşme anlamına geleceği gibi iddialara sığınıldı. Böylece, bir yanıyla sözde “anti-emperyalist” gerçekte ulusalcı-devletçi bir söylemin, diğer yanıyla da halkçı ideolojinin temel taşlarından biri haline getirildi özelleştirme karşıtlığı. Ama en temel çarpıtmalar ve görünüşte en “bilimsel” izahlar, devlet mülkiyeti kavramı üzerinden geliştirildi. İşin aslında bu sonuncu nokta hiç de yeni değildi ve gerek reformizmin gerekse de Stalinizmin ulusalcı-devletçi geleneğinin bir uzantısı idi.
Yazımızda kısaca bu konuyu ele alacağız. Ancak daha baştan belirtmek gerekiyor ki, devrimci Marksistler, özelleştirme sorununda, kapitalist devlet mülkiyeti ile kapitalist özel mülkiyet arasında bir taraf değildirler. Ne var ki bu konuda Türk solunda bir kafa karışıklığının yaygınlığı da bir gerçektir. Bu topraklardaki sol hareketin büyük bölümünün soruna sınıfsal bir pencereden bakamadığı, dar ulusalcı güdülerle hareket ettiği ve Kemalist devletçilik geleneğinden hâlâ yakasını sıyıramadığı görülüyor.
Oysa burjuva devletin özelleştirme programına karşı, bu tür milliyetçi-devletçi argümanlara en küçük bir taviz vermeden de mücadele etmek mümkündür! Yeter ki, bu programın boyutları, uluslararası içeriği ve işçi sınıfı açısından yaratacağı gerçek sonuçlar doğru kavranabilsin. Burjuvazinin özelleştirme programı elbette ki işçi sınıfını ilgilendiriyor, ama kapitalist mülkiyet biçiminde yaratacağı değişiklik açısından değil, işçi sınıfının işine, ekmeğine, sendikal örgütlülüğüne ve sosyal haklarına yönelik bir saldırı boyutu olduğu için. Özelleştirmenin işçi sınıfını ilgilendiren tek yanı budur, yoksa patronunun kapitalist devlet mi yoksa kapitalist özel bir şirket mi olduğu değil.
Öte yandan bu noktadaki kafa karışıklığı, yalnızca devlet mülkiyetine ilişkin çarpıtmalarla sınırlı kalmıyor. Özellikle sendika bürokratları cenahında, işyerlerinin kapanmasını, işten çıkarmaları, ağır çalışma koşullarını, düşen ücretleri, sendikasızlaştırmayı, taşeronlaştırmayı vb. kapitalizmin sonuçları olarak değil de, bir hükümet politikası olarak (özelleştirme politikaları) sunmayı tercih eden bir tutum hakim. Ama aynı tutumların kimi sol çevrelerde de ortaya çıkması işin vahametini bir kat daha arttırıyor. Bu “çarpık” kapitalizmin yerine, adam gibi işleyen bir kapitalizm isteyen sol çevrelerin özellikle 90’lı yıllarla birlikte burjuva ideolojisinin etkilerine çok daha açık hale geldiklerinin de bir kanıtıdır bu.
Sendikal bürokrasi, reformist temelde bile olsun bir karşı çıkışı sınıf mücadelesi alanında örgütlemekten ısrarla kaçıyor. Sınıf bir kez harekete geçtiğinde, kendi koltuklarının da sallanacağının bilinciyle ve bu hareketin nerede duracağını kestirememenin telâşıyla sendikal bürokrasi sorunu burjuva partiler arasında mekik dokuyarak bir hal yoluna sokmaya çalışıyor. Son günlerde sendika ağalarına karşı artan tepkiler, bu korkularının kendi açılarından hiç de yersiz olmadığını kanıtlıyor. Gerçekte başta Türk-İş bürokrasisi olmak üzere bu sendika ağaları, çeşitli burjuva partilerle ve hükümetle, özelleştirmenin kendi koltuklarına ve aidat fon gelirlerine zarar getirmeden nasıl yapılabileceğinin pazarlığını yürütüyorlar.
Marksistler, işyerlerinin kapanması, işten çıkarmalar, ağır çalışma koşulları, düşük ücretler, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma gibi sorunların şu ya da bu hükümet politikasından veya şu ya da bu partinin basiretsizliğinden kaynaklanmadığını, tüm bu sorunların temelinde kapitalizmin yattığını bilirler. Kapitalizm varolduğu sürece bu tür sonuçlar kaçınılmazdır. Bizi burada ilgilendiren kapitalistlerin bu tür tedbirlerinin işçi sınıfına maliyetidir. Bir savunma mevzisi olarak öne çıkartılması gereken unsurlar sınıfın gasp edilmek istenen kazanımları olmalıdır. Ne var ki, bu savunma mevzisini ne mevcut statükonun aynen korunması hedefiyle oluşturabiliriz ne de bu mevzide yığılması gereken sınıf güçlerini sınıfın yalnızca bu somut saldırıyla doğrudan ilgili kesimleriyle sınırlayabiliriz. İşsizlik, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, çalışma ve yaşam koşullarının kötüleştirilmesi gibi tehditlere karşı, sınıfın, örgütlü ve örgütsüz, gerek devlet işletmelerinde çalışan kesimini gerek “özel sektör”de çalışan kesimlerini gerekse de her ikisinde de bir iş bulamayan milyonlarca işsizi bir bütün olarak seferber etmek, söz konusu saldırıları kararlı bir biçimde geri püskürtebilmenin temel yoludur. Sınıfın genelleşen ve birleşen hareketi onu devletle ve yasalarla karşı karşıya getirdiği ölçüde, bir savunma mevzisi olarak inşa edilmiş bu direniş hattı, bir saldırı hattına dönüşmenin dinamiklerini de barındırır. Dolayısıyla, komünistler, bu tür saldırıları göğüslemek için verilmesi gereken mücadeleyi, ne eski statülerin korunması hedefiyle ne de geçici kazanımlar ve kırıntılar elde edilmesi perspektifiyle değil, proleter devrimle bağlantısı içerisinde ele almak zorundadırlar.
İşçi sınıfını iktidar yolundan saptıran devletçi-milliyetçi anlayışlarla mücadele her dönem tavizsiz yürütülmeyi gerektiren bir görevdir. Bu nedenle, sorunun gerçek bam teli olan burjuva devlet ve devlet mülkiyeti konusu üzerinde durmak istiyoruz.
Devlet, kamu, mülkiyet
“Devlet mülkiyeti” kavramının burjuva iktisatçılar tarafından “kamu mülkiyeti” kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılması, burjuva ideolojisinin en temel argümanlarından biri olan devletin bütün toplumun temsilcisi olduğu argümanının mantıksal sonucudur. Bundan ötürü söz konusu kullanım, bu temel burjuva argümanı meşrulaştırmak ve emekçi kitlelerin bilincine kazımak için sık sık karşımıza çıkar. Buna göre devlet, tüm vatandaşlarına aynı uzaklıkta bulunan, sınıflardan ve sınıflar arasındaki mücadeleden bağımsız ve tarafsız bir aygıttır.
Kamu mülkiyeti kavramı tüm toplumun mülkiyeti anlamına gelir. Durum bu olduğunda, devlet mülkiyeti kavramı ile kamu mülkiyeti kavramının birbiri yerine kullanılması, devlete ait olan mülkiyetin tüm topluma ait olduğu varsayımına dayanır.
Burjuvazinin bu temel ideolojik argümanı, yalnızca işçi sınıfının geniş kitleleri arasında değil, onların temsilcisi olduğu iddiasındaki sol hareketin çok büyük bir kesiminde de doğrudan olmasa bile dolaylı yankılar bulmaktadır. Durum bu olunca, devlet mülkiyetine kamu mülkiyeti olarak bakılmasının, sol harekette yaygın bir ifade kolaycılığından kaynaklandığını ileri sürmek de pek kolay gözükmüyor.
Örneğin, ele aldığımız özelleştirme sorunu söz konusu olduğunda, sol hareketin bazı kesimleri, devletin yerli ve yabancı kapitalistler tarafından soyulduğundan dem vurabiliyorlar. Onlara göre devletin mali kaynakları ve devlete ait işletmeler, yerli ve yabancı kapitalistlere peşkeş çekilmektedir. Böylelikle alttan alta devletin halkın devleti olduğu kabul edilmekte, emekçi kitleler arasında son derece yaygın olan bu inanç üzerinden politika yaparak kolayca prim toplanacağının hesabı yapılmaktadır. Bu politik temelden hareket edenlerin, yeri geldiğinde, aynı devletin ve temsil ettiğini varsaydıkları ulusun “onur”undan, “ulusal çıkarlarımız”dan dem vurmaları, emekçi kitlelerin yaygın bilincine, yani burjuva bilincine seslenerek milliyetçi “hassasiyetler”i kaşımaları hiç de tesadüf değildir.
Oysa, sorulması gereken ilk soru kimin kimi soyduğudur. Burjuvazi devleti soyuyorsa, bu devlet kimin devletidir? Bu devlet burjuvazinin devleti olduğuna göre, “bazı kötü siyasetçiler”in devletin kaynaklarını burjuvazinin şu ya da bu kesimine “peşkeş çekiyor” olmasından işçi sınıfı neden üstüne alınmak durumundadır? Gerçekte, burjuvazinin şu ya da bu kesimi böylesine bir “soygun”la, bir bütün olarak burjuvaziye ait olan kaynakları diğer kesimlerin aleyhine olacak şekilde kendi cebine indirmektedir. Bu “soygun”a karşı avazı çıktığı kadar bağıran burjuvalar, bunu “halkın çıkarları” için değil, kendilerine bundan pay düşmediği için yapıyorlar. Solculuk adına, “halkın malları peşkeş çekiliyor”, “devlet soyuluyor”, “yolsuzluklar artıyor” şeklinde çığlıklar atmak, işçi sınıfını, söz konusu “soygun”dan nasiplenemeyen burjuva kesimlerin peşine takmaktan başka bir şey değildir. Çünkü Marx ve Engels’in defalarca yineledikleri gibi, kapitalist toplumda devlet “tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değil” ise, bu “komite”nin fonları da esasen bir bütün olarak burjuvaziye aittir ve onun hizmetinde kullanılması için vardır. İşçi sınıfını ilgilendiren şey, sınıfın soyulması temelinde elde edilen bu fonlardan şu ya da bu burjuva kesimin daha fazla nasiplenmesi vb. değildir. Onu ilgilendiren şey, artı-değer sömürüsüne dayalı bu soygun sisteminin, yani bizzat kapitalizmin ortadan kaldırılmasıdır.
“KİT’ler halkın malıdır!” Ya diğerleri?
Sol hareketin büyük bir bölümünde hakim olan aynı dar kafalı küçük-burjuva bakış açısı, ister kamu mülkiyeti olarak ister devlet mülkiyeti olarak adlandırılsın, kapitalist toplumda, devlete ait işletmelerinin “halkın malı” olduğu söyleminde de kendisini ele vermektedir.
Türkiye’de devlete ait sanayi işletmelerinin bir kısmı, “kamu iktisadi teşebbüsleri” (KİT) olarak adlandırılıyor. Değindiğimiz gibi bu işletmelerin “kamu” işletmesi olarak sunulması baştan aşağıya ideolojik bir boyuta sahiptir. Bu tür kuruluşların sahibi devlettir diye bu kuruluşlar “halkın malı” olmuyorlar. Kapitalizmde devletin hiçbir malı halkın malı değildir. Çünkü devlet bir bütün olarak burjuvazinin malıdır. Bu nedenle işçi sınıfı açısından, patronun özel kapitalistler mi, yoksa onların temsilcisi olan devlet mi olduğu sorusunun tek başına bir anlamı yoktur.
KİT’lerin halkın malı olduğu iddiasını gerekçelendirmek için kimileri yukarıda da belirttiğimiz gibi devletin sınıf karakterini gizleyen en kabasından küçük-burjuva görüşler ileri sürerken, kimileri de sözümona daha bilimsel, daha Marksist görünümlü tezler ileri sürüyorlar. “Bu işletmelerin emekçilerden alınan vergilerle kurulduğunu ve bu nedenle de gerçekte onlara ait olduğunu” söylüyorlar. Oysa gerçek şudur ki, özel kapitalist işletmelerin olduğu gibi devlete ait kapitalist işletmelerin (KİT’lerin) sermayesi de vergilerle değil, temelde, emekçilerin sömürüsüyle oluşur ve büyür.
Doğanın doğrudan sunduğu kaynaklar bir tarafa bırakılırsa, kapitalist toplumda zenginliğin en temel kaynağı ücretli emeğin sömürüsünde yatmaktadır. İster kâr olarak sanayicinin cebine, ister faiz olarak bankacının cebine, isterse de rant olarak toprak sahibinin cebine girsin, tüm bunların temelinde işçinin karşılığı ödenmemiş emeği yani artı-değer vardır. Kapitalist sistem sürdüğü sürece, işçi sınıfının sömürüsüyle yaratılan her iki sektördeki işletmeler de ne hukuken ne de fiilen işçi sınıfının “mülkü”dür. Onun çalışmasının ve sömürülmesinin ürünüdür, hepsi bu. Çünkü bu toplumda işçiler, tüm değerleri yaratmış olmalarına karşın, kendileri için ücretten başka bir şey elde edemezler. Aksi takdirde, kelimenin gerçek ve bilimsel anlamıyla işçi sınıfı, ücretli emekçiler sınıfı olmaktan çıkardı. Şöyle deniliyor Komünist Manifesto’da: “İyi ama, ücretli emek, işçi için herhangi bir mülkiyet yaratır mı? Ne gezer. Ücretli emek sermaye yaratır, yani ücretli emeği sömüren cinsten mülkiyet yaratır, ki bu sermaye de bir şartla artar: yeni sömürü için yeni ücretli emek arzı yaratmak şartıyla.” Dolayısıyla yaratılan mülkiyet, kapitalist mülkiyettir.
Marksizmin bu temel ve basit gerçeğini reddedercesine, “KİT’ler halkındır satılamaz” türünden söylemler geliştirmek, gerek devlet teorisi gerekse de mülkiyet hakkı başlıklarındaki temel tezleri itibarıyla burjuva ideolojisini benimsemek anlamına gelir. Ama kimsenin hakkını da yememek gerekir! Bu söylemlerle hareket edenler, her devletin egemen sınıfın çıkarlarının temsilcisi olduğu şeklindeki temel Marksist önermeyi yeri geldikçe bilgiççe tekrar ederler. Hatta (kimileri belirsiz bir geleceğe erteleyerek de olsa) bir bütün olarak burjuvazinin mülksüzleştirilmesi hedeflenir. Ama sorun tam da bu noktadadır; “KİT’ler halkın malıdır” saçmalığıyla Marksist önermeleri yan yana sunmak, işçi sınıfının kafasını bulandırmaktan, hem de, devletin sınıfsal anlamı ve özü konusunda kafa bulandırmaktan başka bir anlama gelmeyen küçük-burjuvaziye özgü bir tutumdur.
Devlet mülkiyeti
İşçi sınıfı hareketinin tarihi boyunca, devlet mülkiyeti üzerine sosyalist hareket içerisinde birçok tartışma yaşandı. Tüm bu tartışmalar sırasında esas olarak iki temel eğilimin belirdiğini görüyoruz. Birincisi, devlet mülkiyetini bir fetiş haline getiren ve onu devletin sınıfsal tabiatından bağımsız olarak ele alarak, her dönemde özel mülkiyete göre tarihsel bir ilerleme olarak değerlendiren devletçi gelenek. Bu gelenek, sosyalizmin, bizzat kapitalist toplumda devletin üretim araçlarını kendi mülkiyeti altında toparlamasıyla gelişeceğini savunan Lassalcı devlet sosyalizmi anlayışı ve aslen bu anlayıştan türeyen reformizden, sosyalizmi devlet mülkiyeti, planlı ekonomi ve tek parti diktatörlüğü altında bir ulusal kalkınma çizgisine indirgeyen Stalinist anlayışa kadar uzanır. Birbirlerinden birçok temel noktada ayrı düşen bu farklı siyasal akımlar, son tahlilde, devlet mülkiyetini sınıflardan bağımsız olarak ele alan bir ortak paydada buluşurlar. Geçerken belirtmeliyiz ki, Troçkist hareket içinde de, genel olarak devlet mülkiyetini özel mülkiyete göre tarihsel bakımdan ileri bir adım olarak değerlendiren bazı yanlış anlayışlar mevcuttur.
Bu devletçi geleneğin karşısında ise esas olarak Marksizm yer alır. Marksizm, devlet mülkiyeti söz konusu olduğunda, bu mülkiyet biçimini, üretim ilişkilerinden ve onun hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olarak ele almaz. Sınıflardan ve sınıfların birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerinden kopuk olarak ele alındığında devlet mülkiyeti kendi başına salt bir biçimden ibarettir. Onu anlamlı kılacak olan şey, bu biçimsel kabuğun nasıl bir öze sahip olduğu, hangi sınıfın çıkarlarıyla doldurulduğudur. Tam da bu noktada sorun üretim araçlarının mülkiyetinin devletin elinde olup olmadığından uzaklaşır. Sorun artık devletin kimin mülkiyeti durumunda olduğu noktasından, yani devletin sınıfsal tabiatının tespitinden kalkarak ele alınmak zorundadır. Böylece Marksistlerin devlet mülkiyetine ilişkin tutumu, devletin hangi sınıfın egemenlik aracı olduğu saptamasından hareket eder. Bir başka deyişle Marksistler, devlet mülkiyetine a priori ilerici bir misyon biçmezler. Böyle bir misyona sahip olabilmesi için devletin bizzat proletarya tarafından fethedilmesi ve doğrudan işçi sınıfının kendi öz örgütlenmelerine (yasama ve yürütme gücünü kendinde toplamış dinamik işçi meclisleri) dayanması gerekir. İşçi devletinin oluşumuna dair bu temel önkoşul yerine gelmediği sürece, devlet mülkiyeti, ne tarihsel ilerlemenin bir manivelâsı ya da ifadesidir, ne de işçi sınıfının çıkarına olarak addedilebilir.
20. yüzyılda yaşanan bürokratik-despotik diktatörlükler, bu Marksist saptamanın ne denli doğru olduğunu aslında ziyadesiyle kanıtlamıştır. Ancak bu deneyimden ders çıkarmak istemeyenler, devlet mülkiyetini bir fetiş olarak ele almaya devam ediyorlar. Bırakalım SSCB ve onun gibi bürokratik oluşumları, gerçek bir işçi devletinde bile, devlet mülkiyeti henüz tam anlamıyla toplumsal mülkiyeti, yani tüm toplumun doğrudan ortaklaşa mülkiyetini temsil edemez. Bunun temel sebebi, böylesi bir geçiş döneminde, sınıfların henüz ortadan kalkmamış oluşudur. Sınıfların henüz ortadan kalkmadığı bir dönemde devlet mülkiyeti, toplumun tümünün değil, ancak iktidarı elinde tutan sınıfın fiili ortak mülkiyeti anlamına gelecektir. Dahası, bizzat devletin varlığı, üreticilerin üretim araçları üzerinde doğrudan değil, dolaylı bir egemenlik kurması anlamına gelir. Devlet mülkiyetinin kamu mülkiyeti olduğunu söylemek ya da bu mülkiyet biçimini toplumsal mülkiyetle eşitlemek son derece yanlıştır. Doğrusu şudur ki,
“Devlet mülkiyeti, toplumsal mülkiyete giden yolda önemli bir adımdır ama sadece bir adımdır. Kaldı ki bu tarihsel işlevini yerine getirebilmesi için, proleter devletin gerçekten işçi sınıfının kendi öz örgütlülüğüne (işçi konseylerine, sovyetlere) dayanması ve yasama-yürütme erkinin doğrudan işçilerin elinde toplanmış olması (doğrudan demokrasi) gerekir. Eğer bu dönemde devletin yönetimini, her ne biçim altında olursa olsun, işçiler değil de onlar “adına” başka birileri (örneğin bürokrasi) sahiplenirse ve işçiler kamusal-siyasal yaşamın dışına itilirlerse, o takdirde ileriye (komünizme) doğru gelişme kesintiye uğrar ve devlet mülkiyeti tarihsel işlevini yerine getiremez.” (Mehmet Sinan, Marksizm ve Merkezcilik)
Kapitalist toplumda devlet mülkiyeti
Kapitalizmde devlet burjuvazinin örgütlenmesinden başka bir anlama gelmediğinden, devletin sahip olduğu üretim araçları ile işçi sınıfı arasında, hakimiyet, denetim, yönetim vb. şöyle dursun, sömürü ilişkisinden başka hiçbir türden bir ilişki söz konusu değildir. Bu toplumda devlet mülkiyeti bir bütün olarak burjuvazinin kolektif mülkiyetini ifade eder. Engels Anti-Dühring’de kapitalist devlet ve onun mülkiyetinin işçi sınıfı için ne anlama geldiğini şu şekilde ifade ediyor:
“Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibarıyla kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz, bilakis doruğuna tırmandırılır.”[1]
Kapitalist toplumun temel çelişkisi, üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşmış karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkidir. Her geçen gün toplumsallaşma düzeyi daha da yükselen ve bugün artık ancak dünyasal ölçekte düşünülebilecek olan üretim faaliyeti ve onun asli unsurları, burjuva özel mülkiyet üzerinde muazzam bir basınç yaratır. Burjuva özel mülkiyetin tek tek bireylerin mülkiyeti olmaktan giderek daha geniş kolektiflerin kapitalist mülkiyetine dönüşmesi eğilimi bu basıncın dışa vurumudur. Ne var ki, üretici güçlerin toplumsallaşmasının ve artık bireysel özel mülkiyetle bağdaşmaz bir düzeye yükselişinin belirtisi olan bu eğilim, kapitalizmin çelişkisini çözmez, tersine onu daha da sancılı bir hale getirir.
“Başlangıçta kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyeti temelinde örgütlenen kapitalist üretim süreci, hisse senetli anonim şirketlerin gelişmesi ve tekelleşmesi sonucunda, üretim sürecinin dünya ölçeğinde dev ölçekli sermaye grupları tarafından organize edildiği bir sürece dönüşmüştür. Emperyalizm dönemi ilerledikçe tekelleşmenin ulaştığı boyutlar, üretimin alabildiğine toplumsallaşması, kapitalizmin neredeyse kendi özünü inkâr ettiği bir noktaya doğru hızla ilerlemesi anlamına gelir. Kuşkusuz ki bu Marksist analiz, kapitalizmin tekelci gelişiminin içerdiği ana eğilime, onun gidişatına, onun yerini komünizmin alması gerektiğine işaret ediyor. Ancak kapitalizm kendiliğinden, doğal bir evrimin sonucunda yerini komünizme bırakmayacaktır. Bu niteliksel dönüşümün olabilmesi için proleter devrimlerle dünya kapitalist sisteminin yıkılması zorunludur.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme)
Demek ki, ister tek tek burjuvaların, ister grup halinde burjuvaların, isterse de kapitalist devletin elinde olsun, bu mülkiyetin sınıfsal karakteri burjuva olarak değişmeksizin kalır. Görünüşte birbirinden farklı olan bu mülkiyet biçimleri gerçekte bir ve aynı mülkiyet ilişkisi temeli üzerinde yükselirler: kapitalist mülkiyet ilişkisi. Dolayısıyla bir işletmenin devletleştirilmesi onun burjuva mülkiyeti olmaktan çıkmasına yol açmadığı gibi, devlet elindeki bir işletmenin özelleştirilmesi de ona öncesinde sahip olmadığı yeni bir sınıfsal karakter yüklemez. Engels’in dediği gibi; “ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırmaz.” (Anti-Dühring) Durum bu olduğunda şu noktanın altını bir kez daha çizmek gerekiyor: Kapitalist toplumda devletleştirme ya da özelleştirme, mülkiyetin özü açısından işçi sınıfı için alternatifleri temsil etmezler. Mülkiyet sorunu söz konusu olduğunda, işçi sınıfı açısından tek bir alternatif vardır, o da, bir devrimle kendi iktidarını kurarak, yani kendisini egemen sınıf olarak örgütleyerek, toplumsal mülkiyete giden yolu açmak üzere başlıca üretim araçlarına bizzat kendi devleti aracılığıyla kolektif olarak el koymaktır.
Reformizm ve devlet mülkiyeti
Sol hareket içerisinde, kapitalist toplumda devlet mülkiyeti ile özel mülkiyeti birbirinden kalın çizgilerle ayırt etme eğilimi, daha önce de belirttiğimiz gibi gerek reformizmin gerekse de Stalinizmin bir uzantısı olarak son derece güçlüdür. Bu ayrımın doğrudan sonucu devlet mülkiyetinin kapitalist toplumda bile savunulması gerektiği düşüncesidir. Sendikaların başına çöreklenmiş bürokratlar bu ayrımı, gerçekte, devlete ait işletmelerde çalışan işçilerden kesilen aidat gelirlerini kıllarını bile kıpırdatmadan ceplerine indirmek ve bu tatlı hayattan feragat etmemek için savunuyorlar. Bunda şaşacak bir şey de yok!
İşin tuhaf tarafı, bir yandan sendika ağalarına haklı olarak küfredip duran birçok sol siyasi çevrenin de aynı ayrımı, aynı argümanlarla ve aynı söylemle sahipleniyor oluşudur. Böylesi küçük-burjuva anlayışların sorunu popüler bir ağızla ifade etmeleri ile daha teorik bir cilayla ortaya koymaları arasında bir fark yoktur. İkinciler, birincilerin söylediklerini daha usturuplu bir biçimde ifade ediyorlar, hepsi bu.
Devletin sınıfsal karakterini çok açık olarak dile getirmekle birlikte, yine de devlet mülkiyetinin tercih edilmesi gerektiğini savunan görüşlere Marksist saflar içinde bile rastlanabilmektedir. Bu görüş, devlet mülkiyetinin kapitalizm koşullarında bile işçi ve emekçilerin kısa vadeli çıkarlarına daha denk düşeceği ve uzun vadede ise sosyalizme geçişi kolaylaştıracağı iddialarına dayanmaktadır. Böylelikle devlet mülkiyeti, devletin kimin devleti olduğundan bağımsız olarak, işçilerin ve emekçilerin hem güncel hem de tarihsel çıkarları açısından daha iyi, daha olumlu, tercih edilmesi gereken bir kapitalist mülkiyet biçimi olarak kutsanmış olmaktadır.
Kapitalizm altında devlet mülkiyetinin işçi sınıfının güncel çıkarlarına neden daha denk düşeceği konusunda özetle şunlar söyleniyor: 1) Devlet işletmeleri, kapitalizmin hareket yasaları karşısında –özel sektörün tersine– çok daha korunaklı bir konuma sahiptir. Çünkü devlet, üretilen toplam toplumsal değerin önemli bir bölümünü devlet geliri olarak kullanma kapasitesine sahiptir. 2) Devlet işletmeleri, işçi ve emekçilere daha fazla taviz vermek zorunda kalır.
Engels burjuva devlet için “üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür” diyordu. Oysa, yukarıdaki satırlarda dile getirilen anlayış, kapitalist devlet işletmelerinin ve devletin, toplumun genel çıkarları doğrultusunda şu ya da bu ölçüde baskı altına alınabileceğini, devlet işletmelerinin kapitalist üretimin şu ya da bu ölçüde dışında tutulabileceğini savunuyor. Ama bu tastamam reformizmdir.
Aynı anlayış, uzun vadeden bakıldığında da devlet mülkiyetinin yine özel mülkiyete tercih edilmesi gerektiğini iddia etmektedir. Kapitalizm koşullarında üretim ve dolaşım araçlarının büyük bir bölümünün zaten devlet mülkiyeti altına girmiş olmasının, işçi sınıfı iktidarı ele aldığında ona büyük bir avantaj sağlayacağı söylenmektedir. Peki neymiş bu avantaj? Kapitalizm altında ne kadar çok üretim aracı devlet mülkiyetinde olursa, işçi iktidarında devletleştirmeler o kadar kolay ve sorunsuz bir biçimde gerçekleştirilebilirmiş.
Devrimci Marksist kavrayışa sahip bir kişinin akıl erdiremeyeceği bu “avantaj”, gerçekte kapitalizme karşı mücadeleyi çarpıtan bir zihniyetin ürünüdür. Bir kere her şeyden önce, işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkma mücadelesi, kapitalist devlet aygıtının ele geçirilerek, olduğu şekliyle sahiplenilmesini değil, onun baştan aşağıya yıkılmasını gerektirir. İkincisi, kapitalist düzeni ortadan kaldırmak demek, bir bütün olarak kapitalist mülkiyet ilişkilerine son vermek anlamına gelir. Unutmayalım ki, mülkiyet ilişkileri üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesidir. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesi, yalnızca kapitalist özel mülkiyetin değil, kapitalist bürokrasinin yönetimi ve denetimi altındaki devlet mülkiyetinin de ilgası demektir. Eğer proletaryanın devrimci iktidarına karşı gerici bir direnç söz konusu olacaksa, bu yalnızca özel kapitalist işletmelerin ele geçirilmesi sürecinde değil, kapitalist devlet işletmelerinin ele geçirilmesi sürecinde de söz konusu olacaktır. Üçüncüsü, devlet mülkiyetinin kapitalist biçimiyle, proleter biçimi arasında bir bütün olarak toplumun kapitalist örgütlenmesini yıkıp geçecek koskoca bir proleter devrim yer almaktadır. Sonuç olarak, devlet mülkiyetinin sınıfsal karakterini tamamen göz ardı ederek, işçi devleti altında gerçekleştirilecek devletleştirmeleri basitçe bir el değiştirme düzeyine indirgeyen zihniyet Marksizme tamamen yabancıdır. Ayrıca siyasal iktidarı zapteden proletaryanın özel mülkiyetteki büyük holdingleri devletleştirmesiyle, kapitalist devlet işletmelerini kendi mülkiyeti altına alması arasında büyük bir ayrım gören ve ikincisinin çok daha kolay ve avantajlı olacağını tahayyül eden anlayış özünde reformisttir. Zira kapitalist devlet bir bütün olarak kapitalist sınıfın kolektif iradesidir ve işçi sınıfının kapitalist mülkiyete el koyma mücadelesi bütün alanlarda kapitalist devletin zoruyla karşılaşacaktır. Gerçekler buyken, proleter devrime daha “kolay” ve “avantajlı” yollar bulma adına Marksizmin karikatürize edilmesi, olsa olsa devrimci mücadelenin zor yönlerinden kaçmaya çalışan küçük burjuva zihniyetin dışavurumudur. Oysa daha Manifesto’da devrimin nasıl olacağına dair tasarım çok netti:
“işçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı hakim sınıf durumuna getirmek, demokrasi savaşını kazanmaktır. Proletarya siyasi üstünlüğünü, bütün sermayeyi kerte kerte burjuvazinin elinden koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin elinde, yani hakim sınıf olarak örgütlenen proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçler toplamını olabildiği kadar hızla arttırmak için kullanacaktır.” (Komünist Manifesto)
Proleter devrimin evrimci bir yoldan gerçekleşeceğini varsayan ve günlük mücadeledeki “kazanım”ları öne çıkartan yaklaşım hiç de yeni değil. Bu düşüncelerin en olgun halini Alman işçi hareketi içerisinde Bernstein ve izleyicilerinde görüyoruz. Bu eğilim, özetle üretim araçlarına “bir defada el koymanın olanaksızlığı”ndan hareketle “kademeli olarak el koyma” teorisini geliştirmişti. Benzer temellerden hareketle Hilferding de, emperyalizm analizinde, kapitalist toplumda sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması eğiliminin giderek dev bir tekele doğru gidebileceğini öne sürüyordu. İşler bir kez bu noktaya geldiğinde, artık burjuvazi kendi varlığının anlamsızlığını çok kolayca görebilirdi ve bu dev tekelin işçi sınıfının denetimi altına sokulması sosyalizme giden yolu açabilirdi! Yukarıda eleştirdiğimiz anlayış, bu reformist tezlerin daha usturuplu ve ihtiyatlı bir biçimde dile getirilmiş halidir. Ayrıca sosyal hizmetler alanını devletin organize etmesi özel sektöre tercih edilirken, bu durumun “sosyal adalet” bakımından daha olumlu bir rol oynayacağı savunulmaktadır. Böylece Marksist zeminden hareket ettiklerini söyleyenler, ne yazık ki sosyal demokrasinin “sosyal devlet” kavramını sahiplenmekle işi bitirmektedirler.
Sosyalizm adına hareket edenler, devlet mülkiyeti konusunda net bir Marksist tutum benimsemedikleri sürece, yalnızca işçi sınıfının tarihsel deneyimini yanlış değerlendirmekle kalmayacaklar, aynı zamanda en yakıcı güncel sorunlarda bile işçi sınıfını, burjuva ideolojisinin saldırıları karşısında savunmasız bırakmaya mahkûm olacaklardır.
[1] Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977, s.441
link: Özgür Doğan, Kapitalist Devlet Mülkiyeti ve Özelleştirme, 8 Kasım 2003, https://marksist.net/node/133
İspanyol Komünizmi ve Katalan Federasyonu
Nihayet "küçük Amerika" olduk!