Dünyanın başına demokrasi havarisi kesilen ABD’de, halk, 2000 yılında yapılan şaibeli seçimden dört yıl sonra bir kez daha sandık başına gitti. Kerry’ydi Bush’tu derken, ABD seçimleri son birkaç aydır tüm dünya halklarının neredeyse baş gündemi haline getirilmişti. Anketlere bakıldığında (ki bunlar kamuoyunun tercihlerini ölçmekten çok oluşturma işlevine sahipler) başa baş bir mücadelenin yürüdüğü görülüyordu. Emperyalist tekellerin bu iki temsilcisinin halk önünde yaptıkları Amerikan tarzı şova dönüşen tartışmalar, birbirlerini suçlamalar, seçim gezileri, işçi ve çiftçilere verilen sözler, oy oranlarında küçük oynamalara yol açsa da, sandıktan kimin çıkacağı son ana kadar tam olarak belli değildi. Nihayetinde büyük gün gelip çattı ve işçi sınıfının yalnızca sömürücü egemen sınıf temsilcilerini seçme özgürlüğüne sahip olduğu bu “demokrasi cenneti”nde sonuç belli oldu: bir kez daha Bush.
toplam seçmen sayısı | 205 milyon |
katılım oranı | %56 |
Bush'un aldığı oy oranı | %51 |
Kerry'nin aldığı oy oranı | %49 |
toplam seçici delege sayısı | 538 |
Cumhuriyetçi delege | 286 |
Demokrat delege | 252 |
Bir yandan yaratılan korku atmosferi, diğer yandan karşısında hiçbir ciddi alternatifin bulunmaması, Bush’un 59,5 milyon kişinin oyunu alabilmesini sağladı. 11 Eylül’ün ardından bilinçli bir politikayla sürekli tehdit atmosferi altında yaşamaya mahkûm edilen Amerikalılar, dört bir yandan düşmanla çevrildikleri ve her an yok edilebilecekleri paranoyasına sokulmuştular. Bunu kullanmayı gayet iyi başaran Bush, aldığı oyların önemli bir bölümünü “terörle savaş”, “güvenli bir Amerika” ve “dini ve milli değerlere bağlılık” söylemine borçlu. Kuşkusuz bu söylemin temel dolgu unsurunu köktendinciliğe varan bir Hıristiyanlık vurgusu ve her türden gericilik oluşturuyor: halen her türlü muhalefetin tepesine binmeyi sağlayan ve faşizan uygulamalara zemin hazırlayan Yurtseverlik Yasası, zencilere tanınan hakları garanti altına alan bazı yasaların artık eşitsizlik kalmadı bahanesiyle kaldırılmak istenmesi, dinin eğitim sistemi üzerindeki gölgesi, kök hücre araştırmalarına, kürtaja ve eşcinsel haklarına karşı çıkış, bunlardan sadece birkaçı.
Seçime katılanların %49’u, yani 55,94 milyon kişi, mevcut ekonomik ve toplumsal krizin sorumlusu olarak gördükleri Bush’u iktidardan indirmek için kurtuluşu Demokratlarda aradı. Amerikan solunun ve sendikaların neredeyse tamamı farklı gerekçelerle de olsa Kerry’yi desteklediler. Seçmenlerin bir kesimi Kerry’yi kurtuluş olarak değil sadece ehven-i şer olarak gördükleri için ona oy verdiler.
Amerikan halkının yarıya yakını ise seçimlere katılmadı. Rekor diye söz edilen katılım oranı %56’dır. Bunu hesaba kattığımızda, Bush’un da Kerry’nin de halkın ancak %27-29’undan oy aldıklarını görüyoruz. Yani Bush sanıldığı gibi %59’la değil %29’la iktidar olmuştur. Böylesine sarsıntılı bir dönemden geçerken sırtını bir azınlığa dayaması, aslında iktidarının temellerinin ne denli çürük olduğunu gösteriyor.
Seçimler nasıl bir atmosferde yapıldı
Amerika’nın son iki dönemdir yaşadığı seçim süreci oldukça sıradışı bir görünüm sunuyor: Demokrat ve Cumhuriyetçi Parti adaylarının birbirine çok yakın oy oranları, burjuva kamplar arasındaki çekişmenin yoğunluğu, seçimlere karıştırılan aşikâr hileler, son seçimde meşruiyet gerekçesiyle ABD tarihinde ilk kez seçimlere uluslararası gözlemcilerin eşlik etmesi ve katılım oranının önceki yıllara göre %5 civarında artarak son 40 yılın en yüksek (!) sayısına ulaşması. Bunlara ek olarak işsizlik ve yoksulluğun gözle görülür biçimde artması, sağlık ve emeklilik haklarındaki tırpanlamalar, birbirini izleyen şirket skandalları ve Irak savaşının yarattığı hoşnutsuzluk. İşte Bush böyle bir atmosferde yeniden seçimlere gitti. Kuşkusuz bu sıradışılık ABD’nin içinde bulunduğu çetin durumun bir göstergesidir ve ekonomik kriz ve Irak’ta yürüyen emperyalist savaş da bu tablonun en güçlü unsurudur.
ABD, diğer emperyalist güçleri kaale almadan “ben dünyanın efendisiyim” edasıyla Irak’a girerken, tıpkı Afganistan’da olduğu gibi Irak’a da “demokrasi” götüreceğini söylüyordu. “Terörist başı” Saddam alaşağı edilecek, Irak halkı bu zalimin elinden kurtarılacak, Irak’la birlikte tüm Ortadoğu’ya demokrasi götürülecekti! ABD bu kutsal görevi “yalnız başına kalsa da” yerine getirecekti! İşte yüz bini aşkın ABD askeri Irak’a gönderilirken, toplum bu yalanlarla kandırıldı. Kısa bir süre sonra, ABD askerleri hiç de kendilerine söylendiği gibi çiçeklerle karşılanmadıklarını gördüler ve tabutlar Irak cehenneminden bir bir ABD’ye dönmeye başladı. Bugün resmi verilere göre Irak’ta 1000’den fazla ABD askeri öldü, ölen Iraklıların sayısıysa 100 binin üzerinde. Ne var ki, ABD devletinin medya tekelleri üzerindeki mutlak hâkimiyeti ve onun aracılığıyla halkın şoven bir propaganda bombardımanına tâbi tutulması, gerçekliğin çok büyük bir kısmının ABD halkından gizlenmesini kolaylaştırdı.
Solun bir kesimi, ölen ABD’li askerlerin sayısının artmasının toplumu otomatik olarak Vietnam Savaşında yaşananlara benzer bir tepki vermeye iteceğini düşünüyordu. Oysa savaş aygıtı ve onun propaganda makinesi, bu halkın önemli bir çoğunluğunu, ne kendi çocuklarının ne de bunlardan 100 bin masum Iraklının ölümüne tepki göstermeyecek kadar pasifleştirmiştir.
Evet Bush’un desteği 11 Eylül’ün hemen ardından yapılan anketlerde %90’lara varmışken bugün bunun çok çok altına inmiştir. Savaş karşıtı gösterilere yüz binlerce insan katılmıştır. Ama bütün bunlar, 100 bini aşkın sayıda ölünün bulunduğu bir savaşın doğrudan sorumlusu olan bir ülkenin işçi sınıfının göstermesi gereken tepkiler boyutuna çıkamamıştır. Irak cehenneme çevrilmişken gidilen bir seçime halkın yarıya yakınının ilgisiz kalması sanırız ABD işçi sınıfının içinde bulunduğu vahim durumu oldukça net gösteriyor. Bu ilgisizliğin nedenlerinden biri kuşkusuz hiçbir şeyin değişmeyeceğine olan inanç ve alternatifsizliktir. Ama hafife alınamayacak bir diğer neden de umursamazlığa iten bir apolitikleşmedir. Örgütsüz sınıf hiçbir şeydir. ABD işçi sınıfı ne yazık ki bugün bunun en çarpıcı örneğini sergilemektedir.
Kerry kim ve neden öne çıkarıldı?
Önce silik bir aday olarak yarışa başlayan Kerry’nin daha sonra hızla yükselişe geçmesi, aslında ABD’de tekelci sermaye cephesinde işlerin nasıl yürüdüğünün de çarpıcı bir örneğini teşkil ediyor. Demokrat Parti adaylarından Howard Dean’in seçim kampanyasının merkezine savaş karşıtlığını ve ekonomik kötüleşmeyi oturtması, onun işçi sınıfı içerisinde önemli bir destek bulmasını sağlamıştı. Kitlelerin desteğini almak için çok daha radikal bir söylem tutturan Dean’e bir süre sonra yeni Kennedy olarak bakılmaya başlandı. Ama bu gidiş kısa sürdü ve sermayenin görünmez elleri Dean’in kulağını büktü. ABD burjuvazisinin bu kadarına dahi tahammülü yoktu. Dean savaş karşıtlığı konusunda manevralar yapmaya başladıysa da burjuvazi onun defterini dürüp Kerry’yi öne çıkardı. Böylece iki partili “demokrasi” herhangi bir sürprize yer tanınmaksızın yazılan senaryoya göre sahneye konmaya başlandı.
Peki kimdi Kerry? Anne tarafından ünlü Forbes ailesine mensup olan Kerry, Heinz ketçap imparatorluğunun mirasçı olan Teresa Heinz ile evli bir milyoner. 20 yıllık senato üyeliği boyunca pek çok gerici yasanın çıkarılmasına oy veren Kerry’nin geçtiğimiz yıllarda Amerika’yı sarsan bir skandala yol açan Enron şirketiyle ve onun bankası olan Citygroup ile yakın ilişkisi var. Seçim kampanyasının en büyük destekçilerinden biri olan bu iletişim devi, aynı zamanda Kerry’nin hangi sermaye kesimlerince desteklendiğinin de bir örneğini sunuyor. Bush, silah, petrol ve kimya devlerinden büyük destek görürken, Kerry’nin kampanya destekçilerinin ön sıralarında iletişim sektörü ve mali sektörde faaliyet gösteren büyük firmalar ve hukuk firmaları yer alıyordu.
Kerry’nin kampanyası her açıdan tam bir ikiyüzlülük örneğiydi. Bir yandan savaş karşıtı duyguları okşayan Kerry, öte yandan Bush’u savaşı yeterince iyi yönetememekle, Irak’a yeterince asker göndermemekle suçladı ve yeniden inşa için 40 bin asker daha gönderilmesi gerektiğini söyledi. Bir taraftan işçilerin ekonomik sıkıntılarından bahsederken beri taraftan daha sıkı mali önlemler alma sözü verdi. Terörle mücadele bahanesiyle tüm muhalefetin boğazına yapışmanın yolunu döşeyen Yurtseverlik Yasasını eleştirirken güvenlik için daha sıkı önlemlerin alınması gerektiğinden dem vurdu. İşte Amerikan işçi sınıfının Bush karşısında seçmek zorunda bırakıldığı alternatif budur!
Çok açık ki ABD’de egemenler Afganistan ve ardından Irak’la başlattıkları uzun vadeli planın tamamlanmadan sona ermesini istemiyorlar ve kim gelirse gelsin bu planları sürdürmesinden yanalar. Bazı sermaye grupları, Orta ve Yakın Doğu üzerindeki planlarını diğer emperyalist güçlerle uzlaşarak, “uluslararası topluluğun”, yani Birleşmiş Milletler’in onayını alarak uygulamaya sokmak istiyorlar. Diğerleriyse bu konsensüs sağlanamasa da tek başına hareket edilmesini savunuyorlar. Ama planlar aynı ve Kerry ve Bush şahsında temsil edilen bu gruplar sadece uygulama konusundaki detaylarda farklılık sergiliyorlar.
ABD böylesine çalkantılı bir dönemden geçerken, toplumun yarısının seçimlere katılmaması, katılanların yarısınınsa yeniden Bush’a oy vermeleri, Demokratların hiçbir konuda ciddi bir farklılık taşımamalarının doğrudan sonucudur. Kapitalizmin derin krizi, burjuvaziyi tek bir politika, her alanda demir yumruk politikası uygulamaya itiyor. Dolayısıyla ABD seçimlerinde yarışan her iki burjuva partisinin de bugün aynı politikayı sahneye koymak dışında bir rolleri yoktur: içeride işçi sınıfının gırtlağını sıkmak, dışarıda ise başta petrol olmak üzere stratejik kaynaklara ve öneme sahip bölgelerin halklarının katledilmesiyle sonuçlanan emperyalist savaşlar.
Bütün bu gerçekler ortadayken, ABD’de sol adına ortaya çıkanların büyük bir bölümü Kerry’yi desteklediler. Dünyayı bu hale getirenin Bush olduğu, Kerry’nin barış getireceği yanılsamaları dört bir koldan beslendi. Bu yanılsamalar sadece ABD soluyla da sınırlı kalmadı. “Bush defol”, “Gelme Bush” türünden sloganlar etrafında Türkiye dahil pek çok ülkede kampanyalar örgütlendi.
Aynı anlayış, seçimin ardından yapılan değerlendirmelerde de yansımasını buldu: “Kabus sürecek”, “Dünya artık daha güvensiz”! Kerry’yle “güven içinde” bir dünya hayali kuranlar, kabus değil güzel bir rüya görmek istiyorlar. Ama bunun ancak dış dünyadan ve gerçeklerden kopuk derin bir uykuda mümkün olabileceği, kapitalizmin yakıcı gerçekliğiyle bağdaşmayacağı çok açık. Borsa spekülatörü Soros’un “Bush olmasın da kim olursa olsun” mantığıyla dünyanın dört bir yanında kampanyalar örgütlediği ve Bush’un seçilmemesi için servetini harcamaya hazır olduğunu belirttiği hesaba katıldığında, yaratılan yanılsamaların kimlerin ekmeğine yağ sürdüğü aşikârdır.
“Demokrasi taşıyıcıların” demokrasisi
Biliyoruz ki kapitalist toplumda en iyi işleyen demokrasi dahi son tahlilde burjuvazi için demokrasidir. İki partili sistemin toplumun üstüne lök gibi çöktüğü ve seçim sistemi sayesinde her türlü muhalefetin safdışı bırakıldığı ABD’de bu hepten böyledir. Yüz binlerce insanı bombalar altında öldürürken onlara uygarlık ve demokrasi götürdüğünü söyleyebilen bu en büyük yalan imparatorluğundan işte demokrasiye dair birkaç örnek.
ABD seçim sistemine göre başkan doğrudan oyla değil, halk oylaması sonucu seçilen toplam 538 seçici delegenin oluşturduğu Delegeler Kurulu tarafından belirleniyor. Örneğin bu yıl, son seçimlerde seçilen delegelerden oluşan bu kurul Ocakta toplanacak ve delege ağırlığı Cumhuriyetçilerde olduğu için Bush resmen başkan seçilecek.
Eyaletlerin delege sayıları nüfusa göre tayin ediliyor, ancak bir eyalet ne kadar küçük olursa olsun en az 3 delegesi bulunuyor. Bu nedenle, tutuculuğun kaynağı durumundaki kırsal bölgeler düşük nüfuslarına rağmen avantajlı konumdalar. Bunun yanı sıra delege sistemi tam anlamıyla anti-demokratik bir işleyişe sahip. Örneğin 50 delege çıkarması gereken bir eyalette oyların %40’ını A partisi %60’ını B partisi almış olsun. Mevcut sisteme göre, en çok oyu alan parti o eyaletin tüm delegelerini almış oluyor. Dolayısıyla partilerin ülke genelinde aldıkları toplam oy delegeler düzeyinde eşit dağılmıyor. Seçim hilelerini bir yana bırakacak olursak, Al Gore’un bir önceki seçimlerde ülke genelinde 540 bin fazla oy almasına rağmen Florida’da 537 oy az alması yüzünden Bush’a yenilmesi de delege usulüne dayalı bu seçim sistemi sayesinde gerçekleşmişti.
Fakat burjuvazi sistemin bu adaletsiz kurallara göre işlemesine dahi izin vermiyor. Çeşitli yöntemlerle, istenilen yerlerde istenilen adayların önünün açılması, istenilen seçmen gruplarının oylamaya katılması istenmeyenlerin (meselâ siyahların, yerlilerin ve İspanyol kökenlilerin) bertaraf edilmesi sağlanabiliyor. Oy kullanma yöntemlerinin çeşitliliği bu amaca hizmet için kullanılabiliyor: eski, bozuk oy kullanma makinelerinin siyahların ya da İspanyol kökenlilerin (Hispanikler) yaşadığı bölgelere gönderilmesi ve böylece bu seçmenlerin oylarının geçersiz sayılma olasılığının daha baştan kat kat yükseltilmesi gibi. Ama yöntemler bununla sınırlı değil. Farklı eyaletlerde, azınlık gruplarının safdışı bırakılmasını kolaylaştıracak farklı farklı yasalar yürürlükte. Örneğin Florida’da eski suçluların oy kullanmaları yasak. Bu da, sabıkalılık oranının oldukça yüksek olduğu siyah nüfusun önemli bir kesiminin (erkek seçmenlerin %31’i) seçimlere katılamaması anlamına geliyor. Güney eyaletlerinin aşırı tutuculuğu ve ırkçılığının siyahları seçmen yazılmaktan ve sandıklara gitmekten alıkoyma yönünde toplumsal bir basınç oluşturduğu da herkes tarafından bilinen bir gerçek.
100 kişilik Amerikan Senatosunda bu yıl bir Hispanik (25 yıldır ilk kez), bir de siyah üye bulunuyor. Yanlış anlaşılmasın, bu o kadar da sık rastlanan bir durum değil. 150 yıllık tarihinde Senatoya topu topu üç siyah seçilmiş. Üçüncü Siyah olma şerefine nail olan Barack Obama’nın yaptığı konuşmayı dinleyenler, kendisinin bile seçilmesini bir mucize olarak gördüğüne dikkat etmişlerdir. Sanki söz konusu olan ABD değil de apartheid dönemindeki Güney Afrika Cumhuriyeti imiş gibi!
Milyonlarca dolarlık seçim kampanyalarının adayların sınıfını ve düzenle bağlarını daha baştan belirlemesi ise “demokrasi”nin bir başka cilvesi. Son seçimde iki partinin harcadığı para toplam 1 milyar dolar civarındaydı. Bu değirmenin suyu elbette tekellerden ve şirketlerden gelip burjuva adaylara akıyor. Başlı başına bu bile bu demokrasinin kimin demokrasisi olduğunu görmeye yetiyor.
ABD sendikalılaşma oranının düşüklüğüyle, ileri kapitalist ülkeler arasında Fransa’dan sonra ikinci sırada yer alıyor. 1983’te sendikalılık oranı %20 iken 2003’te bu oran %13’e indi. Amerikan Çalışma Bakanlığı Eylül 2002 raporuna göre, 32 milyon işçi –hizmet sektöründeki sözleşmeli işçiler, müdürler, bazı devlet memurları, tarım ve çiftçilikle ilgili işlerde çalışan işçiler– mevcut yasalara göre hiçbir şekilde toplu pazarlık etme hakkına sahip değil. ABD’de patronların %92’si işçileri sendika karşıtı toplantılara katılmaya zorluyor, %25’i sendikal mücadeleye katılan işçileri yasadışı yollara başvurarak taciz ediyor. 1950’lerin koyu gericilik yıllarından kalan ve güvenlik gerekçesiyle devletin grevleri yasaklayabilmesini mümkün kılan Taft-Hartley yasaları bugün hâlâ yürürlükte ve kullanılıyor. Bu yasalar aynı zamanda sendika fonlarını devletin denetimi altına sokuyor.
1970’te Amerika’da en üst gelir grubundaki %1’lik kesimin toplumsal gelirden aldığı pay %20 iken, bugün bu oran %40’ın üzerinde. En zengin 400 kişinin toplam serveti 1 trilyon dolardan fazla. Bir avuç azınlık servetlerine servet katarken toplumun büyük kesimi sürekli yoksullaşıyor. 50 milyon insan (nüfusun %15,6’sı) herhangi bir sağlık sigortasından yoksun durumda yaşarken, 36 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. ABD vatandaşı oldukları halde yerli, siyah ve Hispanik işçiler de tıpkı göçmen işçiler gibi ortalamanın altında ücret alıyor ve sağlıksız, güvenliksiz işlere koşuluyorlar.
Çelişkilerin bu ölçüde keskinleştiği ABD’de egemen sınıf, yaşanacak devrimin kendisi açısından kıyamet anlamına geleceğini çok iyi bildiği için her alanda mutlak denetimi elden bırakmıyor. İşsiziyle, çalışanıyla tüm işçi sınıfı, burjuva ideolojisinin aralıksız bombardımanı altında aptallaştırma operasyonlarına tâbi tutuluyor. Milliyetçilik, her türlü araçtan yararlanılarak insanlara damardan zerk ediliyor. Bir yandan dünyanın en büyük ekonomisi, en ileri teknolojisi, üretici güçlerin devasa boyutlardaki gelişmişlik düzeyi, öte yandan sınıflar arasındaki uçurumun, dinsel ve siyasal gericiliğin, mistisizmin her geçen yıl katlanarak artması.
Böylesine derin çelişkileri, kapitalist sistemi yerle bir edecek bir işçi devrimi dışında hiçbir şeyin çözemeyeceği açıktır. Ekonomik ve toplumsal sorunlardan, emperyalist savaşlardan şu ya da bu bireyi sorumlu tutarak sorunu kişi sorununa indirgeyenler, emperyalizmin tekellerin hâkimiyeti ve iktidarı olduğu gerçeğini gözlerden saklıyorlar. Proletaryanın sınıfsal çıkarlarını savunan, ona sınıfsal bakış açısını taşıyan ve onu iktidara ilerletecek devrimci bir partinin olmayışı, sınıfın geniş kesimlerinin politikadan uzaklaşmasına ya da emperyalistlerin hizmetindeki burjuva partilerin peşine takılmasına yol açıyor. İşçi sınıfına ciddi bir alternatif sunacak, ona tekellerin birleşik devletlerini değil işçi sınıfının birleşik sovyet devletlerini önerecek, bu uğurda sabırla ve kararlılıkla mücadele edecek devrimci bir önderlik olmadıkça, sınıfın politikaya aktif bir ilgi göstermesi ve doğrudan tavır alması beklenmemelidir. ABD işçi sınıfını Bush’un ya da Kerry’nin peşine takılmakla, emperyalist politikalara onay vermekle, mücadeleci olmamakla suçlayarak sırtımızdaki sorumluluktan kaçamayız. Biz komünistler görevimizi yerine getirmedikçe, işçi sınıfının şu ya da bu burjuva partisinin peşine takılması, burjuva politikalara açıktan ya da sessiz onay vermesi kaçınılmaz olacaktır. Bize düşen bunun bilinciyle hareket etmek ve daha fazla zaman kaybetmemektir.
link: Zeynep Güneş, ABD Seçimleri ve Bilinç Çarpılmaları, 10 Kasım 2004, https://marksist.net/node/207
İstanbul Üniversitesinde Faşist Saldırı
Üniversitelerde Faşistlerin Saldırıları Yoğunlaşıyor