Güdümlü-tekelci kapitalist sanayileşmenin siyasal sonuçları
Bundan önceki bölümde, Türkiye’deki dışa bağımlı tekelci kapitalist sanayileşme sürecinin ekonomik ve sosyal yapıda meydana getirdiği değişimler üzerinde durduk. Bu bölümde ise, bu ekonomik ve sosyal değişimlerin siyasal yaşama nasıl yansıdığını ve ne gibi sonuçlar doğurduğunu irdelemeye çalışacağız.
Daha önce de belirttiğimiz üzere, 1960’lara kadar ağır aksak bir şekilde ilerleyen Türkiye’deki kapitalist sanayileşme süreci, 60’lı yıllarda başlayan ithal ikameci sınai yatırımlar sayesinde sıçramalı bir gelişme gösterecekti. Sanayideki bu sıçramalı gelişme, hem sanayi proletaryasının nicelik ve nitelik olarak gelişimini hızlandırmış, hem de sınıf mücadelesi eğrisinde ani bir yükselişe yol açmıştı.
İşçi sınıfının örgütsüz ve her türlü haktan yoksun bulunduğu yıllarda ciddi bir sınıf mücadelesiyle karşılaşmamış ve bu bakımdan üzerinde hiçbir basınç hissetmemiş olan yerli büyük burjuvazi, sınıf mücadelesinin 60’lardaki bu ani yükselişi karşısında ciddi bir bocalama içine girecekti. Tam da yabancı sermayeyle ortaklık kurup tatlı kârlar elde etmeye başladığı bir dönemde karşısına dikilen bu sınıf mücadelesi engeli, esaslı bir şekilde ürkütmüştü burjuvaziyi. Bu koşullarda tam olarak ne yapacağını bilmez durumda olan yerli büyük burjuvazinin yardımına, TC’nin en yakın askeri ve siyasi müttefiki ABD emperyalizmi koşacaktı şüphesiz! ABD egemenleri, bir NATO üyesi ve aynı zamanda SSCB’nin sınır komşusu olan bir ülkede sınıf mücadelesinin gelişerek kapitalist düzeni tehdit edici boyutlara ulaşmasının, yalnızca o ülkenin burjuvazisi açısından değil, emperyalist-kapitalist sistemin genel çıkarı açısından da ne denli tehlikeli bir durum oluşturduğunun bilincindeydi.
İşte bu nedenledir ki, işler Türkiye’de daha o “tehlikeli” safhaya gelmeden ABD’li yetkililer derhal harekete geçecek ve sınıf mücadelesinin bu “tehditkâr” yükselişi karşısında ne gibi “güvenlik” önlemleri (siyasî, askerî, polisiye vb.) almaları gerektiği konusunda Türk makamlarını uyarmaya başlayacaklardı. ABD’li yetkililerin o dönemde yerli burjuvazinin temsilcileriyle ve burjuva devletin ilgili birimleriyle sık sık “bilgi alışverişinde” bulunmaya başlamalarının nedeni bu olsa gerektir! Öte yandan, bu “bilgi alışverişi”nin, ABD’li yetkililerin Türk makamlarını yaklaşan “tehlike” karşısında “uyarması”, “bilgilendirmesi”, “bilinçlendirmesi” ve de fiilen “yönlendirmesi” şeklinde olduğuna hiç kuşkumuz yok.
ABD emperyalizmine göre, alınması gereken önlemlerin başında, bir NATO üyesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) içyapısını düzene sokmak ve iç hiyerarşisini yeniden tesis etmek geliyordu. Çünkü TSK’nın hiyerarşik yapısı (emir-komuta zinciri), alt rütbeli subayların gerçekleştirdiği 27 Mayıs 1960 darbesiyle esaslı bir şekilde kırılmış ve ardından gelen iki darbe girişimiyle de (Albay Talat Aydemir’in önderliğindeki 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleri) “tehlikeli” bir şekilde bozulmuş bulunuyordu. Bu durumda, TSK içindeki emir-komuta zincirinin sağlam temellerde yeniden tesisi, hem Türkiye’deki kapitalist düzenin “bekası” açısından, hem de Türkiye’nin dahil olduğu emperyalist ittifakın (NATO) bölgedeki çıkarları açısından yaşamsal bir önem taşımaktaydı ABD ve Türk egemenleri için!
Alınması gereken ikinci önlem, Türkiye’de ortaklık kurmuş bulunan yerli ve yabancı büyük sermayenin ekonomik çıkarlarını savunacak ve bu bağlamda ABD’ye, NATO’ya, ikili anlaşmalara sadık kalacak bir siyasal iktidar yapılanmasının bir an önce oluşturulmasıydı. Ama mevcut burjuva parlamenter yapı içerisinde böyle bir iktidarın oluşturulabilmesi için de öncelikle yerli sömürücü egemen sınıflar bloku içindeki çatlağın giderilmesi, yani kent büyük burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri arasında bozulan ittifakın yeniden tesisi gerekiyordu.[1] Fakat öte yandan, bu ittifakın kurulması da yeterli değildi tabii ki. İki egemen sınıf kesimi arasında kurulan bu ittifakın, burjuvazinin bir diğer kesimini oluşturan geleneksel devletlû sınıfın, yani kendilerini cumhuriyetin kurucusu ve kollayıcısı olarak gören yüksek askerî bürokrasinin de desteğini alması gerekiyordu. Bu da ancak, ordu içinde emir-komuta zincirinin (iç hiyerarşinin) yeniden sağlanmasıyla ve yüksek komuta kademesinin, burjuva iktidar blokunun emrine girmesiyle mümkün olabilecek bir şeydi.
Üçüncü önlem, yükselmekte olan işçi hareketinin önünün kesilmesiyle ilgiliydi. ABD emperyalizmi ve yerli büyük burjuvazi, Türkiye’de işçi hareketinin gelişimini frenleyebilmek için öncelikle sendikal hareketin kontrol altına alınması gerektiği konusunda anlaşmış durumdaydılar 1960’larda. Bu konuda attıkları ilk adım ise, o yıllarda mevcut tek sendikal konfederasyon olan Türk-İş üzerinde burjuva devletin denetimini sıkılaştırmak oldu. Türk-İş bu yolla mücadeleci sınıf sendikacılığından mümkün olduğunca uzak tutulacak ve burjuva devletin kontrolü altında güdümlü, uzlaşmacı bir sendikal hareket konumunda tutulacaktı. Bu güdümlü sendikal hareket, daha sonra komuoyuna “partiler üstü” ya da “siyaset dışı” sendikacılık (!) diye lanse edilecek olan harekettir.
Dördüncü önlem, Türkiye’de işçi sınıfı temelinde gelişebilecek olan devrimci sosyalist siyasal hareketin ne pahasına olursa olsun önünün kesilmesiyle ilgiliydi. Bu konuda atılacak adımların başında ise, Türkiye’deki dinci ve milliyetçi sağ güçlerin sosyalist harekete karşı birer vurucu güç olarak kullanılması geliyordu. Ama bunu yapabilmeleri için de, öncelikle bu güçleri azılı anti-komünist, anti-Sovyet örgütlerin çatısı altında toparlamaları gerekiyordu. Daha sonra ise bu anti-komünist sağcı örgütler, ABD emperyalizminin planladığı ve yerli büyük burjuvazinin aktif olarak desteklediği bir soğuk savaş stratejisi çerçevesinde harekete geçirileceklerdi. Bu örgütler zamanla anti-komünist, anti-Sovyet kitle eylemleri düzenleyecek ve bu eylemlerle kışkırttıkları kitleleri, henüz daha yolun başında olan sosyalist hareketin üzerine salacaklardı.
ABD emperyalizmini yukarıda sıraladığımız önlemleri almaya iten şeyin sadece ortağının (yerli büyük burjuvazinin) çıkarlarını koruma güdüsü olmadığı açıktır. ABD’yi Türkiye’de bu önlemleri almaya iten esas neden, Sovyetler Birliği’nin sınır komşusu olan Türkiye’nin jeopolitik konumunun, emperyalist sistemin çıkarları açısından taşıdığı önemdi. Bilindiği gibi, ikinci emperyalist paylaşım savaşından en kazançlı çıkan emperyalist devlet ABD olmuştu. 60’lı yıllara gelindiğinde de ABD emperyalist sistemin tartışmasız hegemon gücü konumundaydı. ABD’nin bu konumunu diğer emperyalist devletler de de facto kabullenmiş durumdaydılar o dönemde. Dolayısıyla, emperyalist güçler arasında şimdiki gibi bir hegemonya mücadelesinin söz konusu olmadığı 60’lı yıllarda asıl çatışma, emperyalist-kapitalist sistemin tek hegemon gücü olan ve dünya üzerindeki nüfuz alanlarını daha da genişletmek isteyen ABD emperyalizmi ile buna karşı çıkan ve ABD’nin önünde fiili bir engel oluşturan SSCB arasında geçiyordu.
İki karşıt sistemin temsilcileri olarak, ekonomik, siyasî, askerî her alanda karşı karşıya gelen bu iki süper güç arasındaki rekabet ve nüfuz yarışı, birbirlerine karşı yürüttükleri sürekli bir soğuk savaş biçimine bürünmüş durumdaydı. Bir NATO üyesi olan kapitalist Türkiye de bu savaşta ABD emperyalizminin yanında saf tuttuğu için, doğrudan soğuk savaşa dâhil olmuş bulunuyordu. Bu yıllarda Türkiye’de bir yandan sınıf mücadelesinde bir yükselişin yaşanması, diğer yandan sosyalizme, SSCB’ye ve genel olarak “sosyalist sisteme” şu ya da bu ölçüde sempati duyan bir sol hareketin gelişmeye başlaması, sadece Türk egemenleri değil, emperyalist sistemin hegemon gücü olan ABD’yi de tedirgin etmişti. Bu nedenledir ki, emperyalist sistemin bu iki “müttefik” gücü (ABD ve Türkiye), Türkiye’de yükselişe geçen işçi hareketini ve solu engellemek için birlikte hareket edecek ve sola karşı planlanan soğuk savaşı birlikte yürüteceklerdi. Ve tabii, Türkiye’deki burjuva demokrasisi de bu soğuk savaş temelinde biçimlenecek ve inişleri çıkışları buna göre olacaktı!
TSK’nın bozulan iç düzeninin yeniden tesisi
1961 seçimlerinden sonra oluşan yeni burjuva parlamentosunda, hiçbir burjuva partisi tek başına mutlak çoğunluğu elde edebilmiş değildi. Milli Birlik Komitesi’nin de desteklediği CHP’nin ‘61 seçimlerinde aldığı oy, 1957 seçimlerinde aldığı oydan da daha azdı (%36,7). Büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin desteklediği iki sağ partinin, yani Adalet Partisi (AP) ile Yeni Türkiye Partisi’nin (YTP) aldıkları toplam oy oranı ise CHP’den fazlaydı (%48,5). Üstelik bu iki sağ parti, seçimlerin yapılacağı yıl kurulmuşlardı ve kapatılan Demokrat Parti’nin (DP) devamı oldukları iddiasıyla seçimlere katılmışlardı. Nitekim DP’nin oyları, gerçekten de bu iki sağ parti arasında bölüşülecekti 1961 seçimlerinde.
1961 seçimlerinin bu şekilde sonuçlanması çok normal bir şeydi aslında. Çünkü 27 Mayıs rejimi eski ekonomik ve sosyal yapılara hiç dokunmamıştı. Bu nedenledir ki, seçmen kitlelerin eski siyasal eğilimlerinde de önemli bir değişiklik meydana gelmemişti. Özellikle kırsal kesimdeki seçmen tercihleri, 1950’lerde olduğu biçimiyle aynen devam ediyordu. Bunun da başlıca nedeni, kırsal kesimdeki (özellikle aşiret bağlarının güçlü bir şekilde hüküm sürdüğü Kürt illerinde) seçmenlerin siyasal tercihlerinin eskiden olduğu gibi gene büyük toprak sahipleri tarafından yönlendiriliyor oluşuydu. Nitekim ‘61 seçimlerinden sonra oluşan yeni burjuva parlamentosundaki milletvekili dağılımı bunu açıkça ortaya koyuyordu. YTP’den seçimlere katılıp parlamentoya giren Doğu ve Güneydoğu illeri milletvekillerinin büyük çoğunluğu, büyük toprak sahiplerinin temsilcileriydiler. Dolayısıyla büyük toprak sahipleri 1950’li yılların parlamentolarında olduğu gibi, bu yeni parlamentoda da önemli bir ağırlığa sahip bulunuyorlardı. Öte yandan, AP de 1961 seçimlerinde hem kent büyük burjuvazisinin hem tarım burjuvazisinin, hem de büyük toprak sahiplerinin (toprak ağaları) temsilcilerini taşımıştı yeni parlamentoya. Böylece, kent büyük burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri 1961-65 döneminde iki ayrı partiyle (AP ve YTP) temsil edilmiş olacaklardı parlamentoda. Yani egemen sınıf cephesi içinde bir önceki dönemde (1950-60) oluşan çatlak, yeni dönemde de hâlâ devam ediyordu.
CHP’ye gelince; bu parti 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subayların, küçük-burjuva aydınların, Kemalist asker/sivil bürokrasinin adeta son sığınağı haline gelmişti ‘61 seçimlerinde. CHP’nin geleneksel olarak milliyetçi-devletçi küçük-burjuva eğilimi temsil ettiğine inanan bu kesimler, CHP’nin seçimleri büyük bir çoğunlukla kazanacağını da umut ediyorlardı. Fakat bu umutları çok çabuk sönecekti. Çünkü CHP seçimlerde çoğunluğu elde edememiş ve DP’nin devamı olduklarını iddia eden iki sağ partiyle (AP ve YTP) anlaşarak bir de koalisyon hükümeti kurmuştu seçimlerden sonra.
İsmet İnönü’nün başbakanlığında kurulan bu koalisyon hükümeti, sanayileşmeye öncelik tanıyan ve bu temelde yerli ve yabancı büyük sermayenin çıkarlarını gözeten bir program uygulayacaktı iktidarda kaldığı sürece. Koalisyonda yer alan CHP’nin bu tutumu, ondan çok şey bekleyen küçük-burjuva aydınları, Kemalist bürokrasiyi ve zaten iktidarın sivillere devredilmesinden pek de hoşnut olmayan ordu içindeki radikal eğilimli subayları ciddi bir şekilde hayal kırıklığına uğratmıştı. Nitekim ilerde değineceğimiz üzere, bu kesimler 1965 seçimlerinden sonra CHP’den giderek uzaklaşacak ve kendi Kemalizm anlayışları temelinde, devlet ağırlıklı bir “ulusal kapitalizm”i savunan ulusal kalkınmacı bir siyasal çizgi oluşturmaya yöneleceklerdi. Darbeciliği de içeren ve adına “parlamento dışı muhalefet” hareketi denen bu “radikal” siyasal çizginin ideolojik-teorik esin kaynağı, 1930’ların Kemalizmi ile 1960’ların pek revaçta olan ulusal kalkınmacı “üçüncü dünyacılık” akımı idi!
Seçimlerden sonra ordu içinde özellikle alt rütbeli subaylar arasında “huzursuzluğun” giderek artmakta oluşu, hem ABD’yi hem de yerli büyük burjuvaziyi ve büyük toprak sahiplerini endişelendirmekteydi. İşçi ve köylülerin hareketlendiği bir ortamda, bir de ordu içinde radikal eğilimli subayların huzursuzluğunun artması, istikrarın bozulacağından ve düzenlerinin sarsılacağından korkan egemenler için tehlikeli bir gelişmeydi kuşkusuz. Çünkü böyle bir ortamda ordu içinde çıkacak bir karışıklık, emperyalizmin ve yerli ortaklarının kontrolü ellerinden kaçırmalarına neden olabilirdi pekâlâ. SSCB’nin sınır komşusu olan ve bir ayağı Ortadoğu’da bir ayağı Avrupa’da bulunan Türkiye gibi bir ülkede, emperyalizmin kontrolü elden kaçırmasının ne gibi sonuçlara yol açacağı hiç belli olmazdı! Böyle bir durumda, emperyalist sermayenin ve yerli ortaklarının her şart altında başının fena halde ağrıyacağı besbelli bir şeydi.
Bu gelişmeler karşısında ABD emperyalizmi ve ortağı yerli büyük burjuvazi derhal harekete geçecek ve 27 Mayıs darbesiyle bozulmuş olan ordu içindeki hiyerarşik yapıyı (emir-komuta zincirini) yeniden tesis etmeye çalışacaklardı. Bunun bir gereği olarak, ‘61 seçimlerinden hemen sonra, TSK içinde yeni atamalar ve görev değişiklikleri gündeme getirildi. Fakat TSK içinde üst komuta kademesinin siyasal iktidarla anlaşarak başlattığı bu girişim, özellikle alt rütbeli subaylar arasında tepkiyle karşılandı. Kendilerini “Silahlı Kuvvetler Birliği” olarak tanımlayan bu subaylar, yüksek komuta kademesinin başlattığı bu tasfiye operasyonuna karşı çıktılar. Bunun 27 Mayıs’ı tasfiyeye yönelik bir hareket olduğunu ileri süren bu subaylar, yeni bir darbe girişiminde bulundular. Albay Talat Aydemir’in başını çektiği darbeci subayların gerekçesi, 61 Anayasası’nın gerekli kıldığı reformların yapılamamış olmasıydı. Darbe girişiminin birincisi 22 Şubat 1962’de, ikincisi ise 21 Mayıs 1963’de olmuştu. Fakat her iki darbe girişimi de İsmet İnönü hükümetiyle anlaşan ordunun üst komuta kademesi tarafından bastırılacaktı. Bunun ardından gelen süreç ise, TSK’nın yüksek komuta kademesini oluşturan ve aynı zamanda NATO bünyesinde de yönetici görevler üstlenmiş bulunan generallerin, orduda bozulmuş olan hiyerarşik yapıyı (emir-komuta zincirini) yeniden sağlamak üzere harekete geçmeleri olacaktı. Tabii bu süreç, ordu içinde yeni çatışmaları ve tasfiyeleri getiren ve nihayet 12 Mart 1971 darbesiyle noktalanan uzun bir süreç niteliğindeydi. Bu bahse, 12 Mart darbesinin tahlilini yaparken yeniden döneceğiz.
Büyük burjuvazinin hegemonyası altında iktidar blokunun yeniden kuruluşu
1961 seçimlerinin sonuçları, hiçbir partinin tek başına hükümet olamayacağını ortaya koymuştu. 1950’li yıllarda DP hem kent büyük burjuvazisinin hem de büyük toprak sahiplerinin temsilcilerini bünyesinde toplamış bir partiydi. Oysa ‘61 seçimlerinden sonra oluşan yeni parlamentoda, bu iki egemen sınıfın temsilcileri iki ayrı partiye (AP ve YTP) bölünmüş durumdaydı. Bu koşullarda hem büyük burjuvazi hem de büyük toprak sahipleri, Milli Birlik Komitesi’nin “telkinlerine” boyun eğerek CHP’yle bir koalisyon hükümeti kurmayı kabul etmişlerdi. CHP genelde bir burjuva partisi olsa da, geleneksel olarak bürokratik elitin temsilcisi konumundaydı aynı zamanda. Dolayısıyla, İsmet İnönü’nün başbakanlığındaki CHP’li bir koalisyon hükümeti döneminde siyasal iktidarı bütünüyle kendi tekeline alamayacağını ve parlamentoyu denetim altında tutamayacağını gören büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleriyle ittifakını bir an önce yenileyerek parlamentoda pozisyonunu güçlendirmeye çalışacaktı.
Egemen sınıf cephesi içinde siyasal hegemonyasını kurabilmesi için de atması gerekli bir adımdı bu büyük burjuvazinin. Öte yandan, 1961 parlamento seçimlerinden sonraki toplumsal gelişmeler de bu iki egemen sınıf kesiminin güçlerini bir an önce birleştirmelerini şart koşuyordu zaten. Çünkü kentlerde işçilerin patronlara karşı, kırsal kesimde ise topraksız-yoksul köylülerin büyük toprak sahiplerine karşı mücadelesi gün be gün gelişmekteydi. Nitekim Türkiye’deki gelişmeleri izleyen ABD emperyalizmi de sınıf mücadelesindeki bu “tehlikeli” tırmanışı görmüş ve Türkiye ile daha yakından ilgilenmeye başlamıştı. Türkiye’yle ilgilenen ABD’li yetkililer, Türkiye’de egemen sınıfların bir an önce güçlerini birleştirmelerini ve bu güç birliğine dayalı bir siyasal iktidar yapılanmasını bir an önce oluşturmalarını öneriyorlardı Türk egemenlerine. Ama ABD emperyalizmi böyle bir siyasal iktidar yapılanmasının, tabii ki “iş ortağı” yerli büyük burjuvazinin hegemonyası altında gerçekleşmesini istiyordu.
Emperyalist sermaye ile yerli büyük sermayenin bu konuda attıkları ilk adım, yeni dönemde burjuvaziyi temsil edecek bir siyasal lider yaratmak olacaktı. Hazırladıkları bir plan çerçevesinde hareket ederek, önce Adnan Menderes’in eski Su İşleri genel müdürü Süleyman Demirel’i Adalet Partisi’nin başına getirdiler. Süleyman Demirel, belli bir süre ABD’de de eğitim görmüş, mesleğinde başarılı olmuş genç bir politikacıydı. Demirel’in halkın içinden gelen bir kişi olduğu, “çobanlık yapığı” ve de ayrıca Amerika tarafından “çok iyi tanınıp takdir edilen parlak bir mühendis” olduğu burjuva medyada günlerce tefrika edildi. Burjuva medya tarafından böylesine övülüp göklere çıkarılan Demirel, AP kongresinde rakibini yenilgiye uğratarak başkan seçildi. AP’nin başına paraşütle indirilen Süleyman Demirel, Türkiye’nin yükselen sınıfı olan sanayi burjuvazisinin tartışmasız siyasi lideriydi artık.
Demirel bu konumun kendisine sağladığı politik avantajları iyi değerlendirerek, 1965 seçimleri öncesinde büyük toprak sahiplerini de kendi partisine çekmeyi başaracak ve böylece ABD emperyalizmi ile yerli büyük sermayenin arzuladığı egemen sınıflar ittifakını kendi partisi içinde gerçekleştirmiş olacaktı. Sonuçta büyük burjuvazi ile büyük toprak sahiplerini bünyesinde toplayan AP, 1965 seçimlerini %53 gibi bir oyla kazanarak tek başına iktidara geldi. Büyük toprak sahiplerinin desteğini tamamen yitiren YTP ise bu seçimlerde büyük bir oy kaybına uğrayarak siyaset sahnesinden silinip gitti. Kurulan bu yeni iktidar blokunun tartışmasız hegemon gücü, ticarî, sınaî ve malî sermayeyi bünyesinde toplayan yerli büyük burjuvazi oldu. Böylece, hem yerli büyük burjuvazinin hem de ABD emperyalizminin arzuladığı ve olmasını istediği siyasal iktidar yapılanması Türkiye’de gerçekleşmiş bulunuyordu.
Fakat 1965 seçimleri sonrasında ortaya çıkan ve sağ güçlerin ezici üstünlüğünü yansıtan bu parlamento tablosuna rağmen, gerek ABD’li yetkililer gerekse yerli egemen sınıf temsilcileri hâlâ endişeliydiler. Çünkü iki askeri darbe girişiminin (22 Şubat ve 21 Mayıs) bastırılmış olmasına rağmen, ordu içindeki hoşnutsuzluk ve kıpırdanmalar devam ediyordu. Üstelik bu kez ordu içindeki kıpırdanmalar, 27 Mayıs darbesinde olduğu gibi, ideolojik bakış açısından ve politik programdan tamamen yoksun kıpırdanmalar da değildi doğrusu! 27 Mayısçı subaylar ne yapacaklarını bilmez durumdaydılar ve siyasal inisiyatifi daha baştan CHP’ye, dolayısıyla burjuvaziye kaptırmış durumdaydılar. Oysa şimdi hem ordu içinde hem de sivil kesimde gelişen ve adına “parlamento dışı muhalefet” denilen bu hareketin, kendine göre bir “ideolojisi” ve “politik programı” vardı. Bu program her ne kadar küçük-burjuvazinin bakış açısındaki sınıfsal bulanıklığı taşıyor ve olmayacak bir düşün (kendi içine kapalı, “bağımsız ulusal kapitalizm”) peşinden koşuyorsa da, sonuçta bu muhalefet hareketi ABD emperyalizmiyle ortaklık kuran yerli büyük burjuvazinin devletteki mutlak hakimiyetine kesin karşı çıkıyordu. Bu burjuva-küçük burjuva karması muhalefet hareketinin ordu içinde ve özellikle genç subaylar arasında giderek taraftar bulması, ABD emperyalizmini ve yerli büyük burjuvaziyi derinden endişelendirmekteydi elbette!
Akıl hocalığını ABD’nin yaptığı Türkiye gibi kapitalist bir ülkede, yükselen sınıf mücadelesi koşullarında yerli büyük burjuvazinin ne genişlikte bir burjuva demokrasisi uygulayabileceği de netleşmeye başlamıştı. Sertleşen sınıf mücadelesine ve “tehlikeli” toplumsal muhalefet hareketlerinin gelişmesine tahammülü olmayan ve öte yandan çelişkileri yumuşatacak reformlar yapmaya da takati bulunmayan bir kapitalist ülkede burjuvazi ne kadar burjuva demokrasisi uygulayabilirse, Türkiye’de de burjuvazi o kadar bir “burjuva demokrasisi” uygulayabilecekti!
Türkiye’de finans kapitalin gelişmesi ve bir finans oligarşinin oluşması
1965 seçimlerinde AP’nin %53 oy alarak tek başına hükümet kuracak bir çoğunluğa ulaştığını söylemiştik. Seçimlerden sonra kurulan ve 1969 yılına kadar devam eden birinci AP hükümeti döneminde, lokomotifliğini sanayi sektörünün yaptığı katlamalı bir kapitalist gelişme süreci yaşanacaktı. Daha önce de değindiğimiz üzere, kapitalist üretimin gelişmesi ve iç pazarın genişlemesi için bu dönemde devlet altyapı yatırımlarını (yol, su, elektrik, maden çıkarma vb.) artırırken, yerli ve yabancı özel sektör şirketleri de sanayi sektöründeki yatırımlarını hızlandırmışlardı. Neticede, birinci Demirel hükümeti dönemi, sanayide sermaye yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin arttığı, tekellerin oluştuğu ve sanayi burjuvazisi içinden bir kesimin tekelciliğe yükseldiği bir dönem oldu.
Fakat iş bu aşamada durmadı ve duramazdı da. İç pazarın genişlemesiyle birlikte, satışları ve kârları her geçen yıl katlamalı olarak büyüyen ve önemli bir sermaye birikimine ulaşan tekelci sanayi burjuvazisi, artık her alana el atmaya, her sektörde (sanayi, tarım, ticaret, bankacılık, sigortacılık vb.) yatırımlar yapmaya yönelecekti. Sermaye cephesindeki bu hareketlilik, farklı sektörlerdeki büyük sermayelerin iç içe geçmesini, kaynaşmasını, dolayısıyla yeni ortaklıkları ve şirket birleşmelerini de beraberinde getirecekti. Özellikle, genişleyen özel sektör yatırımları ve bu temelde artan kredi ihtiyacı, bankaların kapitalist ekonomi içindeki rollerini ve önemini muazzam şekilde artırmıştı. Bu süreç, banka sermayesinin kapitalist ekonomi üzerindeki etkinliğini artırdığı gibi, aynı zamanda onun giderek hâkim sermaye haline gelmesini de sağlayacaktı. Nitekim bu süreçte banka sermayesi, çeşitli sektörlerdeki büyük sermayelerin kaynaşarak bir malî sermaye (finans kapital) sentezine ulaşmasında başat bir rol oynayacaktı.
İşte finans kapital gelişiminin bir göstergesi olan “holding” şirketlerin Türkiye’de ortaya çıkışı da bu döneme rastlamaktadır. Her ne kadar Türkiye’de holdingler 1970’lerde duyulmaya başlamışsa da, gerçekte çok daha erken tarihlerde oluşmuş bulunuyorlardı. Türkiye’nin ilk holding kuruluşu olan Koç Holding, 1963 yılında kurulmuştu. Bu holding, çeşitli sektörlerde faaliyet yürüten 25 şirketi bünyesinde toplayan bir finans kapital kuruluşuydu. Keza Sabancı Holding de 1966 yılında kurulmuştu. 1960’ların sonlarına doğru ise bunlara, Yaşar, Eczacıbaşı, Transtürk vb. gibi daha pek çok holding katılacaktı. Bunların yanı sıra, o dönemde her ne kadar “holding” unvanını taşımıyor olsa da, OYAK da aynı nitelikte bir sermaye kuruluşu olarak boy gösterecekti kapitalist ekonomide. İlerde finans kapitalin içinde yerini alacak olan bu sermaye kuruluşu, Batılı kapitalist ülkelerde benzeri olmayan bir biçimde, ordu mensupları tarafından “yaratılmış” bir sermaye kuruluşuydu. Yönetiminde generallerin bulunduğu OYAK, özel bir kanunla kurulmuş, vergilerden muaf tutulmuş “ayrıcalıklı” bir sermaye kuruluşuydu. O dönemin burjuva siyasal iktidarlarının hemen hepsi de OYAK’ı aktif olarak desteklemiş ve onun ayrıcalıklı konumuna göz yummuşlardır. Bunun bir sebebi vardı kuşkusuz: ABD emperyalizmi ile yerli büyük burjuvazi, ordu içindeki yüksek komuta kademesinin (askeri bürokratik elitin) gelişmekte olan yerli malî sermayeyle tam bütünleşmesini ve askeri bürokrasinin bir bütün olarak Türkiye’deki egemen burjuva iktidar blokunun tam destekçisi konumuna gelmesini arzuluyorlardı. Nitekim emperyalist ittifakın bu isteği, bilindiği gibi yarı faşist 12 Mart darbesiyle gerçekleşecek ve ardından gelen faşist 12 Eylül darbesiyle de iyice perçinlenecekti. Burada önemli bir not daha düşmemiz gerekiyor: Bu her iki darbe de, Türkiye’de sermayenin malî sermaye aşamasına yükseldiği bir tarihsel kesitte gerçekleşmiştir. 12 Mart darbesi, yerli büyük sermayenin malî sermayeye dönüşüm sancıları çektiği bir dönemin ürünüyken, 12 Eylül darbesi, malî sermayenin dışa açılma, emperyalistleşme sancıları çektiği bir dönemin ürünü olmuştur.
Kapitalizmin tekelci aşamasında, tüm kapitalist sektörlere (sanayi, ticaret, bankacılık, sigorta vb.) hükmeden ve bu sektörlerde faaliyet gösteren tüm sermayeyi de kendine bağımlı hale getiren finans kapital kuruluşlarının (holdingler) Türkiye’de de oluşmaya başlaması, kapitalistler sınıfı içinde de son derece önemli bir ayrışmayı gündeme getirecekti. Bu, kapitalistler sınıfı içinde bir kesimin sivrilerek diğerleri üzerinde hegemon bir konuma yükselmesi olayıydı. Bu kesim, malî sermayenin (finans kapital) yönetimini elinde bulunduran ve bu dolayımla büyük bir iktidar gücüne de (ekonomik, siyasî ve askerî) ulaşmış bulunan finans oligarşiden (malî sermaye zümresi) başkası değildi. Sanayi, ticaret, banka, sigorta vb. sermayelerinin bileşik gücünü temsil eden bu malî sermaye zümresi, burjuvaların en kodamanlarını bünyesinde toplamaktaydı. Bu zümreye, finans kapitalin diğer bir temsilcisi olan OYAK’ın omuzu kalabalık generalleri de dahil olacaktı şüphesiz!
Türkiye’de sermayenin 1960-70 arasında kat ettiği gelişme aşamalarını değerlendirdiğimizde, karşımızda kapitalizmin klasik gelişme örneklerinden farklı bir örneğin bulunduğunu görmekteyiz. Kapitalizmin klasik örneklerine bakacak olursak, orada çok erken tarihlerde başlayan ve görece uzun bir zaman dilimine yayılarak yaşanan kapitalist gelişme aşamaları (rekabetçilik, tekelcilik, finans kapitalin oluşumu vb.) Türkiye’de çok geç tarihlerde başlamış, fakat çok kısa bir zaman dilimi içinde (1960- 71) sıçramalı olarak yaşanmıştır.
Tüm bu aşamaları hızlandırılmış bir biçimde yaşayan ve sonunda finans kapital düzeyine ulaşan yerli büyük sermaye için artık geriye dönüş söz konusu değildir Türkiye’de. Elif Çağlı’nın çok özlü bir biçimde ifade etiği gibi, “‘70 dönemecinden öteye Türkiye kapitalizminin gelişim öyküsü, artık burjuvazinin tarım, ticaret ve sanayi kesimleri arasındaki çekişmeler temelinde anlatılamaz. Bundan böyle siyasi yaşamda yine pek çok altüstlük yaşanacak olsa da, kapitalist düzen finans kapitalin olgunlaşması ve giderek her alanı ahtapot kollarıyla sarıp hegemonyası altına alması temelinde ilerleyecektir.”[2]
1970’li yıllarda finans kapital aşamasına ulaşmış bulunan yerli büyük sermaye, başka ülkelerde kendisinden çok önce bu aşamaya ulaşmış bulunan her finans kapital oluşumunun yaptığı gibi, dışa açılmak, yatırımlarını ulusal sınırların ötesine taşımak, yani emperyalistleşmek için yanıp tutuşmaya başlamıştır. Fakat istemek başka şey, yapabilmek başka şeydir! Hem geç kalmanın yarattığı dezavantajlar (tarihsel faktör), hem de Türkiye’nin o yıllarda içinde bulunduğu ekonomik ve siyasî istikrarsızlık ortamının yarattığı belirsizlikler, Türkiye finans kapitalinin dışa açılma, emperyalistleşme emellerini boşa çıkarmaktadır. Bu ise, ilerde göreceğimiz üzere, Türkiye’de kapitalizmin krizinin daha da derinleşmesine ve buna bağlı olarak sınıf mücadelesinin sertleşmesine ve bu temelde devrimci durumların doğmasına yol açacaktır.
[1] 27 Mayıs rejimi döneminde çıkarları zarara uğrayan ve bu nedenle de küskün olan egemen sınıf kesimi büyük toprak sahipleri olmuştu. Milli Birlik Komitesi’nin yönetimi döneminde büyük toprak sahiplerinin kredileri kısıtlanmış, Ziraat Bankası’ndaki hesapları denetim altına alınmış, tarım fiyatları düşük tutulmuş ve “toprak reformu” yapılmasını isteyen bir yasa tasarısı Kurucu Meclis’in gündemine getirilmişti. Oysa aynı dönemde sanayi burjuvazisi lehine birçok kararlar alınmıştı Milli Birlik Komitesi tarafından. Sanayi burjuvazisine verilen krediler artırılmış ve bir planlama teşkilatı kurularak, sanayi sektörü öncelikle teşvik edilen bir sektör haline getirilmişti. Bu durum, egemen sınıf bloku içinde sanayi burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri arasında bir çekişmeye yol açmıştı.
[2] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.248
link: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /VIII, 28 Eylül 2008, https://marksist.net/node/1883