Burjuva gazetecilerin pişkince gülümseyerek “demokrasimizin yol kazalarından biri” diye niteledikleri 12 Mart darbesinden konuşalım mı? Gerçi üzerinden 35 yıl geçti, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, muasır medeniyetler seviyesine yetişmek üzereyiz milletçek şunun şurasında. Yani artık eski defterleri karıştırıp tatsız anıları dökmeye gerek yok, ama olsun. Bu işte bir bit yeniği var sanki. Türkiye işçi sınıfının o döneme ilişkin televizyon yapımlarının bulanık öznelliğinin, cilalı belgesellerin duygusal şıklığının ve generallerin şanlı acındırmalı anılarının ötesini merak etmeye, “bize ne oldu?” diye sormaya cüret etmenin zamanı gelmedi mi artık sizce de? Tarih avcıların oyuncağı olduğu sürece aslanlar hep aynı tuzağa düşmez mi? Yaşasın aslanların “TARİH BİLİNCİ”!
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 1946 yılına kadar Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) tek parti yönetimi altında aç bırakılmacasına sömürülen köylüler ve henüz doğum aşamasındaki işçi sınıfı açısından, “çok partili” yaşamda da değişen fazla bir şey olmadı, belki de değişen yalnızca sefaletin derecesiydi. Zaten CHP’den sonra iktidara gelen Demokrat Parti (DP) kurucuları da ezilen çoğunluğun değil toprak burjuvazisinin temsilcisiydi. Bunlar, çıkarlarıyla çelişen bir yasanın Meclis’teki oylamasında ret oyu kullanarak CHP’den kopmuş kodamanlardan oluşuyordu. 27 Mayıs 1960’a kadar sürecek kapışma böylece görünür hale gelmişti. Ama vitrindeki söylem CHP içinde “özgür ve serbest tartışma ortamı” talebiydi tabii. “Bu dükkân ikimize dar geliyor” diyecek halleri yoktu ya!
Yığınlar ise yine bilinçsiz, yine öfkeli ama şaşkındı, DP iktidarı altında da. İşçilerin kâğıt üstündeki sendika hakkını kullanmasının hükümetin tehditleriyle engellendiği, sınıfın hizmetinde basın olanaklarının olmadığı sözde çok partili yaşamda daha ne olsundu ki! Dönemin devlet güdümlü sendikalarına hâkim olan anlayışı göstermesi bakımından, 1950 yılında tekstil işçileri sendikasının başlattığı kampanyanın sloganını anmadan geçmeyelim: Ulusal ekonomi kurtarılmalı, işsizlik önlenmeli! Ulusal ekonomi bir kurtulsa herkes rahata erecekti yani; işçiler de, pamuk tüccarı ağalar da. Ama hükümet bu “masum” slogana bile tahammül edemedi ve işçilerin ağzını bantladı: Kanunda yazıyor kardeşim, sendikalara siyaset yapmak yas-sak! 1960’a gelindiğinde ücretlilerin oranı çalışan nüfusun %20’sine ulaşmıştı, bir bölümü devlet işletmelerinde “memur” statüsünde çalışan 2,5 milyon işçiydik yani. DP iktidarı altındaki tek grev ise 1959’da Zeytinburnu taşocaklarında olmuş, yine hükümetçe yasadışı sayılıp bitirilmişti.
Sonra neyse ki 27 Mayıs 1960 yol kazası oldu da, “…demokrasinin içine düştüğü buhran ve müessif hadiseler dolayısıyla…” askerler yönetime el koydu! Daha doğrusu yönetimin üstüne bir güzel oturdu. Sonra? 27 Mayısçı genç subaylara ilerici, solcu, devrimci diyenler mi istersiniz, komünist diyenler mi… Oysa olan, en kısa ifadesiyle egemenler arasında bir kesimin diğer kesimle mücadelesinin ve sermaye birikimi rejiminin dışarıdaki ağabeyin gözetimi altında yeni bir aşamadan geçişiydi. Mobilyaların yerleri değişmiş, yerler de silinmişti ama hâla aynı küflü evde oturmaya devam edecektik. Darbeci genç askerlerin komuta kademelenmesine uymamış oluşlarıysa onların kitlelerin çıkarlarını temsil eden fedakâr önderler olmasından değil, ordu içinde bir hizbi temsil etmelerinden kaynaklanıyordu. Kemalist ideolojinin de etkisiyle vatan aşığı cesur subaylar olarak yüceltilen bu insanlar, bırakalım düzeni değiştirmeyi ya da sosyalizmi, en hafifinden toplumsal adalet arayışında bile değildiler. Darbenin hemen ertesinde DP kapatıldı, önderleri kendilerini halkın gözünde mazlumlaştıran bir yargılama süreci sonunda idam edildi, orduda kitlesel zorunlu emeklilikler gerçekleştirildi, onlarca öğretim üyesi görevden uzaklaştırıldı, Kürt toplumunun önde gelenleri “ağalığın etkisini kırmak” gibi bir gerekçeyle Batıya sürüldü.
Darbe sürecinin siyasal-toplumsal alana etkisi herhalde en çok 12 Mart 1971’de “Türkiye’ye bol geldiği için daraltıldığı” nüktesi tekrarlanıp duran 1961 Anayasası ile görüldü. Anayasa’yı hazırlayacak komisyonu oluşturan 150 kişilik Temsilciler Meclisi’nde CHP’ye, esnaf kuruluşlarına hatta muharip gazilere kontenjan ayrılırken işçi sendikalarına yalnızca 6 temsilcilik düştü. Bir demokrasi harikası diye yüceltilen Anayasa metninde grev hakkı “ülkemiz gibi ona tamamen yabancı olan toplumlarda ancak bazı sınırlamalarla kabul edilebileceği” ifadesiyle yer aldı. Yine 1961 Anayasası’nın başındaki kutsal halelerden biri olarak alkışlanan “sosyal devlet” kavramı ile devletin vatandaşlarına karşı yükümlülüklerinin bulunduğu ifade ediliyordu. Ancak sendika ve grev haklarının hükümetlerin keyfi yorumları yerine başlı başına bir yasaya konu olması bile 1963 yılını buldu. Üniversite ve radyoya özerklik tanındı, kamu görevlilerine güvenceler sağlandı. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) da rejimin demirbaşı olarak cicili bicili demokrasi oyunundaki yerini ilk kez anayasal düzeyde alıyordu. Peki milyonlar cidden bir özgürlükler deryasına mı yuvarlanıvermişti? Ya da nereden çıkmıştı bütün bunlar ansızın?
Avrupa’da II. Dünya Savaşı sonrası faşist rejimlerin yenilmesiyle burjuva demokrasisi furyası başlamıştı. Uluslararası sözleşmelerde ve ulusal yasalarda işçi hakları da zikrediliyordu artık. İşçi sınıfının bireysel ve kolektif hakları hukuk diliyle söylersek “düzenleniyordu”. Yani kapitalist devletlerin rızası ve gözetimi altında parlamentolar tarafından çerçevelenip sınırlandırılıyordu. Elbette özelikle Batıda, geçmiş işçi kuşaklarının mücadeleleriyle elde edilmiş kazanımlara ekleniyordu bu süreç. Ayrıca bürokratik despotizm karakterine rağmen SSCB’nin varlığı da kitlelerin gözünde canlı bir örnek olarak hükümetleri tavizler vermeye zorluyordu. Türkiye içinse devam etmekte bulunan kapitalistleşme sürecinde benzeri “düzenleme”ler bin bir kısıtlamayla da olsa hayata geçirildi. Son olarak, Anayasa’nın hemen her maddesinden, DP’li hükümetlerden ağzı yanan asker-sivil elitin siyasi iktidarı frenlerle donatarak yoğurdu üfleme çabasının okunduğunu da eklemek gerek.
Özellikle 1963 sonrasında hem işçilerin sayısı hem de aktif nüfusa oranı sürekli artış gösterdi. Buna ortalama olarak 100 ve daha fazla sayıda işçinin bir arada çalıştığı işyerlerinin artışı da eşlik etti. 1971 yılına gelindiğinde toplam ücretli sayısı 4 milyona, ücretlilerin aktif nüfusa oranı ise %30’a yükselmişti. 1963 yılında toplam grev sayısı 7, grevci işçi sayısı 1300 iken, 1970 yılında 111 grevde toplam 26 bin işçi halaylar çekiyordu.
Bu hareketlilik, özellikle doruğa ulaştığı 1969-1971 arasında işçi sınıfı açısından yalnızca sayıca artan ve tekrarlanan hak mücadelelerinden ibaret değildi. İşçiler bu süreçte bizzat kendi gözlerinde bir yığın olmaktan çıktılar ve bir araya geldiklerinde toplumsal konumlarını politik bir güce çevirebileceklerini görmeye başladılar. 1967 başında kurulan Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) yönlendirdiği mücadelelere yalnızca grevci işçiler değil aileleri, çevre halk da katılıyor, işçi hareketi meşrulaşarak kitleselleşiyordu.
Ülkeye güçlü sendikacılık getirme bahanesiyle DİSK’i hedef aldığı açık olan Sendikalar Kanunu değişikliği tasarısı bu yükselişe karşı 1970’te Meclis’e getirildi. Tasarının yasalaşmasıyla sendikal alan, sermaye yanlısı Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu Türk-İş’in tarlası haline gelecekti. Ancak Türk-İş tabanını oluşturan işçilerin de katılımıyla 15-16 Haziran günleri boyunca Gebze’den Gaziosmanpaşa’ya tüm İstanbul’u saran işçi eylemleriyle tasarının bazı maddeleri Anayasa Mahkemesinden geri döndü, bazılarıysa yasalaşmalarına rağmen 12 Eylül 1980’e kadar fiilen uygulanamadı. 15-16 Haziran’la, aynı zamanda, hâlâ köylülük merkezli stratejiler kuran ya da parlamenter yoldan tozsuz dumansız özgün sosyalizm tezlerini savunanlara da iyi bir ders verilmiş oldu. Ama duymak istemeyen kulaklardan daha sağırı yoktu.
İşçi hareketinin bu yükselişinin yanı sıra, DP’nin mirasçısı Adalet Partisi’nin (AP) baskılarıyla düzlemeye çalıştığı üniversitelerde de bir hareketlilik yaşanıyordu. Üniversiteler boykotlarla, işgallerle çalkalanırken, 1961 yılında kurulmuş ve 1965 seçimlerinde parlamentoya 15 milletvekili yollamış Türkiye İşçi Partisi (TİP) ise öğrencilere “uslu durun, yoksa faşizm gelir” öğüdünde bulunuyordu. Köylüler de 1960’lardan başlayarak mitinglerle, toprak işgalleriyle seslerini yükselttiler: Tekirdağ, Rize, Adıyaman, Çorum, Antep, Tokat köylüleri de toplumsal hareketlenmede yerlerini alıyorlardı.
Bu tablo karşısında AP, gerek mücadeleye katılan kesimlerin üzerine faşist çeteleri salarak gerekse de yasal düzenlemelerle toplumsal muhalefetin önünü kesmek için çabalıyordu. Tutuklamalar, yasaklamalar, baskılar... 27 Mayıs ertesinin yapay da olsa neşeli havasından eser kalmamıştı, işler hiç iyi gitmiyordu. Bu kez büyük sermaye çevrelerini arkasına alan ordu, otorite bunalımını yüreği ağzında daha fazla seyretmedi tabii. Yine mi başladığımız yere döndük yoksa?
Bu kez Mart’ın 12’si, 1971. Ordu hükümeti düşürür. İlk iş olarak, Silahlı Kuvvetler içinde kontrolsüz bir darbe tehlikesine karşı “radikal” denen subaylar tasfiye edilir. Yeni bir hükümet kurulur, sıkıyönetim ilan edilir. Bir MGK toplantısında Genelkurmay Başkanı’nın “sosyal uyanmanın ekonomik gelişme hızına uydurulması için” istediği değişiklikler doğrultusunda Anayasa kırpılıp “daraltılır”. Devrimci gençlik önderlerinin bir kısmı pusuya düşürülüp çatışmalarda; bir kısmı ise saçma sapan yargılamalar sonucu apar topar idam edilerek katledilir.
1960’lı yıllar Türkiye’si işçileşmenin hızla yayıldığı, kente göçlerle işsizliğin gizlenemez hale geldiği, gecekondu yaşamının şehrin bir parçası haline gelmeye başladığı, kitlelerin kapışıp duran iki burjuva partisinin arasında yıllardır öğütüldüğü bir ülkeydi. Bu koşullarda 1961 Anayasası’yla gelen kimi haklar ve genel politik hava işçi sınıfının hareketlenmesine uygun bir zemin hazırladı. Yoksa sırf yasal hakların hediye edilircesine toplumun önüne konması bir özgürlük ve mücadele ruhu yeşertivermedi. DİSK’in varlığı ve yönlendirici sınıf sendikacılığı, TİP’in mevcut anlayışına rağmen sendikacılar tarafından kurulmuş bir parti olarak parlamentoya girebilmiş olması gibi etkenler de işçi sınıfı hareketinin doğup yükselmesine, kendisine güven duymasına hizmet etti. Ancak bağımsız bir örgütlenmeyle devrimci Marksist sınıf politikasını hayata geçirecek ve öğrencilerden köylülere farklı toplumsal kesimlerin de muhalefetini sistemin kendisine yoğunlaştıracak bir işçi önderliği yoktu. Elbette bugün olduğu gibi o yıllarda da işçi sınıfının kurtuluş mücadelesini uluslararası çapta örgütleyecek bir Enternasyonal’in bulunmayışını da hesaba katmak zorundayız. Samimi devrimci duygularla mücadeleye atılmış ve hayatlarını kaybettiklerinde bile ortalama 23 yaşlarında olan genç önderlerse işçi sınıfından çok farklı yönelimlerle politik yaşamlarını da noktalamışlardı.
Liberal sol kesimler, burjuva demokrasisinin her seferinde yara almak ne kelime evrile çevrile dayak yemesi karşısında fenalıklar geçirip sessizce ağlıyorlarsa da faşizm, hükümet darbeleri, burjuvazinin yerli ya da yabancı kesimlerinin emriyle rejim değişiklikleri kapitalizm altında kaçınılmazdır. Çaresi ise demokrat çevrelerin hayırhah faaliyetleri ya da Avrupa Birliği normlarına sığınmak değil, işçi sınıfının mücadelesini yükseltmektir. Çünkü ancak işçilerin iktidarı bu oyunun sonunu getirebilir; yeryüzünde sermaye düzeni sürdükçe işçileri uyutmaya, bombalamaya, kurşuna dizmeye, zehirlemeye, çürütmeye ve sömürmeye yarayan bu oyunun.
ÖZGÜRLÜK İŞÇİLER SAVAŞIRSA GELECEK!
YAŞASIN SINIF MÜCADELESİ!
link: A.Y., Yaşasın Aslanların Tarih Bilinci, Mayıs 2006, https://marksist.net/node/1029
Küçük Çiftçilerin Makûs Talihi
İşçi Hareketinden: Mayıs 2006