Dokuz büyüklüğünde bir deprem ve ardından gelen dev dalgalar. Japonya büyük bir yıkımla boğuşuyor. 10 bini aşkın insan can vermiş durumda ve her geçen gün kayıp olduğu söylenen 20 bin insandan bir yenisi daha bu sayıya ekleniyor. Ülkenin yaşadığı yıkımın maddi boyutunun da 300 milyar doları aşacağı tahmin ediliyor. 300 binden fazla insan geçici barınaklarda yaşam kavgası verirken, 25 bin kişinin de sokakta yaşamak zorunda kaldığı belirtiliyor. Depremin ardından geçen üç haftaya rağmen, iki milyona yakın ev susuz, bir buçuk milyon ev ise elektriksiz durumda. “Teknoloji lideri” Japonya’nın bugünkü görüntüsü bu. Binlerce insanın hayatının yanı sıra kapitalist kibir de yerle bir olmuş durumda.
Japonya bugüne değin, depreme de, depremin denizde oluşturduğu dalgalara da hazırlıklı bir ülke olarak biliniyordu. Yüzyıllardır bu doğa olaylarının yarattığı nice yıkımlar ve acılarla boğuşan bir ülkede, Japon burjuvazisi gerçekten de diğer ülkelere kıyasla kayda değer önlemler geliştirmişti. Ne var ki, bu son felâketle bir kez daha doğrulanmış oldu ki, kapitalist çerçevede kalındığı sürece, alınan ve alınacak tüm tedbirlerin sınırlarını belirleyen temel faktör, insan hayatı değil, kapitalistlerin kârlarıdır. Depreme ve deprem dalgalarına karşı alınan tedbirler, olası bir felâketin muhtemel maksimum ölçeklerine göre değil, istatistiksel ortalamalara ve bu ortalamalara dayanan risk analizlerine göre saptanmış ve hayata geçirilmiştir. Nedeni gayet açık; daha fazla güvenlik daha fazla maliyet demektir!
Bu kahredici kapitalist mantalitenin en ağır sonuçlarını yaşıyoruz. Deprem de, deprem dalgaları da kaçınılmaz ve engellenemezdi. Ama bunun sonuçları hiç de kaçınılmaz ya da engellenemez değildi. Hele ki, bu iki felâketin sonucunda gelişen ve başta Japonya ve içinde bulunduğu bölge olmak üzere tüm kuzey yarımküreyi etkileyecek nükleer felâket, tam bir kapitalist cinayettir. Bu felâket hiçbir şekilde doğa güçleri karşısındaki acizliğimizden kaynaklanmıyor. Hiçbir şekilde öngörülemez, kaçınılmaz ya da engellenemez değildi. Ve bu anlamda nükleer felâketin tek sorumlusu kapitalist sistemdir. Yaşanılan nükleer felâket, kapitalizmin insanlığın başına açtığı belaların tipik bir göstergesidir.
Önlem mi, yeni kazalara davetiye mi?
Fukuşima-1 nükleer santralindeki kazanın boyutları günler boyunca hem Japon yetkililer tarafından hem de Uluslararası Atom Enerji Kurumu ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından olduğundan önemsiz gösterilmeye çalışıldı. Burjuvazinin ve burjuva kurumların bu yöndeki çabaları halen devam ediyor. Buna rağmen, başta Avrupa olmak üzere çeşitli ülkelerde gerçekleşen protesto gösterileri, burjuva hükümetleri en azından zevahiri kurtaracak adımlar atmak zorunda bırakıyor.
Nükleer santraller bu vesileyle bir kez daha kamuoyu nezdinde giderek yaygınlaşan bir sorgulamayla karşı karşıya kaldı. AB ülkelerinde nükleer fisyon enerjisi tekrar tartışma konusu haline geldi. Özellikle Almanya’da büyük gösteriler yapıldı; Stuttgart’ta 50 bin kişilik bir protesto gösterisi düzenlendi, nükleer santrallerin etrafında 45 kilometrelik insan zincirleri oluşturuldu. Elektrik üretiminin yarıdan fazlasını nükleer enerjiye dayandıran Fransa’da da benzer gösteriler yaşandı.
Alman hükümeti, kamuoyunun baskısını yatıştırmak için nükleer santrallerini üç ay süreyle kapatma kararı aldı. İsviçre, yeni santral inşa planlarını askıya aldığını, devam eden üç santralin inşaatını durdurduğunu açıkladı. Ardından AB yetkilileri bir toplantı yaparak, AB dahilindeki tüm nükleer santrallerin “stres testi”nden geçirilmesi ve testten geçemeyen santrallerin kapatılması kararı alındığını duyurdular. Avrupa dışındaki diğer ülkelere de aynı yönlü kararlar almayı tavsiye ettiler.
Bu adımların hepsinin göstermelik olduğunun altını çizmeliyiz. Alman Der Spiegel dergisinin, nükleer çağının sona erdiğini ilan etmesi de aynı doğrultudaki yatıştırma gayretlerinin bir parçasıdır. Nitekim artan kamuoyu baskısı karşısında bugün atılır görülen bu adımların hiçbir inandırıcı tarafı yoktur, oyalama ve zaman kazanmaya dönüktür. Sözkonusu testleri yapacak olanlar, bunların sonuçlarını derleyip rapor haline getirecek olanlar, bu sonuçları kamuoyuna açıklayacak olanlar kimlerdir? Trilyonlarca dolarlık yatırımlara sahip olan dev uluslararası tekeller, ruhunu bu tekellere satmış profesörlerden ve nükleer mühendislerden oluşan nükleer lobisi ve kapitalist tekellerin hizmetindeki burjuva hükümetler. Bunlardan gerçekçi testler, güvenilir raporlar ve açıklamalar beklemek, şeytandan nedamet getirmesini beklemek kadar beyhude bir davranış olurdu.
Kaldı ki, burada çok önemli bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor. Bu tür testler ne denli ciddi yapılırsa o denli büyük riskler taşımaktadır. Bugüne kadar yaşanan ve kamuoyuna yansıyan ciddi nükleer kazaların hiç de küçümsenmeyecek bir kısmı tam da bu tür testler ve tatbikatlar sırasında yaşanmıştır. Bilinen ve en büyük nükleer felâket olarak adlandırılan Çernobil kazası tam da bu tür bir tatbikat nedeniyle tetiklenmiştir. Gerek insan hataları, gerek tasarım hataları gerekse de öngörülemez durumlar nedeniyle, zaten bıçak sırtındaki bir dengede işleyen nükleer reaktörlerin, stres testlerine karşı hiç de gerekli esneklikte olmadıkları bilinen bir gerçektir. Gerçek bir test ve denetim, nükleer santralin işletme personeli, testin tarihi ve saati, içeriği ve kapsamı, sınanacak kaza durumları ve senaryoları konusunda önceden bilgilendirilmezse yapılabilir. Aksi durumda her sözümona test, basit bir aldatmacadan ve danışıklı dövüşten ibaret olacaktır. Ama böylesi gerçek bir stres testini hiçbir kapitalist hükümetin ya da dev tekelin gerçekleştirmesi beklenemez. Nitekim bu tür testler, göstermelik olmanın ötesinde gerçek anlamda uygulanırsa, Avrupa’daki 100 civarında nükleer santralin birkaçında ciddi kazaların olacağını ve kontrolün tümüyle kaybolacağını söylemek hiç de kehanet sayılmamalıdır.
Dolayısıyla bu tarz aldatmacadan ibaret sözümona testlere karşı gerçek stres testlerinin yapılmasını talep etmenin de hiçbir mantığı olamaz. Bunun Rus ruletinden bir farkı olmazdı. Savunulması gereken tutum, derhal ve ivedilikle, kısa vadeli bir plan dahilinde tüm nükleer reaktörlerin kapatılması olmalıdır.
AKP ve burjuvazinin nükleer iştahı
Fukuşima kazasından sonra nükleer enerji üreten ya da üretmeyi planlayan neredeyse tüm ülkelerin hükümetleri en azından zaman kazanmaya ve halkı oyalamaya dönük açıklamalar yaparken, iki ülkenin burjuvazisi bundan farklı bir çizgi izledi. Bu ülkelerden biri Çin diğeri ise Türkiye. Her iki ülke de, demokratik geleneklerin zayıf oluşu, hükümetlerin kamuoyu baskısını yeterince umursamayışı gibi hususlarda ortak özelliklere sahip. Ama bundan daha da önemli bir ortak paydayı, her iki ülke burjuvazisinin de emperyalist hiyerarşide daha yükseklere tırmanma arzusu oluşturuyor. Bunun için ne gerekiyorsa yapıyorlar.
Her iki ülkede de işçi sınıfı giderek artan ölçüde iliklerine kadar sömürülürken, kapitalist sömürü ne insani ne ahlâki ne çevresel hiçbir değer dinlemiyor. Tek güdünün daha fazla kâr etmek olduğu bu dizginsiz sömürü cehennemlerinde doğa inanılmaz ölçüde tahrip ediliyor, insan emeği neredeyse kuralsız bir sömürüye tâbi tutuluyor, kitlesel iş cinayetlerinin, çevre felâketlerinin ardı arkası kesilmiyor. Bunlar yetmiyor, belirleyici bir bölgesel güç olma yolunda, siyasal ve askeri prestij peşinde koşuluyor. Nükleer enerjiye sahip olmak bu doğrultuda atılmış bir adım olarak görülüyor. Ne de olsa, burjuvalar ve onların hizmetindeki bilim adamları, nükleer enerji üretimi olmadan nükleer silah geliştirmenin de pek mümkün olmadığını, bu enerjinin barışçıl kullanımı ile askeri kullanımı arasında iddia edildiği gibi Çin Seddi bulunmadığını biliyorlar. Tarihsel olarak nükleer teknoloji atom bombası imalatı çalışmalarıyla gelişmiştir ve bugün bile alnındaki bu militarist damga kaybolmuş, militarist eğilim ve kaygılardan arınmış değildir. Güçlü militarist eğilimlere sahip ülkelerin kullandıkları nükleer santral tiplerine baktığımızda da bunu görüyoruz; atom bombası için gerekli plütonyum izotoplarını daha büyük ölçüde üreten reaktör tiplerini tercih etmekteler. TC’nin Akkuyu’da inşa etmeyi planladığı basınçlı su reaktörleri de bu tiplerden biridir. Bunun basit bir tesadüf olduğuna inanmak için bir nedenimiz var mı?
AKP hükümeti, Fukuşima kazasının, giriştikleri nükleer macerayı etkilemeyeceğini ilan etmekte akla zarar bir gayretkeşlik gösteriyor. İlgili bakanların ve Başbakanın açıklamaları, yalnızca konu hakkındaki zır cahilliklerini göstermekle kalmıyor, halkı nasıl aptal yerine koyabildiklerinin de parlak bir örneğini teşkil ediyor. Başbakan, yüzyıllar ve hatta bin yıllar boyunca milyonlarca insanın sağlığını etkileyecek, kanser vakalarını inanılmaz boyutlarda tırmandıracak, binlerce kilometrekarelik alanları yaşanmaz hale getirebilecek potansiyele sahip nükleer kazaları tüpgaz patlamasıyla eş tutabilecek bönlükte açıklamalar yaparak, konu hakkındaki literatüre unutulmaz katkılar sundu! Daha orta şiddette bir depremde bile yıkılmayan ve tabutluğa dönüşmeyen binalar yapılmasını sağlayamayan bir Bayındırlık Bakanı, depreme karşı en dayanıklı santrali kendilerinin yapacağını söyleyebilecek kadar vurdumduymazlık ve cahil kibri sergileyebilmekte. Diğer taraftan Enerji Bakanı, her açıklamasında, kafaları karıştırmak üzere yeni bir çarpıtma ve yalanla karşımıza çıkıyor. Tüm bunlar, emperyalistleşme arzusunun yanı sıra 20 milyar dolarlık bir yatırımdan sağlanacak “yarar”ların birilerinin iştahını nasıl kabarttığına da işaret ediyor.
1, 2, 3 daha fazla nükleer nesil!
Enerji Bakanı Taner Yıldız, Fukuşima kazasına kaza dememek için günlerce direndi. Ona göre bu bir “arıza” idi. Ardından kaza ayyuka çıktığında, Japonya’daki Fukuşima santralinin eski olduğunu, 1. nesil santral olduğunu, kendilerinin Akkuyu’ya kuracakları santralin ise 3. nesil kategorisinde olduğunu açıkladı. Laf arasında Japon nükleer teknolojisinin eski olduğunu belirten bakan Yıldız, Sinop’ta kurmayı planladıkları ikinci nükleer santral için Japonlarla görüşmekte olduklarını unutmuş gibiydi. “Japonya’daki 1. nesil santral. Biz 3. nesil (3G) yapıyoruz. Çernobil’de kalbi içinde tutan kap kısım yoktu. Bizim yapacağımız 3. nesil santraller 120 metre betonla, demirle kapalı, tehlike anında da otomatik olarak kendini kapatıyor” diyor ve Türkiye için endişelenecek bir durum olmadığını söylüyor bakan. Ne talihsizliktir ki, bakanın öve öve bitiremediği santrallerden biri Rusya’dan, diğeri Japonya’dan alınacaktır ve tarihin gördüğü şimdilik en büyük iki kaza da bu ülkelerde gerçekleşmiştir.
Ya bakanı nükleer danışmanları fena halde işletiyor ya da bakan kendisine sunulan bilgileri pek aklında tutamıyor. Bir açıklamada her satır mı yanlış olur? Japonya’daki Fukuşima santrali 1. nesil değil, 2. nesildir! Çernobil’de “kalbi içinde tutan kap” hiç yok değildi, farklı santral tipi olduğu için farklı bir kap vardı! Yapacakları üçüncü nesil santral 120 metre değil 120 santimetre betonla çevrili olacak! Ve sonuncusu, sadece 3. nesil olanlar değil tüm nükleer santraller tehlike anında otomatik olarak kapanıyor ama kapanmakla iş bitmiyor. Nitekim Fukuşima’daki 3 reaktör de deprem anında kendiliğinden kapandı (diğer üçü zaten deprem sırasında aktif değildi, ama bu bile 4. reaktördeki yangın ve sızıntıyı engellemedi) ama bu kapanma reaktörlerde gerçekleşen patlamaları, bilmem kaç santimlik beton korumaların ve çelik zırhların un ufak olmalarını, reaktör kalbinin erimeye başlamasını, reaktör kalbini muhafaza eden çelik kazanın çatlamasını ve (en azından şimdilik bir reaktörde) muhtemelen işlevini büyük ölçüde yitirmesini engellemedi.
Bakanın ve nükleer lobisinin bizleri inandırmaya çalıştığının aksine, nükleer santrallerin 3. neslinin güvenlik açısından daha önceki nesillerle kategorik olarak yani nitelik olarak bir farklılığı mevcut değildir. 3. nesil denilen santrallerin ayırt edici yönleri, güvenlik de dahil olmak üzere işletmede kullanılan neredeyse tüm sistemlerin dijital hale getirilmiş olması, daha kompakt tasarımlar, işletme ömrünün 40-50 yıldan 60-80 yıla çıkarılması, yakıt veriminin arttırılmış olması ve çekirdek erime riskinin (kağıt üzerinde) azaltılmış bulunmasıdır. Ne var ki sistemin temel mantalitesinde hiçbir değişiklik yoktur; temel güvenlik kusurları, temel tasarım sınırlamalarından kaynaklı güvenlik açıkları ve her şeyden önce temel işletme mantığında (güvenlik odaklı değil kapitalist kâr amaçlı enerji üretimi) hiçbir değişim sözkonusu değildir. Durumu, bakanın da dahil olduğu nükleer lobisinin çok sevdiği düz mantık örnekleriyle açıklayacak olursak; panelleri dijitalleştirilmiş, daha verimli yakıt kullanan, daha az egsoz üreten, cilası daha parlak ama halen koltuğunda çılgın, gözü kararmış ve bencil bir şoförün oturduğu, çukurlarla dolu bir yolda tam gaz giden bir otomobildir söz konusu olan.
Kapitalistlere ve kapitalist bilime güvenilebilir mi?
Bilime güvenilebilir mi sorusu, çoğu insana yadırgatıcı gelebilirse de, içinde yaşadığımız sınıflı toplumda son derece yerinde bir sorudur. Kapitalist toplumda, bilim denilen şey, kapitalistlerin hizmetinde, onların denetiminde olan bir faaliyettir. Bilimsel çalışmaların hangi alanlarda yoğunlaşacağı, hangi konuların araştırılacağı, hangi yaklaşımların destekleneceği, ulaşılacak sonuçlardan hangilerinin ne ölçüde hayata geçirileceği ve kamuoyuyla paylaşılacağı gibi tüm temel soruların cevaplarını üretenler kapitalist tekeller ve onların hizmetindeki sermaye hükümetleridir. Bilim asla sınıflarüstü bir faaliyet olmadığı gibi, kapitalist toplumda burjuvazinin egemenliğini sürdürmesinin araçlarından birisidir. Kapitalistlerin çıkarlarını zedeleyecek konularda bilimsel kurumların açıkladıkları raporların gerçekte hiçbir bilimsel değer taşımadıkları yüzlerce kez kanıtlanmış bir gerçektir.
Sözkonusu olan nükleer teknolojinin güvenilirliği olduğunda da bu olgu son derece çıplak biçimde ortaya çıkmaktadır. Hazırlanan güvenlik raporları, oluşturulan güvenlik yönetmelikleri vb. ya doğru soruları sormamakta, ya doğru cevapları vermemekte, ya gerekli önlemleri gereksiz göstermekte ya da en iyi durumda hayata geçirilmeyen ve kâğıt üzerinde kalan güvenlik önlemleriyle göz boyamaktadır. Fukuşima kazası sayesinde açığa çıkan gerçekler bunu bir kez daha teyit etmektedir. Bunlardan çarpıcı birkaçını özetlemek gayet yararlı olacaktır.
Fukuşima santrali de dahil olmak üzere Japonya’daki santrallerin üçte birinin sahibi ve işletmecisi olan TEPCO, dünyanın en büyük dördüncü enerji şirketi. Tastamam bu yüzden skandal boyutundaki vukuatları saymakla bitmiyor. 2002 yılında TEPCO, rutin güvenlik bildirimlerini yapmamakla ve yanlış bilgi vermekle suçlanıyor. 1977 ilâ 2002 yılları arasında iki yüzden fazla “nükleer olay”ın (bunların hepsi nükleer terminolojide irili ufaklı kaza anlamına gelir) örtbas edildiği ve teknik bilgilerin yetkililerden saklandığı açığa çıkıyor. Yalanlar, sahte raporlar, örtbas girişimleri ve hatta bu durumu açığa çıkaran mühendislerin tehdit edilmesi ve saldırıya uğraması gibi sayısız vukuat açığa çıkıyor. Ardından 17 nükleer santral 2005 yılına kadar inceleme için kapatılıyor. Depremden iki hafta önce, 28 Şubat 2011’de hazırlanan bir raporda TEPCO’nun sahte teftiş ve onarım raporları hazırladığı söyleniyor; yapılması gereken rutin denetimler tam 11 yıldır yapılmamış ama hepsi de yapılmış gibi gösterilmiş! Fukuşima-1 santralindeki 6 reaktöre ait 33 kritik önemdeki teknik bileşen teftiş edilmemiş. Bunlar arasında, reaktörün sıcaklık kontrol vanalarının güç birimleri, su pompa motorları ve acil durum dizel güç jeneratörleri gibi soğutma sistemine ait bileşenler de mevcut. Bu sistemler deprem ve tsunami sonrasında tümüyle devre dışı kaldığı içindir ki, Fukuşima-1 santralinde bugün nükleer bir felâket yaşanmaktadır!
Ama bu ilk değildi, 2007’de de dünyanın en büyük nükleer güç istasyonu olan Kaşivazaki-Kariwa santralinde 6,8 büyüklüğündeki bir depremin ardından radyasyon sızıntısı gerçekleşmiş ve daha sonra TEPCO santralin böylesi bir depreme dayanabilecek şekilde inşa edilmediğini itiraf etmek zorunda kalmıştı. Keza Wikileaks’in sızdırdığı belgelerde, bir Uluslararası Atom Enerji Kurumu yetkilisi, Japonya’daki nükleer santrallerin depreme dayanıklı olup olmadığının son 35 yıl içerisinde yalnızca üç kez denetlendiğini, bu konuda Japon hükümetinin uyarılmasına rağmen adım atmadığını belirtiyor. Aynı belgelerde santrallerin depreme dayanıksız olduğu gerekçesiyle mahkeme tarafından kapatılmasına karar verildiği ama hükümetin bu karara karşı çıktığı belirtiliyor.
TEPCO’nun vukuatları Fukuşima-1’de kaza başladıktan sonra da devam ediyor. Devre dışı kalan soğutma sisteminin yerine deniz suyuyla soğutma sağlama olanağı bulunmasına rağmen bu girişim iki gün geciktirildi ve böylece felâkete giden kapı açılmış oldu. TEPCO bu önlemi tercih etmedi, çünkü deniz suyuyla soğutma sağlansa kaza bu boyuta gelmeyecek ama reaktörler artık kullanılamaz hale gelecekti. TEPCO’nun eski yöneticisi ve Japon Atom Enerjisi Komisyonu üyesi Akira Omoto bunu Wall Street gazetesine açıkça ifade ediyor: “TEPCO duraksadı çünkü varlıklarını korumak istedi.” Ama yalnızca yatırımlarını korumak için gecikmekle kalmadılar, hükümetle birlikte halkı açıkça aldattılar ve halen de aldatmaya devam ediyorlar. İlk üç gün boyunca hem hükümet hem de TEPCO radyasyon sızıntısı olmadığında ısrar etti. Kazanın boyutlarını küçük, radyasyon sızıntısını ise önemsiz göstermek için inanılmaz bir gayretkeşlik içerisindeler. Japon hükümeti kazayı 5 büyüklüğünde bir kaza olarak açıklarken, Fransız atom enerji kurumu kazanın 6 büyüklüğünde olduğunu ve en büyük değer olan 7 değerine (Çernobil ölçeği) giderek yaklaşıldığını söylüyor. Santralin çevresindeki 20 kilometre yarıçaplı güvenlik alanı 30 kilometreye çıkartıldı ve Japon hükümeti bu bölgede yaşayan halkı bölgeyi kendi rızasıyla terk etmeye çağırdı. Radyoaktif sızıntı çoktan tarım ürünlerine, içme sularına, denize ve atmosferin üst tabakalarına taşınmış durumda. Radyoaktif serpintinin jet rüzgârlarıyla Avrupa’ya dek geldiği bugün artık biliniyor.
Tüm bu yalanlar, çarpıtmalar, sahtekârlık ve örtbas girişimleri, nükleer enerji üretiminin gözden düşmemesi, şirketlerin borsada değer yitirmemesi ve kuşkusuz gerçekleri öğrendiklerinde milyonlarca insanın öfkesine hedef olmamak için yapılıyor. Ne var ki, bu durum asla TEPCO’ya ya da Japonya’ya has bir durum değildir. Çernobil kazasının ardından SSCB ile ABD arasındaki Soğuk Savaşın da güdülemesiyle, ABD’li ve Avrupalı nükleerciler, bu tür kazaların Sovyet reaktörlerine has olduğunu, Sovyet sisteminin insana değer vermediğini ve bu nedenle de güvenlik önlemlerinin alınmadığını, Sovyet hükümetinin gerçekleri halktan sakladığını vb. söyleyip durdular. Söylediklerinin büyük bir çoğunluğunda haklıydılar ama kendileri de asla sütten çıkmış ak kaşık değillerdi. Aradan geçen yıllar boyunca Avrupa’da, ABD’de ve Japonya’da yaşanan nükleer kazaların hiçbiri hakkında kamuoyu yeterince aydınlatılmış, gerçekler olanca çıplaklığıyla açıklanmış değildir. Fukuşima kazasıyla bir kez daha çırılçıplak açığa çıkmıştır ki, nükleer teknolojinin güvenilir olduğu düşüncesi, bilim tarihinin en büyük ve en tehlikeli yalanlarından biridir.
Nükleer enerji, temiz, güvenilir, ekonomik, sonsuz ve vazgeçilmez değildir!
Nükleer fisyon enerjisinin, temiz, güvenilir, ekonomik, sonsuz ve bu yüzden de vazgeçilemez bir enerji olduğu iddiası baştan aşağıya yalandır. Bu yöndeki tüm açıklamalar, eğer çırılçıplak yalanlara dayanmıyorsa, apaçık çarpıtmalar, abartmalar ve tek yönlü değerlendirmeler anlamına gelmektedir.
Nükleer fisyon enerjisi temiz bir enerji değildir. Radyasyon tehdidi, daha uranyum cevherinin madenlerden çıkarılması aşamasında başlar, onun saflaştırılması ve zenginleştirilmesi aşamasında katlanarak artar. Tarihin gördüğü önemli kazaların bir kısmı tam da bu tür işlemlerin yapıldığı işletmelerde gerçekleşmiştir. Yakıtların reaktörde “yakılması” sırasında, reaktör tam bir radyasyon cehennemi durumundadır. Nükleer fisyon reaksiyonu sonucunda ortaya çıkan muazzam enerjinin önemli bir kısmı bizzat radyasyondan ve radyoaktif reaksiyon ürünlerinden oluşur. Bu reaksiyon sonucunda ortaya çıkan muazzam enerjideki gama ışımasının reaktör binasının dışına çıkışını tam olarak engellemek mümkün değildir. Atık yakıtların akıbetinin ne olacağı sorunu ise, başlı başına nükleer fisyon enerjisinden vazgeçmek için yeterli bir sorun anlamına gelmektedir. Bu atık yakıtların radyoaktif özelliklerini yitirmesi için gerekli binlerce yıl boyunca hiçbir sızıntı yapmayan beton tabutlarda saklanabileceğinin garantisini vermek mümkün değildir, bu doğrultuda geliştirilmiş ve kalıcı çözüm sağlayan bir teknoloji mevcut değildir. İnsan ömrüyle karşılaştırıldığında böylesi muazzam bir zaman diliminde güvenliğin kesin olarak sağlanabileceğini iddia etmek için, insanın ancak mesleki kibirden çatlamak üzere olan zır cahil bir nükleer mühendis olması gerekir.
Nükleer fisyon enerjisi ve her şeyden önce de nükleer tekeller ve onların hizmetindeki uzmanlar güvenilir değildirler. Nükleer enerji oldukça pahalıdır. 1 MW gücün maliyeti doğalgaz santrallerinde maksimum 1000 dolar iken, nükleer santrallerde ortalama 4000 dolardır. Bunun en temel nedeni alınması gereken muazzam güvenlik önlemleridir. Tam da bu yüzdendir ki, bu güvenlik önlemleri hiçbir zaman tam olarak alınmaz; risk analizleri ile bu güvenlik önlemleri arttırılmaya değil azaltılmaya çalışılır, çünkü güvenlik maliyet demektir. Enerjinin de tıpkı diğer metalar gibi kâr amacıyla ve satılmak üzere üretildiği kapitalist toplumda, nükleer şirketler maliyetleri azaltmak üzere sürekli olarak güvenlik önlemlerini ihlal etmekte, denetimler olması gerektiği gibi yapılmamakta, gerek reaktörlerin inşası gerekse de işletilmesi sırasında her türlü sahtekârlık, naylon raporlar, yalan, hile, örtbas girişimleri, rüşvet ve benzerine başvurulmaktadır. Yukarıda saydığımız TEPCO’nun bazı vukuatları bu gerçeği yeterince kanıtlamaktadır.
Nükleer teknoloji, işletme sırasındaki kazaları 0’dan 7’ye kadar bir ölçekle ele alıyor (sapma, anormallik, hadise, ciddi hadise ve kazalar). Çeşitli büyüklükteki bu tür kazalar aslında istisnasız her gün nükleer santrallerde yaşanıyor! Ama hiçbiri gerçek boyutlarıyla kamuoyuyla paylaşılmıyor; bunlardan haberdar olmamız için bile kazanın örtbas edilebilir boyutları aşması gerekiyor. Çernobil’den bu yana, dünyada şu an faaliyette olan 442 nükleer santralde binlerce bu tür irili ufaklı kazanın olduğu tahmin ediliyor. Bunlardan 800 tanesi kayıtlara geçmiş durumda. Bu kazalardan yalnızca ABD’deki 200 tanesinde yakıt çubukları ya erime noktasına gelmiş ya da o noktanın kıyısından dönülmüş! Hangisine inanalım, bu zaten elekten geçirilip sınırlandırılmış sayılara mı, yoksa reaktör kalbine ciddi zarar verecek bir kazanın ancak 20 bin ilâ 50 bin yılda bir olasılıkla gerçekleşeceğini iddia eden kibirli nükleer uzmanlara mı?
Nükleer fisyon enerjisinin sonsuz olmadığını da biliyoruz. Bilinen uranyum rezervleri, mevcut nükleer santrallere en iyi tahminle bile ancak birkaç yüzyıl yetecektir. Üretecekleri radyoaktif kirliliğin devam edeceği binlerce yılla karşılaştırıldığında ne acıklı bir sayı!
Nükleer lobinin bizleri inandırmaya çalıştığı bir başka büyük yalan da, enerji ihtiyacının katlanarak arttığı ve nükleerden başka bir alternatifimiz olmadığıdır. Bu iddia iki boyutuyla da doğru değildir. Alternatif ve yenilenebilir enerji kaynakları vardır ve bunları kullanabilmek için gerekli teknoloji de mevcuttur. Dahası, hafif atomların kaynaşmasıyla elde edilen nükleer füzyon enerjisi, insanlığın geleceğine ışık tutan, gerçekten sınırsız, temiz ve güvenilir bir enerji vaat ediyor bizlere.[*]
İnsanlığın enerji ihtiyacı katlanarak artmıyor. Aşırı üretim krizleriyle sarsıntılar yaşayan kapitalist üretim biçimi topluma tüketim çılgınlığını dayatıyor. Yegâne amacı daha fazla kâr etmek ve sermayeyi büyütmek için üretimi her seferinde daha büyük ölçekte yenilemek olan kapitalist üretimin, doğanın kendini yenilemesi gereğiyle uyumlu olması, ona zarar vermeden var olması mümkün değildir. Doğanın ve insan emeğinin talan edilmesiyle inanılmaz boyutlarda üretim yapılıyor ve bu üretimin önemli bir kısmı satın alınmasına rağmen tüketilmeden çöplüğü boyluyor. Anlamlı hiçbir insan ihtiyacına denk düşmeyen, tümüyle yapay ve şişirilmiş sözümona ihtiyaçları karşılamak için inanılmaz bir emek, hammadde ve enerji israfı sözkonudur. Diğer taraftan kalitesiz ve dayanıksız üretim bilinçli bir şekilde sürdürülerek, üretim-tüketim zinciri yapay olarak canlı tutulmaya çalışılıyor; israf büyüdükçe kapitalistler de sermayelerini büyütüyorlar. İşte bu yüzden “katlanarak artan enerji arzına” insanlığın değil kapitalistlerin ihtiyacı olduğu bilinciyle, bu akıldışı üretim sisteminin yerle bir edilmesini savunuyoruz.
Marksistler olarak nükleer fisyon santrallerine karşı çıkıyoruz. Ama bu itirazımızı, dışa bağımlılık, yabancı sermaye vb. gibi milliyetçi argümanlar üzerinden şekillendirmiyoruz. Bizim zaten kullanacağımız rüzgârımız, güneşimiz ya da ırmaklarımız var da demiyoruz; çünkü biliyoruz ki dünyanın birçok ülkesinde bu kaynaklar yok. Meselenin maliyet tarafına da odaklanmıyoruz, çünkü bedavaya da gelse nükleer fisyon santralleriyle iç içe ve diken üstünde yaşamak istemiyoruz. Teknolojiye düşman değiliz, zira insanlığın kurtuluşunun üretici güçlerin devasa gelişiminde yattığını biliyoruz. Ama üretici güçlerin üretim araçları ve teknolojiden ibaret olmadığını da, onun en önemli bileşeninin insan olduğunu da aklımızdan çıkarmıyoruz. Marksistler olarak sorunun tüm insanlığı ilgilendirdiğini, çözümün de ancak tüm dünya çapında bulunabileceğini söylüyoruz. Kapitalist sömürü çarkları kırılıp, insanlık kapitalist özel mülkiyetin ve ulusal sınırların deli gömleğinden kurtulduğunda, insanlığın enerji sorununun çözümünün de önü açılmış olacaktır.
[*] Fisyon ağır atom çekirdeklerinin parçalandığı nükleer reaksiyondur ve mevcut nükleer santraller bu esasa dayanmaktadır. Füzyon ise hafif çekirdeklerin birleştiği nükleer reaksiyondur. Nükleer santrallere ilişkin detaylı ve Marksist bir analiz için bkz. Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm, Tarih Bilinci Yay.
link: Oktay Baran, Kapitalist Cinayet: Nükleer Santraller, Nisan 2011, https://marksist.net/node/2617
Nâsır’dan Bugüne Mısır
Emperyalist Saldırı ile Kaddafi Kıskacındaki Libya