Toplumun muhalif kesimlerinde Erdoğan ve AKP’ye karşı artan tepki bir kez daha Kemalist ideolojiye kan nakli için kullanılmaya çalışılıyor. Rejimin dini suiistimale dayanan söylem ve icraatlarına, AKP’li bazı yazar ya da yorumcuların Cumhuriyetin kuruluşuna dönük gerici, Osmanlıcı, saltanatçı söylemlerine dönük tepkiler bu çabayı kolaylaştırıyor. Cumhuriyetin 100. yılının kutlanıyor olması da buna katkıda bulunuyor.
İşçi sınıfı, yoksul emekçiler ve gençlik bu propagandanın hedefi durumunda. Onları bundan koruması gerekenlerin çoğuysa maalesef kendilerini de Kemalizmin etkisinden sıyırabilmiş değiller. Yıllardır Kemalizm sosyalist hareket içerisinden sökülüp atılamamış, Kemalist ideolojinin birçok tezi pek sorgulanmadan tekrar edilmiştir.
Marksistlerin bu hususta üzerine düşen görev, devletçiliğe ve milliyetçiliğe boyun eğmeden, Millî Mücadele dönemine ve sonrasına dair Kemalist efsaneleri sorgulatmak, bunların emekçiler nezdindeki etkisini kırmaya çabalamaktır. Bunu gerekli kılan nedenlerden biri de Stalinizm ile Kemalizmin birçok başlıkta iç içe geçiyor oluşudur. Kemalist ideolojinin sol içinde bu denli etkili olabilmesi, onunla Stalinizmin birçok ortak paydasının (devletçilik, ulusalcılık, kalkınmacılık, ilerlemecilik) bulunmasından kaynaklanıyor.
Marksist Tutum, tüm bu hususlarda en baştan beri yoğun bir çaba ortaya koyuyor. Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabının 3. bölümü ve Kolonyalizmden Emperyalizme adlı çalışmasının bütünü doğrudan ya da dolaylı olarak bu konuyla ilgilidir. Mehmet Sinan, bölümler halinde yayınlanan çalışmalarıyla hem TC’nin oluşum ve gelişim sürecini hem de onun tarihsel arka planını çok detaylı bir şekilde ele almıştır. Bunlar dışında sitemizde Kemalizm başlığı altında (https://marksist.net/konular/teori/kemalizm) yayınlanan çok sayıda yazı da onun çeşitli yönleriyle hesaplaşma çabasının somut ürünleridirler. Bu yazıda, bir kez daha, Cumhuriyetin kuruluşuna giden sürece, Millî Mücadele dönemine bakıp, ona dair yaratılan efsaneleri açığa çıkarmaya çalışacağız.
Millî Mücadele anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı değildir
Kemalist propagandaya göre, Millî Mücadele, en başından itibaren cumhuriyeti hedefleyen, saltanat ve hilafet karşıtı, emperyalizme diz çöktürmüş, ezilen halklara örnek olmuş, kadınıyla erkeğiyle yoksul emekçilerin desteğini alarak onların kanıyla kazanılmış ve “yedi düvele” karşı yürütülmüş bir “ulusal kurtuluş savaşı”dır. Eğitim sistemi aracılığıyla onyıllardır tüm topluma dayatılan bu gerçek dışı iddia, toplumun çoğunluğunda olduğu gibi solda da yaygın bir kabul görür. Sosyalist solun geniş kesimleri ile has Kemalistler arasında bu Millî Mücadele’nin anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı olduğu konusunda bir anlaşmazlık yoktur. Her iki kesim de “emperyalizme karşı emekçilerin kanı pahasına kazanılan ülkenin bağımsızlığının”, sonradan Menderes’le başlayan sağcı hükümetler aracılığıyla emperyalizme peşkeş çekildiği konusunda da mutabıktırlar.
Oysaki 1918 sonundan 1922 sonbaharına uzanan Millî Mücadele, anti-emperyalist bir mücadele değildir. Çünkü emperyalizm, kapitalizmin en son aşamasıdır, sömürgeciliğe indirgenemez, onunla bir tutulamaz. Dolayısıyla kapitalizme karşı olmayan, kapitalist üretim ilişkilerine darbe indirmeyen bir anti-emperyalizm olamaz. Bu nedenle de sömürgeci ya da işgalci-ilhakçı bir büyük güce karşı ulusal/siyasal bağımsızlık uğruna mücadele etmek, otomatikman anti-emperyalist bir mücadele olarak nitelenemez. Lenin bu konuda son derece net görüşler ortaya koymuş ve o hayattayken Komünist Enternasyonal’de de genel olarak bu görüşler benimsenmişti.
Diğer taraftan, Millî Mücadele, egemenlerin dillendirdikleri gibi anlı şanlı bir ulusal kurtuluş savaşı da değildir. Halk kitlelerine, onların enerjisine, gönüllü seferberliğine yaslanmayıp, o doğrultudaki cılız girişimleri de boğan, egemen sınıfın unsurlarınca girişilmiş, aşağıdan değil tepeden bir mücadeledir. Kaldı ki, bu yanlış tezi desteklemek için ileri sürülen ve Osmanlı’yı mazlum olarak gösteren yaklaşımlar da doğru değildir. Osmanlı bir sömürge ülke değil, can çekişmekte olsa da kaybettiği toprakları tekrar ele geçirerek yeni bir atılım yapma hayalleriyle savaşa aktif bir taraf olarak katılmış emperyal bir devletti. Bu devlet savaşta umduğunu bulamadı, yenildi, toprakları işgale uğradı, yıkımın eşiğine geldi. Millî Mücadele’nin başlangıcında da amaç, bağımsız ve demokratik modern bir cumhuriyet kurmak değil, “Devlet-i Âli Osmani”yi kurtarmak, saltanatı ve uhdesinde bulunan halifelik makamını korumak idi. Bunu başlatacak olanlar da, bizzat bu devletin egemen sınıfını oluşturan asker-sivil bürokrasinin millici-Batıcı-yenilikçi kesimi ve onların harekete geçirebildiği Müslüman-Türk kent burjuvazisinin unsurlarıydı. Osmanlı’nın parlak genç komutanlarının ve yerel idari amirlerinin başını çektiği bu kesimler, yenilginin dayatılan sonuçlarını, büyük toprak kayıplarını ve işgali kabullenmeyip, devleti ayağa kaldırmak ve kendilerince daha adil bir barış antlaşması yapmak üzere girişmişlerdi mücadeleye. Emperyalist-kapitalist sisteme de, onun doğurduğu emperyalist savaşa da karşı değillerdi, aksine bu kadroların da içinde yer aldığı İttihat Terakki partisi, bilerek ve isteyerek ve üstelik bir oldubittiye getirerek dalmıştı emperyalist savaşın içine. Osmanlı’nın bu genç paşaları o zaman buna seslerini çıkarmamış, cephelerde Osmanlı için savaşıp durmuşlardı. Kaybettiler ve sonunda kendilerine bırakılan paya isyan ettiler.
Başlangıçta amaç bir cumhuriyet kurmak değildi dedik. Gerçekten de aksini doğrulayacak ne bir belge, ne bir yazışma, ne de dost meclislerinde yapılan sohbetlere dair bir anı ya da aktarım mevcuttur. Siyasal ufukları esasen, yenilenmiş, Batılılaşmış, burjuvalaşmış bir meşruti yönetimle sınırlıydı. Batılılaşma, modernleşme (yani aslında kapitalistleşme) hedefi de M. Kemal’le başlamış değildi. Öncesinde bu yönde adımlar atılmıştı zaten: 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat fermanı, 1876 I. Meşrutiyet ve Kanûn-î Esasî’nin kabulü ve 1908’de II. Meşrutiyet. Gerek M. Kemal gerekse de onun ekibindekiler de zaten bu çizginin bir devamı ve uzantısıydılar. Çoğu bu çizginin son momenti olan 1908’de aktif rol almış, İttihat ve Terakki üyesi genç subaylardı. Aslında başlangıçta yapmak istedikleri de bu çizgiyi daha ileri taşımak, 1908’in yarım kalan işlerini tamamlamak, Padişahlığı göstermelik bir makam haline getirerek meşruti sistemi güçlendirmekti. Kafalarda cumhuriyet fikri değil, Osmanlı Devletinin modernleştirilerek Batılı temellerde ayağa kaldırılması fikri vardı.
Ancak mevcut ulusal ve uluslararası dengeler, bilhassa da Ekim Devrimiyle oluşan konjonktür, bu mücadelenin başlangıçta arzu edilen siyasal hedeflerin ötesine geçerek monarşinin kaldırılmasıyla sonuçlanmasını doğurdu. Kemalist önderliğin aslında emperyalistler tarafından askeri olarak çok üzerine gidilmemesinde de, onunla bir uzlaşmanın kabulünde de, hem Ekim Devriminin hem de bizzat emperyalist ülkelerdeki iç karışıklıkların ciddi bir rolü vardır: “Sovyetler’in burnunun dibinde, Anadolu’da, Ekim devriminden etkilenen gerçek bir anti-emperyalist halk hareketinin gelişmesi, hem Türk burjuvazisinin hem de Batılı emperyalist devletlerin korkulu rüyasıydı. Bir yanda, kendi burjuva düzenini kurarak Batılılaşmaya, kapitalistleşmeye can atan Türk burjuvazisi; öte yanda, Sovyet devriminin Anadolu’ya yayılmasından ürken emperyalistler. Bu güçler gerçekte bir çıkar birliği içindeydiler. Bu durum, hem M. Kemal’in emperyalist devletlere ne ölçüde kafa tutabileceğinin belirlenmesinde, hem de emperyalist hükümetlerin akıllarını başlarına devşirip Kemal gibi burjuva önderlere uzlaşma eli uzatmalarında temel bir etken oldu. Sovyet hükümetinin, «Sovyet devletinin korunması» amacıyla Türkiye burjuvazisine verdiği ödün de bu süreçte önemli bir faktör oluşturdu.”[1]
1918 sonlarından 1920 Nisanına
Resmi tarih, M. Kemal’in en başından itibaren cumhuriyeti hedeflediğini ileri sürerken, bunun yanına bir de Millî Mücadele’nin 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başladığını ekler. Oysa Elif Çağlı’nın da dikkat çektiği gibi bu da doğru değildir. Millî Mücadele, 1918 Ekiminde Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasının ardından kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri (MHC) tarafından zaten başlatılmıştı.[2] Bu cemiyetlerin başını, İttihat ve Terakkici kadrolarla onların yönlendiriciliği altındaki mülk sahibi ve varlıklı kesimler çekiyordu. En büyükleri İzmir, Adana, Trabzon ve Kars’ta (bunlar 19 Mayıs’tan öncedir!) olmak üzere 20’den fazla kongre toplanmış, bunlara toplamda 1500’e yakın bir katılım olmuştu. O dönemde M. Kemal İstanbul’da padişahla görüşmelerde bulunup Saraya damat olmanın, hükümette bir bakanlık elde etmenin, İngilizlerle görüşmeler yapıp arayı iyi tutmanın peşindeydi.
İstanbul’da aradıklarını bulamayan Mustafa Kemal, 1919’un Mayısında, İngilizlerin de isteğiyle, işgal altında olmayan tüm vilayet ve bölgelerde olağanüstü vali yetkileriyle donatılmış ve Anadolu’da düzeni sağlamakla görevlendirilmiş bir Osmanlı paşası olarak Anadolu’ya gönderildi. Ordu komutanları, valiler ve yerel yöneticiler üzerindeki otoritesi padişahtan aldığı yetkiye dayanıyordu. Bir süre sonra ipleri elinden kaçırmaya başladığını hisseden padişah hükümeti, M. Kemal’i görevden alarak İstanbul’a geri çağırmasına rağmen, artık belli bir hareket alanına kavuşan ve eski İttihatçılarla birlikte davranan M. Kemal, Erzurum ve Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin girişimiyle yapılan Erzurum Kongresine (Temmuz-Ağustos 1919) katıldı.[3] Kongreye katılışı bile, İstanbul hükümetinin temsilcisi olarak görüldüğünden azınlıktaki bazı delegelerin itirazıyla karşılaşmıştı. Ancak henüz, Anadolu’daki direniş hareketlerinin büyük çoğunluğu Padişah ve İstanbul hükümetinin otoritesini reddetmiş değillerdi. İstanbul hükümetine bağlı olan çoğunlukla Padişah’tan aldığı yetkinin devam ettiği havasını yaratarak; bu hükümete karşı çıkan azınlıklaysa görevinden el çektirilmiş bir muhalif direnişçi olarak uzlaşma yolunu bulan M. Kemal, kendi çizgisini yavaş yavaş hâkim kılacaktı. Ama otoritesinin kesinleşmesi için askeri zaferler kazanılmasını beklemek zorundaydı. Demek ki resmi tarih tezine dair işin gerçeği şudur; Millî Mücadele M. Kemal’den önce başlamıştır, o bu mücadelenin belirleyici önderi haline gelmek için, epey badire atlatmış, sayısız oportünist manevra yapmış, rakiplerini siyaseten ve fiziken tasfiye etmekten çekinmemiştir. Adım adım konumunu pekiştirmiş ve ancak iki yıl sonra Sakarya Savaşının kazanılmasıyla bu konumunu garanti altına almıştır.
M. Kemal’in çizgisi, yerel direnişlerin merkezileştirilerek birliğinin sağlanması ve bu birliğin merkezine de düzenli bir ordunun ve bürokratik bir aygıtın oturtulması idi. Yerel direniş çeteleri, işgalin ilerleyişini yavaşlatarak düzenli bir ordunun inşası için zaman kazandırma amaçlıydı, bu nedenle de her türlü zorbalıklarına göz yumuldu. Bir süre sonra amaca ulaşılınca, merkezi yönetime doğrudan tabi olanlar dışındaki her türlü yerel oluşum ezilecekti.
Burada bir parantez açalım. Sözkonusu yerel direnişler, M. Kemal’in onlara biçtiği misyonu tamamladıklarında ezildiler, ama daha sonraki yıllarda bu direniş çarpıtılıp abartılarak bir destan haline getirildi. Amaç Anadolu’nun yoksul emekçilerinin özgürlük ve bağımsızlık için mücadeleye kendiliklerinden canla başla sarıldıkları efsanesinin yaratılmasıydı. Halkçı geçinen iktidar kendisini bir halk hareketiymiş gibi göstermek istiyordu. Oysa Millî Mücadele’nin şanlı ve destansı bir Kurtuluş Savaşı olduğu, buna yoksul halkın canla başla sahip çıktığı, bağımsızlık ve özgürlük için her türlü zorluğa gönüllüce katlandığı iddiası doğru değildir. Bu iddianın kanıtı olarak sunulan örneklerin önemli kısmı da çarpıtma ve abartıdır.[4] Yoksul halkın içinden çıkan yiğitlerin Kürdistan’da Fransıza, Ege’de Yunana karşı savaştığı iddiası bu çarpıtmanın uzantısıdır. Çarpıcı bir örnek, Antep savunması ve Karayılan efsanesidir. Karayılan namlı Molla Mehmet hiç de sonraları Nâzım’ın da resmettiği gibi yoksul bir ırgat ya da çoban değil, Osmanlı ordusunda becerikli bir asker olarak savaştıktan sonra yaralandığı için memleketine dönen ve dönünce de aşiretin başına geçirilen biridir.[5] Karayılan namını Fransızlara karşı savaşta değil, öncesinde, yerel askeri komutanların yönlendirmesiyle bir çeşit korucu rolü üstlenerek Bozan çetesini yok edişiyle kazanmıştır. Sonrasında Antep savunmasında da kendi inisiyatifi ve bağımsız güçleriyle değil, Ankara’dan gönderilen görevlilerin koordinesinde ve onların organize ettiği diğer gerilla güçleriyle birlikte yer alır. Antep, İngilizlerin işgali altındayken bir silahlı direniş ve çatışma yaşanmamıştır. Ama kent Fransızlara devredilip onlar da Ermeni lejyonlarının da dâhil olduğu kuvvetlerle kente gelince işin rengi değişir. Soykırımdan kaçabilen Ermeniler de bu gelişmeyle kente dönmeye başlarlar. Bu durum hem el konulan mallarının iadesini hem de kentte bir kez daha Türk-Müslüman nüfusun azınlığa düşmesi durumunu doğuracağından, sözde “milli güçler” harekete geçer. Bu husus yalnızca Ermenilerin yaşadığı bölgeler için değil, Doğu Karadeniz ve Ege için de önemli bir faktördür. Dünya Savaşı sırasında topraklarından kovulan, mallarına mülklerine, işyerlerine el konulan Hıristiyanlardan (Ermeniler, Rumlar, Süryaniler) gasp edilen zenginliği koruma kaygısı, MHC’lerin başını çekenler arasındaki yeni yetme savaş zenginleri için önemli bir motivasyon kaynağıydı.
Ege’de meşhur Demirci Mehmet Efe çetesinin de gerçekte özgürlükçü, bağımsızlıkçı bir halk hareketi olmakla alakası yoktur. Kendi çıkarlarını en başa koyan, Rumları katledip mallarına el koyan, kendisine karşı çıkanlara hadlerini bildirmek için Denizli kent merkezini basıp 60 kişiyi uluorta idam edip katleden bir “kahramandır” kendisi! Genel olarak diyebiliriz ki bu tür oluşumlarla, Osmanlı derin devletinin bağı vardır. Savaşlarda alınan yenilgilerden sonra İttihat ve Terakki’nin ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın Anadolu ve Trakya’da gerektiği durumda bir direniş örgütlemek için oluşturduğu gizli örgütlenmenin hücreleri, silah depoları ve mali kaynakları vardı. Mondros ateşkesinden sonra da Osmanlı birliklerinin terhisi dayatılmış, ama direnişten yana olan subaylar silahları teslim etmeyip onları Teşkilat-ı Mahsusa eliyle güvenli yerlere sevk etmişti. Bu yapılar dünya savaşı sırasındaki Ermeni soykırımında görev üstlendikleri gibi, Millî Mücadele’de de rol oynadılar. Yerel direnişlerin çoğu esasen bu unsurların, sonradan Ankara’yla bağlantı içerisinde giriştikleri, tepeden organize edilen eylemlerdi, halk hareketi değil.
Devam edelim. Erzurum Kongresi, İstanbul hükümetinin derhal Meclisi tekrar toplamasını talep ediyordu. M. Kemal de asker arkadaşlarının desteğiyle kongrenin başkanlığına ve temsil heyetine seçilmişti ve artık bu sıfatı kullanarak hareket edecekti. Bu öne çıkışı mümkün kılan esas faktör, M. Kemal’in padişahtan aldığı yetkilerin yanı sıra diğerleri arasındaki en üst rütbeye ve kıdeme sahip subay oluşuydu. Yani bürokratik hiyerarşi gereği öne çıkmıştı; konumu, eşitler arasında birincilikten öteye geçmiyordu henüz. Kısa süre sonra toplanan Sivas Kongresinde (Eylül 1919) ise delegelerin ağırlığı, gerçekte tam da M. Kemal’in arzu ettiği üzere, subay ve bürokratlardan oluşuyordu. Ve bu delegasyonun üçte biri M. Kemal’in ordudan ve İttihat ve Terakki’den yakın çalışma arkadaşları idi. Bu kongrenin en önemli yanı, tüm MHC’lerin tek bir Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) olarak fiilen olmasa bile kâğıt üzerinde birleştirilmesi oldu. M. Kemal artık fiilen bu Cemiyetin “Heyet-i Temsiliye”si adına hareket edecekti. Altını tekrar çizmek gerekirse, M. Kemal ve ekibindekiler Millî Mücadele’yi başlatmadı ama sahip oldukları devlet deneyimi sayesinde, zaten başlamış olan hareketin örgütsel ve politik olarak merkezileşmesinde, dağınıklığının aşılmasında, bir programa kavuşmasında önemli ve belirleyici bir rol oynadılar.
Temsil Heyetinin, İstanbul’daki Padişah hükümeti ile uzlaşma yollarını araması ve yeni hükümetin de bir uzlaşmaya açık davranmasıyla Amasya’da bu heyet ile hükümet arasında bir protokol (Ekim 1919) imzalandı. Bu protokolün en önemli maddesi, İstanbul hükümeti tarafından ARMHC ve Temsil Heyetinin resmen tanınması, Padişah Vahdettin tarafından 1918 Aralığında kapatılan Meclis-i Mebusanın yenilenerek tekrar toplanması ve Sivas Kongresinin kararlarını onaylamasıydı. M. Kemal Meclis-i Mebusanın Anadolu’da toplanmasından yanaydı, ama Kâzım Karabekir ve Rauf Orbay’ın ısrarıyla İstanbul’da toplanması kararlaştırıldı. Üyelerinin çoğunluğunu Müdafaa-i Hukuk taraftarlarının oluşturduğu bu Meclis 1920 Ocağında İstanbul’da toplandı ve Misak-ı Milli olarak adlandırılan kararları aldı.
Büyük Millet Meclisi
16 Martta İstanbul’un tümüyle işgal edilmesinin ardından, 18 Martta toplanan mebuslar, dokunulmazlığın ortadan kalktığı gerekçesiyle meclisi süresiz tatil edip Ankara’da toplanma kararı verdiler. Vahdettin 1920 Nisanında bu Meclisi tekrar kapattı, II. Meşrutiyet’in sona erdiğini ilan etti; Şeyhülislam da Kuvvacıları kâfir ilan ederek “katledilmeleri vaciptir” şeklinde resmi bir fetva yayınladı. M. Kemal hakkında zaten çoktan tutuklama kararı çıkartılmıştı. Ama bu gelişmeler bile Saltanatla bağların kopartılmasını doğurmadı. Kapatılan Meclisi diriltmek adına 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi (BMM) adı altında yeni bir Meclis toplandı.[6] Kapatılan Meclis-i Mebusanın neredeyse tamamının yanı sıra, İstanbul’daki devlet aygıtının çürümemiş ve emperyalist devletlere açıkça boyun eğmemiş unsurları da Ankara’ya taşındılar. Meclis açılışında padişaha bağlılık yemini edildi, açılış konuşmalarında ve yayınlanan ilk Meclis beyannamesinde, padişaha isyan iddiaları kesin bir dille yalanlandı! Meclis meşruluğunu, İstanbul’un işgal edilmesine, padişahın elinin kolunun bağlı kalmasına ve Meclis-i Mebusanın artık İstanbul’da çalışamaz olmasına bağlıyordu! M. Kemal, Meclis ve Hükümet Başkanı olarak seçildi. Benimsenen ilkelerden biri Meclisin üzerinde hiçbir güç olmadığı idi! Bu İstanbul’daki hükümetin tanınmayacağı anlamına geliyordu. Böylelikle Anadolu’da İstanbul’a alternatif bir iktidar odağı oluşuyordu. Ama dediğimiz gibi, bu alternatif iktidar halen padişahın otoritesini sorgulamıyor, tersine onun kurtarıcısı olacağı iddiasıyla kendine meşruluk sağlıyordu.
BMM kuruluşunun ardından kendisini devletleştirmeye girişti. Zaten yasama ve yürütme yetkisini elinde toplamıştı, yargı yetkisini de kendi eline aldı: Kendi milletvekillerinden oluşturduğu İstiklal Mahkemelerini kurdu. Kendi otoritesini tanımayanları vatan haini olarak addeden ve idamla cezalandıran bir yasa çıkardı. Bu yasaları uygulama ve askerlik “görevinden” firar edenleri cezalandırma işi bu mahkemelere bırakıldı. İstanbul hükümetinin imzaladığı ve büyük tepki duyulan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşmasından sonra BMM’nin konumu gittikçe güçlendi.
Bu duruma rağmen, Kemalist önderliğin Saltanatla karşı karşıya gelmeme temelindeki oportünist tutumu devam etti. Meclisin yayınladığı bildiriyle aynı içerikte olan ve M. Kemal tarafından Padişaha hitaben kaleme alınan mektupta şunlar söyleniyordu: “Halife ve Padişahımız, saltanat haklarını ve ulusal bağımsızlığımızı korumak amacıyla bugün BMM olarak toplanmış bulunuyoruz (…) Bizzat zat-ı şahaneniz bu olaylar önünde duymuş olduğunuz acıyı tüm dünya basınına yansıtmış bulunuyorsunuz. Bu durum içinde, yüzyıllar boyunca Padişahlara dünyanın en şahane tahtını getiren bu ulus ne yapabilirdi? Sefil bir savaş sonunda Padişahının kendi ordularını seferber etmekten menedildiğini görerek bizzat silâha sarıldı ve dinimizi, ulusal onurumuzu kurtarmak için, saldırıya uğrayan bölgelere koştu... Haşmetpenahi, halkı aldatarak ulusal savunmamızı zat-ı şahanenize karşı bir isyan olarak göstermeye çalışan hainler vardır. Bu hainler, ulusumuzu sivil bir savaşa sürükleyerek yurdumuzun düşmanlarca istilâsı için ortam hazırlamaya çalışıyorlar... Düşman bayrakları yurdumuzdan kaldırılmayınca ulusal savunmamızı bırakamayız... Yoksul ve bedbaht olarak yönetimimiz altında yaşamayı, yabancı köleliğinin getireceği rahatlık ve zevke bin kere yeğ tutarız... Kalplerimiz zat-ı âlinize karşı bağlılık ve sevgiyle doludur, öncekine oranla daha sıkı bağlarla Padişahlık katına bağlıyız. Meclisimizin ilk sözleri Halife-Padişahımıza bağlılık olduğu gibi son sözleri de gene aynı olacaktır.”[7]
Bu ve buna benzer sayısız beyanat ve belge, daha baştan bir cumhuriyet hedefiyle yola çıkılmadığını, hareketin kendi meşruluğunu “Halifelik ve Padişahlık katlarının kutsal başkentini, yetki ve saygınlığını iade etmek” iddiasına dayandırdığını kanıtlar. İlerleyen yıllarda Kemalist ideologlar bu ve buna benzer sayısız beyanı, M. Kemal’in “siyasi dehası”nın kanıtları olarak aklamaya çalıştılar. Buna göre, M. Kemal, güç dengelerini gözeterek, cumhuriyet hedefini bu aşamada gündeme getirmemişti! Bu subjektif yorumu doğru kabul edersek, o zaman resmi ideolojinin dillendirdiği diğer bir iddianın, yani M. Kemal’in devrimci olduğu iddiasının yanlışlığı ortaya çıkar. Zira dengeler adına bu denli ölçüsüz övgüler, olsa olsa oportünist yaltaklanmaların, saray entrikacılığının ve uzlaşma yollarını açık bırakma çabasının kanıtıdırlar.
Resmi tarihin iddialarının aksine M. Kemal rakipsiz değildi. O ve ekibi, gerek diğer ekip ve önderlere, gerek İstanbul hükümetine, gerek Meclisteki saltanatçılara, gerek emperyalist güçlere, gerekse de Sovyet hükümetine karşı sürekli manevralar yaparak rakiplerini ekarte etmiş ve Millî Mücadele’nin önderliğini ancak süreç içerisinde kazanmıştı. Kemalist ekip, tutarlı, kararlı, burjuva anlamda bile olsa net bir devrimci çizgi izlemek yerine, her türlü güç odağıyla ilişkiler kurmaya dönük uzlaşmacı, oportünist ve bürokratik bir çizgi izledi. Kimin desteğini almak gerekiyorsa, ona uygun adımlar atılıyordu. Kemalist kadrolar, içinden çıkıp geldikleri Osmanlı askeri bürokrasisinden çok şey öğrendiklerini, daha Meclisin kuruluşuna giden süreçte ortaya koymuşlardı. Mülk ve politik güç sahibi her türlü kesimle, sınıfla ve devletle işbirliğinin yollarını arayan ama yoksul halkla onun kurtarıcısı olma iddiası dışında hiçbir yakınlığı olmayan bir önderlik idi söz konusu olan.
Meclisin kuruluşunu takip eden dönem, ağırlığını iyiden iyiye hissettiren Kemalist önderlik açısından, bir taraftan Anadolu’da çıkan gerici ayaklanmaların bastırılmasıyla, bir taraftan da Sovyet hükümetiyle iyi ilişkiler kurulması ve ondan destek sağlanması çabalarıyla geçti. Sovyet hükümetinin desteğini kazanmak, onun BMM’yi tanımasını, diplomatik, askeri, mali yardımda bulunmasını sağlamak isteyen M. Kemal’in komünizmi öven, emperyalizmi lanetleyen, dünya devrimini göklere çıkaran sözleri, birer bürokratik manevradan başka bir şey değildi. Öncesinde Sovyet heyetleriyle yapılan birçok görüşmeye rağmen resmi bir ilişkinin kurulması Meclisin açılışının ardından gelir. Meclisin kuruluşundan üç gün sonra, 26 Nisan 1920’de, M. Kemal, Meclis adına Sovyetlere dostluk ve ittifak anlaşması yapılması önerisinde bulunuyor, emperyalist işgale son vermek ve ardından emperyalizme karşı birlikte mücadele etmek amacıyla Sovyet hükümetinden askeri ve mali yardım talep ediyordu: “Evvela, milli topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist kuvvetleri tart ve ileride emperyalizm aleyhine vuku bulacak müşterek mücadelemiz için dahili kuvvetlerimizi organize ettirmek üzere şimdilik ilk taksit olarak beş milyon altının ve kararlaştırılacak miktarda cephane vesair harp vesaiti ve sıhhiye malzemesinin ve yalnız doğuda harekat icra edecek kuvvetler için erzakın Rus Cumhuriyetince temini rica olunur.”
Haziranda gelen olumlu cevap üzerine verilen yanıta da bakalım: “…Size, sadece kendi zincirlerini kırmakla yetinmeyip iki yıldan fazla süredir bütün dünyanın kurtarılması uğrunda eşi görülmemiş bir mücadele yürüten ve baskının dünya yüzünden sonsuza dek silinmesi için duyulmamış acılara seve seve katlanan Rus halkına, Türk halkının hayranlık duyduğunu bildirmekten çok büyük mutluluk duyuyorum. Bir yandan Batı emekçilerinin, öte yandan köle Asya ve Afrika halklarının, uluslararası sermayenin, efendilerinin en yüksek kazancı elde etmesi amacıyla birbirlerini yok etmeleri ve köleleştirmeleri için onları kullandığını anladıkları ve sömürge politikasının bir suç olduğu bilincinin dünya emekçi kitlelerinin kafasına yerleştiği gün, burjuvazinin egemenliğinin sona ereceğine ilişkin inancımın bütün yurttaşlarım tarafından da paylaşıldığına eminim.”[8] Kemal ve ekibindekilerin “burjuvazinin egemenliğinin sona ereceğine” dair ne bir inancı vardı ne de böyle bir hedefleri. Zaten kendi sınıf doğaları gereği bu mümkün de değildi. Ama bu yönde bir ümidin tohumlarının Anadolu’nun emekçi halkı arasında yeşermekte olduğu açıktı.
(devam edecek)
[1] Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., s.102
[2] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., Ekim 2004, s.221
[3] M. Kemal değindiğimiz kongreler dizisinin yalnızca son ikisine, Erzurum ve Sivas Kongrelerine katılmıştır. Diğer kongrelerden tarih derslerinde pek bahsedilmemesinin nedeni de bu olsa gerek!
[4] Maalesef sosyalist hareketin bu konu bağlamında en zayıf olduğu hususlardan biri budur. Sosyalist sanatçılar, şarkılarıyla, şiirleriyle, romanlarıyla bu efsanelerin solda yaygınlaşmasında ciddi bir rol oynamışlardır.
[6] Büyük Millet Meclisi adı, 8 Şubat 1921 tarihli bir Bakanlar Kurulu Kararnamesiyle “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ne dönüştürülmüştür.
[7] akt. Salâhi R. Sonyel, “Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngilizlerin Eline Geçen Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Tutanakları”, https://belleten.gov.tr/tam-metin/1680/tur
[8] Lenin’e hitaben yazılmış 4 Ocak 1922 tarihli mektubunda ise M. Kemal, sömürüye boyun eğmemek, asalak sınıfı ortadan kaldırmak, zenginler sınıfını, büyük arazi sahiplerini zayıflatmaktan bahseder. Türkiye’nin Batı’dansa Sovyetler’e yakın olduğunu, “kapitalist ve emperyalist düzene karşı savaştıklarını”, “bugünkü mücadelenin her şeyden önce kapitalizme karşı yöneldiğini”, zaferden sonra büyük işletmeleri devlet eliyle yöneteceklerini ve “böylece gelecekte büyük kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş” olacaklarını söyler.
link: Oktay Baran, Millî Mücadele ve Cumhuriyet: Efsaneler ve Gerçekler, 6 Aralık 2023, https://marksist.net/node/8142