Havai fişekler eşliğinde kutlanan milenyum dönemecinde aynı zamanda zenginlik, bolluk ve uygarlık timsali olarak kutsanan kapitalizm, freni patlayan bir kamyon gibi yokuş aşağı yuvarlanıyor ve bu esnada insanlığı korkunç bir yıkımla yüz yüze bırakıyor. Hatırlanacağı gibi SSCB’nin çöküşünü takip eden dönemde burjuva ideologlar küreselleşen kapitalizmin ulus-devletlerle birlikte savaşları da ortadan kaldırarak insanlığa sonsuz bir barış, demokrasi, uygarlık ve refah getireceğinden dem vurdular. Globalist ideolojiye göre, devletin küçülmesi, serbest piyasanın hâkimiyeti ve bilgisayar teknolojisindeki sıçramalı ilerleme sayesinde sınırsız bir ekonomik büyümenin önü açılmış, kriz olgusu tarihe karışmıştı. Kapitalizm altında küresel bir cennet yanılsaması yayan bu ideoloji ilk darbeyi milenyumun başındaki ekonomik krizle aldığında, savunma hattı “bunun ahbap-çavuş kapitalizminin krizi olduğu” noktasına çekilmişti. Ne de olsa bu kriz Arjantin, Rusya, Türkiye gibi ülkeleri vurmuştu! Ancak birkaç yıl sonra, 2008’de, görülmedik boyutlarda bir kriz kapitalizmin ana mabedi konumundaki ABD’den başlayarak tüm küreyi vurunca küreselleşmenin ne olduğu daha iyi anlaşılmaya başlandı. Elbette bu anlaşılırlığı arttıran çok yakıcı ve yıkıcı bir olgu daha vardı. ABD’nin 2001’deki Afganistan işgaliyle birlikte “sonsuz savaş” diyerek harladığı emperyalist paylaşım savaşı giderek çok daha geniş bir alana yayılıp Üçüncü Dünya Savaşına dönüşmüştü.
Patlak verdiği günden bu yana bu savaş sadece yüz binlerce insanın katledilmesine ve Avrupa’nın göbeğinde bile milyonların göç yollarına düşmek zorunda kalmasına yol açmakla kalmıyor, bir arada yürüdüğü ticaret savaşlarıyla ve derinleştirdiği enerji ve gıda kriziyle de insanlığı yeni felâketlerle yüz yüze bırakıyor. Ukrayna savaşı nedeniyle uygulanan yaptırımların ardından Rusya’nın doğalgaz vanalarını kısması, kapitalist uygarlığın beşiği olan Avrupa’yı eşi görülmedik bir enerji kriziyle karşı karşıya bırakmış durumda. Doğalgaz fiyatlarının bir yıl içinde on kattan fazla artması, bunun aynı ölçüde elektrik fiyatlarına da yansıması, egemenleri kara kara kışı nasıl çıkaracaklarını düşünmeye itiyor. Avrupa’da aralarında dev metal işletmelerinin ve dünyanın en büyük gübre şirketine ait tesislerin de bulunduğu çok sayıda fabrika üretimi durdurduğunu ya da daralttığını duyuruyor. Pek çok şirket maliyetlerin daha düşük olacağı ülkelere taşınmayı planlıyor. Hükümetlerse neredeyse her gün yeni bir “tasarruf” önlemi açıklıyor ve halka çeşitli tavsiyelerde bulunuyor. Mağazaları, kuleleri, köprüleri, dev reklâm panolarıyla her daim ışıl ışıl aydınlatılan ve göz alıcı ışık oyunlarıyla adeta kapitalizmin sonsuz zenginlik ve yıkılmazlığı mesajını veren Avrupa kentleri birer birer karanlığa gömülüyor. Fransa’da Eyfel Kulesinin, Almanya’da meşhur sarayların, anıtların projektörleri kapatılıyor. Pek çok ülkede kamu binalarının sıcaklığının yazın 26, kışın 19 dereceye ayarlanması kararlaştırılıyor. Evler ve mağazalar için de benzer önlemlere gidiliyor.
Dahası da var. İsviçre hükümeti kışın yaşanabilecek elektrik kesintilerine karşı halka mum ve odun stoklamasını, buzdolaplarının sıcaklık ayarlarının yükseltilmesini salık veriyor. Banyo meselesinde ise hükümet sözcüleri yaratıcılıkta birbirleriyle yarışa girmiş durumdalar. En sıradan öneri “duş süresinin kısa tutulması ve daha soğuk suyla yıkanılması”. İsviçre Enerji Bakanı buna “tek başına değil birlikte duş alınması” önerisiyle katkıda bulunurken, Alman siyasetçiler “her gün duş almak yerine ıslak bez kullanılması” önerisiyle daha da ileri gidiyorlar.
Tüm bunlara Türk işi katkı ise “banyoda kum saati kullanmak” önerisiyle TC Enerji Bakanlığından gelmiş bulunuyor. Bakanlığın yayınladığı “İşte, Evde, Yolda Enerji Verimliliği” kitapçığındaki önerilerden bazıları şöyle: duş alırken banyoda kum saati bulundurup 4 dakikadan uzun duş almamak, saçları kurutma makinesiyle değil havluyla kurutmak, kışın pişirme sonrasında fırın kapağını açık bırakıp ortamın ısınmasını sağlamak, büyük ekranlı televizyonları tercih etmemek, televizyon ve radyoların ses düzeyini düşük tutmak…
Tüm bunlar aslında, kışın evde şortla, atletle dolaşmayı uygarlık göstergesi addeden, vücudun her bir bölgesi için ayrı ayrı sabun/şampuan tüketimini dayatan, duvar büyüklüğünde televizyonları, en büyüğünden buzdolaplarını, fırınları, çamaşır ve kurutma makinelerini, cayır cayır akaryakıt harcayan cipleri vb. her eve sokmak için 24 saat reklâm ve pazarlama kampanyaları düzenleyen kapitalizmin, korkunç bir ikiyüzlülükle birlikte nasıl bir israf düzeni olduğunu da ortaya seriyor.
Öte yandan globalist/neoliberal ideolojinin serbest piyasa ve özelleştirme tabuları da darbe üstüne darbe alıyor. 2020 krizi patlak verdiğinde ABD’den AB’ye emperyalist devletler piyasaya trilyonlarca dolar pompalayarak ekonomiye görülmedik bir müdahalede bulunduklarında bu tabuların tabutunun son çivilerini çakmışlardı. Şimdiyse Alman hükümeti, Rus gazının ana ithalatçısı konumundaki enerji devi Uniper’i kamulaştırdığını (Finlandiya kamu şirketi Fortum’un bu şirketteki %78’lik hissesini satın alarak) duyurdu. İki ay önce de Fransa, Fransız Elektrik şirketinin tüm hisselerini kendi elinde toplayarak kamulaştırmaya gitmişti. Gerek Almanya gerekse Fransa’nın attığı bu adımlarda devletin enerji arzı ve fiyatlandırması üzerinde tam kontrol sağlama isteği önemli bir rol oynasa da, en az onun kadar önemli bir başka neden de söz konusu şirketlerin enerji piyasasının allak bullak olması nedeniyle karşı karşıya kaldıkları zararları karşılama çabasıdır. Alman İşverenler Birliği başkanının “şirketlerin iflas etmesini ancak devlet yardımı önleyebilir” sözleri de bir kez daha göstermektedir ki, devletten tümüyle bağımsızlaşmış bir kapitalist ekonomi düşünülemez. Kapitalist ekonomide sermaye başı sıkıştığı her an devleti imdada çağırdığı gibi, devletin kolektif burjuva akıl olarak çeşitli durumlarda devreye girmesi de sistemin bekası açısından zorunludur.
Milenyum dönemecinde kaleme aldığı “Küreselleşme” broşüründe, Elif Çağlı, küreselleşmenin kimilerinin reddettiğinin aksine gerçek bir olgu olduğunun altını çizerken onun kapitalizmin içsel çelişkileriyle de sakatlanmış olduğunu çeşitli yönleriyle ortaya koymuştu. Küreselleşmenin ulus-devletleri ortadan kaldıracağı iddiası karşısında da gerçekliği çelişkileriyle birlikte ele almıştı:
“Kapitalizmin küresel gelişimi, ulus-devlet çerçevesinde örgütlenmiş olan kapitalist işleyişi gerçekten de zorluyor. Bu eğilimin bindirdiği şiddetli bir basınç vardır. Günümüzde çarpıcı biçimde yaşandığı üzere, sermayenin dünyasal hareket serbestisine sahip olma arzusu ile rekabet karşısında ulus-devletin koruyuculuğuna sığınma ihtiyacı çatışmaktadır. Her iki eğilim de gerçekliğin bir parçasıdır ve bunlar zıtların birliği temelinde yol alıyorlar. Marx «sermayenin ulusu yoktur» derken, onun vatan ya da millet gibi ayrımlara takılmayıp, en yüksek kârın peşinden gideceğini anlatmak istemişti. Ama diğer yandan aynı sermaye, rakip güçlere kafa tutmak istediğinde kendi ulus-devletini kutsama riyakârlığından da asla uzak durmayacaktı.”[*]
Bu riyakârlığı önce 2008, ardından da halen devam etmekte olan 2020 krizinde çok çıplak biçimde gördük. 2020 krizini pandemiye bağlayıp kapitalist sistemi işin içinden sıyırmaya kalkanlar, aradan geçen iki yıla rağmen toparlanamayan ekonominin bir kez daha gümbür gümbür aşağı yuvarlanma sinyalleri vermesi karşısında alarm zillerine asılıyorlar. Resesyon ve stagflasyon çığlıklarının ardı arkası kesilmezken, tüm şirketler yine devletin koruyucu kollarının kendilerini sarıp sarmalamasını istiyorlar.
Bu iki krizin çok çıplak biçimde gösterdiği bir başka olgu ise, globalizmin “refah kapitalizmi” palavralarının paramparça oluşudur. Doğalgaz tüketimini sınırlandırmak üzere hayata geçirilen ve halka önerilen enerji tasarrufu önlemleri bunun üstüne tuz biber ekmiştir. Dünya Bankasından IMF’sine emperyalizmin tepelerinden uyarı üstüne uyarı gelirken, Alman Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği başkanının “ülke yıllarca sürecek bir ekonomik kriz ve daha önce hayal bile edilemeyecek bir refah kaybıyla karşı karşıya” diye dert yanması, Macron’un ise “bolluk devri sona erdi” diyerek ülkenin “fedakârlık çağı”yla karşı karşıya olduğunu söylemesi, müreffeh, uygar Avrupa’nın düştüğü vaziyeti açık bir şekilde yansıtıyor. Beri yandan sona erdiği söylenen bolluğun emekçiler için hiçbir zaman söz konusu olmadığını ve burjuvazinin her daim onlardan fedakârlık beklediğini de biliyoruz. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, kapitalizm tarihinin hiçbir döneminde sınıflar üstü bir refah olanağı yaratmamıştır ve küreselleşme de iddia edildiğinin aksine emekçilerin yaşadığı sorunları çok daha şiddetli hale getirmiştir. Küresel kapitalizmin, emperyalist savaşların yaygınlaştığı, zengin-yoksul uçurumunun alabildiğine derinleştiği bir dünyaya işaret ettiğini vurgulayan Çağlı, globalizm ideolojisinin gerçekte ne anlama geldiğine de şöyle dikkat çekmektedir:
“Kapitalizm var olduğu sürece, küreselleşme, milyonlarca insanın canını fena halde yakan ve yaşamlarını söndüren bir gerçeklik olarak karşımıza çıkacaktır. Globalizm işte bu gerçekliğin savunusu anlamına geliyor. Bu bağlamda globalizmin birkaç tanımını art arda sıralamak mümkün. Globalizm emperyalist güçlerin dünyayı kanlı savaşlar temelinde yeniden paylaşmaları demektir. Ezilen halkların yaşamını en son teknolojilerin ürünü olan bombalarla cehenneme çevirmenin adıdır globalizm. Globalizm dünya işçi sınıfının kazanılmış tüm haklarını ortadan kaldırmayı amaçlayan saldırgan burjuva ideolojisidir. Sözü bu noktada daha fazla uzatmaya hiç gerek yok. Kapitalizm altında küreselleşme, bir başka deyişle eşitsiz ve bileşik kapitalist gelişme, yerküremize ve üzerindeki milyonlarca insana daha müreffeh bir gelecek vaat etmiyor; tam tersine barbarlığa ve adeta topyekûn bir yıkıma sürüklüyor.” (age)
Bu satırları izleyen on beş yıl içinde kapitalizm gerçekten de dünyayı topyekûn bir yıkıma sürüklemiştir: İkincisi birincisini aratan iki büyük kriz, on milyonlarca insanın hayatını zindana çeviren bir emperyalist savaş, milyonların yerinden yurdundan olması, felâket üstüne felâketlerle dört bir koldan alarm veren doğa, özellikle gençlerin insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar yüksek ve kronikleşen bir işsizlikle, güvencesizlikle ve düşen yaşam standartlarıyla karşı karşıya olmaları, emeklilerin sefalete sürüklenmeleri, çalışanların ücretlerinin inanılmaz ölçülerde düşmesi, insanlığın depresyon kuyusuna itilmesi bu yıkımın sadece birkaç görünümüdür.
Kapitalist küreselleşmeyle eş zamanlı ilerleyen küresel iklim değişikliği, aslında onun tahripkârlığının çok çarpıcı bir göstergesidir. Bugün gezegenimiz iklim değişikliğini de içeren çok boyutlu bir ekolojik krizle malûldür. Bir tarafta görülmedik şiddette sağanaklar, seller, aşırı sert kışlar, diğer tarafta bununla aynı anda yaşanan aşırı sıcaklar, yangınlar, kuraklık ve gıda krizi. Üstelik onca toplantıya, zirveye, imzalanan onca anlaşmaya rağmen kapitalist sistem bu alanda hiçbir iyileşmeye geçit vermiyor. ABD’de Biden’ın, Avrupa’da Yeşillerin ve sosyal demokratların “temiz/yeşil enerji” sözlerinin yerinde de yeller esiyor. Kapatılacağı açıklanan kömür santralleri yeniden faaliyete geçiriliyor, petrol ve doğalgaz arama çalışmalarına hız verilirken Kuzey Denizinde yeni sahalar lisanslandırılıyor. Nükleer enerji ise “temiz enerji” statüsüne sokulup yeni santral projeleriyle ihya ediliyor.
Küreselleşen kapitalizm sadece ekonomik ve ekolojik yıkım üretmekle kalmayıp siyasi gericiliği de doruğuna çıkarmıştır. Globalizm ideolojisinin mimarlarının ve propagandacılarının savunduklarının aksine, küresel kapitalizm demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin değil, her türden gericiliğin, vahşetin, esaretin küreselleşmesidir. Faşist hareketlerin Amerika’dan Avrupa’ya dünyanın en gelişmiş ülkelerinde yükselişe geçmesi, bir daha asla yaşanmaz denen faşizmin nasıl yeniden güç kazandığını göstermektedir. Irkçılığın, göçmen düşmanlığının patlaması, kadınlara yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin artışı, bu gerici iklimin diğer yansımalarından bazılarıdır. Görüldüğü gibi kapitalizm uygarlığı her açıdan karanlığa gömmektedir.
Kapitalizm öylesine şiddetli çelişkilerle yüklü ki, Avrupa’da bile enerji fiyatlarındaki fahiş artış yüzünden pek çok sektörde üretim durma noktasına gelirken, emekçiler faturalarını ödeyemedikleri için kışı donma ve aç kalma tehlikesiyle yüz yüze karşılarken, enerji tekelleri rekor kârlar açıklıyor. Emekçiler sefalete sürüklenirken, milyarderler zenginliklerine zenginlik katıyor. Doğal olarak tüm bu durum emekçileri çileden çıkarıyor. Son aylarda grevlerin dalga dalga yayıldığı ve öfkenin giderek büyüdüğü İngiltere’de enerji faturalarında yaşanan durdurulamaz artış karşısında emekçiler “Ödeme” (Don’t Pay) hareketi başlatıyorlar. Bu hareket enerji fiyatları ödenebilir düzeye çekilene kadar emekçileri enerji faturalarını ödememeye çağırıyor. İngiliz egemen sınıfı, bu hareketin 1980’li yılların sonunda Thatcher hükümeti tarafından çıkarılan Kelle Vergisini (Poll Tax) ödemeyi reddeden milyonlarca emekçinin yükselttiği kitlesel harekete dönüşmesinden korkuyor. Hollanda hükümeti aynı korku yüzünden, faturalarını ödeyemeyecek durumda olan 1 milyon ailenin elektrik ve doğalgaz faturalarını üstleneceğini açıklıyor. Belçika Enerji Bakanı ise aşırı yüksek düzeydeki gaz fiyatlarına hızlı bir şekilde tavan fiyat uygulanmadığı, yani gaz fiyatları dondurulmadığı takdirde “önümüzdeki 5-10 kış korkunç olacak” diye feryat ediyor.
Doğayı ve emeği sınırsızca sömürüp tüketen bu kâr odaklı üretim tarzının tümüyle iflas ettiği gerçeği, işçi sınıfı isyanlarının tüm küreye yayılmasıyla da kendini gösteriyor. Haiti’de, Lübnan’da, Sri Lanka’da, Endonezya’da, İran’da ve daha pek çok ülkede isyan çığlıkları yükseliyor. İşçiler, emekçiler fırlayan fiyatlar yüzünden sokağa dökülüyor, hükümetler deviriyor. Kapitalizm tarihsel krizi içinde çıkışsızlığa sürüklenmişken, işçi sınıfı henüz bilinçsizce de olsa insanlığı çıkışa götürmek üzere ayağa kalkıyor.
İnsanlığın kurtuluşunun, kapitalizmin tüm küreyi sarmasından değil, özel mülkiyetin, sınıfların, sınırların ortadan kalktığı sosyalist bir dünyadan geçtiği her şekilde kendini ortaya koyuyor. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, “muazzam bir dünya pazarı yaratarak, işbölümünü ve üretici güçleri yerel ve ulusal olmaktan çıkartarak dünyasallaştıran kapitalizm, aslında dünyayı bir bütün olarak sosyalist dönüşüme hazırlamış bulunuyor. Küreselleşen kapitalizm altında boğulan insanlığı, ulusal dar görüşlülüğün, çıkar çatışmalarının, kanlı paylaşım savaşlarının, yoksulluğun, işsizliğin olmadığı bir dünyaya taşıyabilecek olan yegâne imkân işçi sınıfının Marksizmin ışığı altında yürüteceği küresel devrimci mücadelesidir.”
[*] Elif Çağlı, Kürselleşme – Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme, 2005, Tarih Bilinci Yay.
link: Zeynep Güneş, Kapitalizmin Küresel Karanlığı, 21 Ekim 2022, https://marksist.net/node/7779
İran’da Halk İsyanı Molla Rejimini Sarsıyor
Emine Şenyaşar, Cumartesi Anneleri ve Daha Niceleri…