Sınıfların olmadığı, sömürüsüz, eşit ve özgür bir dünya hedefini ifade eden fikirler sosyalist fikirlerdir. Kapitalizmi yıkarak sosyalist toplumun yolunu açacak olan da işçi sınıfıdır. Tarih boyunca inişli çıkışlı bir seyirde varlığını sürdüren tüm eşitlikçi, özgür toplum fikirleri gibi sosyalist fikirler de belli dönemlerde rağbet görürken belli dönemlerde gözden düşmüştür. Yoksul işçi ve emekçiler, gerileme dönemlerinde farklı düşüncelere sarılarak özlemlerine ulaşmaya çalışmıştır. Kapitalist egemenler, emekçi kitlelerin özlemlerini istismar ederek onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeyi başarmıştır ve kitlelerin beklentileri, özlemleri karşılanmamıştır. Günümüzde kapitalizmin yarattığı uğursuzlukların ağırlığı insanlığın üzerine bir karabasan gibi çökmüştür. Yakın tarihte yaşanan gelişmeler işçi sınıfına geçmişten süzülmüş derslerin ışığında yeniden sosyalizm fikrine sarılma vaktinin geldiğini işaret etmektedir.
80’li ve 90’lı yıllardan günümüze kadar yaşanan süreçte Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte burjuvazinin yoğun ideolojik saldırıları gerçekleşti. Bu ideolojik saldırının ana unsurları olarak, kapitalizmin krizlerinden kurtulduğu, dünyada yeni bir barış ve refah döneminin açıldığı, savaş tehlikesinin ortadan kalktığı, işçi sınıfının, sınıf mücadelesinin ve hatta tarihin sona erdiği gibi iddialar bolca işlendi. Burjuvazi, sosyalizm idealini emekçilerin zihninde ve yüreğinde söndürmeye çalıştı. Stalinizmin yarattığı tahribatla birleşince burjuvazinin bu emelinde hatırı sayılır bir başarı sağladığını söyleyebiliriz. 30 yılı aşkın bir süredir sosyalizm fikri geniş kitleler nezdinde itibar kaybetti. Dünya genelinde sağ siyasetin popülaritesi arttı. Sıradan insanların gözünde sosyalizm başarısız, çökmüş bir sistem olarak algılatıldı.
Genel olarak dünyada bu düşünce ve ruh hali hâkimken Türkiye bir de 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin etkisiyle işçi sınıfı birçok mevzisini kaybetti, sınıf hareketi zayıfladı. Tam anlamıyla birbirini tetikleyen durumların yaşandığı bir dönem ve yokuş aşağı gidiş söz konusu oldu. Bu olumsuz koşulların sürdüğü yıllar boyunca kitleler sosyalizm fikrinden uzaklaştılar. Adil, eşitlikçi ve özgür bir düzen umudunu başka mecralarda farklı dillerle ortaya koymaya çalıştılar. Türkiye’nin egemenleri çeşitli biçimlere büründürdükleri kendi siyasetleriyle, ANAP, CHP, DYP, MHP, RP, DSP gibi partilerle biraz zaman kazandılar. 2000’li yılların başında dünyada gerçekleşen çeşitli dönüşümlerin bir sonucu olarak AKP kitlelerin çeşitli demokratik taleplerini de dillendirip Türkiye siyasetinde önemli bir alanı kontrolü altına aldı.
2002 yılında iktidara gelen AKP sonraki dönemde kitle desteğini arttırdı. O dönem burjuva siyaset arenasında yaşanan çürüme ve çöküşün üzerine gelmiş olması, halkın gündelik hayatında yakıcı bir şekilde hissettiği, basit görünen ama kangrenleşmiş bazı sorunlara el attığı için kitlelere “reformcu” olarak görünmesi, dini motifleri büyük bir ustalıkla kullanması, ayrıca emekçi kitlelerin çoğunlukla ve haklı olarak, statükocu Kemalist bürokrasiye tepki duyması gibi iç içe geçmiş ve birbirini destekleyen bu sebepler yıllarca AKP’ye gösterilen teveccühün önemli kaynağı oldu. Özetle, 28 Şubat’ta Kemalist elitlerce haksızlığa maruz bırakılmış ve mağdur edilmiş bir hareketin temsilcisi olarak ortaya çıkan AKP, ilk döneminde çizdiği “reformcu” görüntüsüyle kitlelerin refah içerisinde yaşama umudunu sonraki dönemlerde de oya tahvil etmeyi başardı. Ancak, tarihsel ve toplumsal koşulların el verdiği oranda!
Dışarıdan görülenle gerçekte olanlara bir göz atalım. İktidara geldiği ilk yıllardan itibaren yoğun bir neo-liberal program uygulayarak güvencesiz bir çalışma hayatı inşa etti. Bu program, ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu neo-liberal saldırıların hayata geçirilmesini, özelleştirmelerin hızla devam ettirilmesini sağladı. İşçi ve emekçilerin çıkarlarını kollamak, özgürlükçü, daha eşit ve adil bir yönetim uygulamak şöyle dursun, kazanılmış hakların geriye götürülmesine ve gasp edilmesine sebep oldu, Türkiye’yi sermaye için ucuz işgücü cennetine döndürdü. Son dönemlerde yaşanan iş kazaları ve işçi ölümlerindeki artış yıllardır uygulanan neo-liberal politikaların doğrudan bir sonucu oldu.
İktidarı süresince asıl olarak, 80’li yıllarla birlikte kendisini ortaya koymaya başlayan ve ilerleyen zaman içerisinde muazzam düzeyde büyüyen “yeşil sermaye” ya da “Anadolu sermayesi” başta olmak üzere genel olarak sermayenin menfaatlerine hizmet eden bir iktidar oldu. Devlet kaynaklarını başta kendi yandaşları olmak üzere sermayeyi ihya etmek için kullanırken İşsizlik Fonunu da sermayeye peşkeş çekmekten geri durmadı. Azgınca bir rant ve daha fazla kâr dürtüsüyle hem emeğin hem de doğanın talan edilmesinin önünü açtı. AKP’li kaymak tabakanın hızlı palazlanışı, bu temelde hızlı çürüme, yozlaşma göstermesi, zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun yükselmesi de onun toplumsal meşruiyetinde önemli bir erozyona sebep oldu. Türkiye’nin yakın tarihine dair bu kısa süreçte AKP iktidarı, güdük demokratlık barutunu kısa sürede tükettiğini ve müesses nizamın bir parçası haline gediğini ortaya koydu.
Emekçi kitlelerin tamamının AKP’den kopuşu halen daha söz konusu değilse de, büyük bir hoşnutsuzluğun ve hayal kırıklığının var olduğu açıktır. AKP içinde de kazan kaynamakta, dağılma süreci hızlanmaktadır. Aslında tarihsel anlamda, AKP’nin misyonunu tamamladığını söylemek mümkündür. Bu durum Erdoğan liderliğindeki faşist rejimin bariz bir şekilde güç yitirmesinde de yansımasını bulmaktadır. Ancak şurası açık ki, emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam koşularının iyileşmesi de, demokratik hakların kazanılması da işçi sınıfının mücadelesine bağlıdır. Geçmiş deneyimlerin ışığında sosyalizm idealine sıkı sıkıya sarılmış öncülerinin etrafında birleşmiş işçi sınıfının zamanı gelmiştir.
link: Gebze’den bir işçi, Çözüm Düzen İçinde Değil, İşçi Sınıfı ve Sosyalizmde!, 9 Eylül 2021, https://marksist.net/node/7451
Sosyal Medyayı Boğmak İçin Yeni Bir Adım
Sansürlenen Sayıştay Raporu: 46 Kat Fazlasına Satılan İlaçlar!