Maden ocakları, içinde yaşadığımız dünyayı resmediyor adeta. Madende iki ayrı dünya oluşmuş. Kimisi yerin yedi kat dibinde, kimisi yerin yedi kat üstünde. Yerin dibinde olanlar, yerin üstündekiler iyi yaşasın diye çalışmaya mecbur edilir. Yerin altı üretmezse yerin üstü donar, aç kalır, kısaca yaşam olmaz. Bu nedenle yerin altındakilerin birleşmeleri, örgütlenmeleri, insanca yaşamaları yasak edilir. Madenler, en dipteki işçi sınıfına ölüm kusuyorken, en üstteki patronlara beylik, güzellik, sağlık akıtıyor. Madende çalışan işçiler zar zor geçiniyorken, maden sahipleri servetine servet katıyor. Madenlerde işçiler toplu halde yanıklarla, vücutları parça parça hale gelerek ölüyorken, patronlar sıcak yataklarında, güller içinde ölüyorlar. Madende ne yaşam adil ne ölüm!
Maden patronları pervasız mı pervasızdır. Onlara göre işçiler ya kötü kaderden ya da hatalı çalışmaktan bile bile ölüyor. Sözde kendileri önlemler almış, hatta devlet yetkilileri gelip denetimler yapmıştı. Örnek bir işyeri kurmuşlardı! Aç ve fukaraya iş, aş veriyorlardı! Madeni sevap için kurmuşlardı. Fabrikanın dışına koca harflerle “önce insan” yazmışlardı! Dünya âleme ilan ediyorlardı ki, maden sahibi patron, gece gündüz sadece işçilerini düşünerek yaşıyordu! Dedik ya pervasız mı pervasızlar. Yalan üstüne yalan söylüyorlar. Tek dertleri göz boyamak. Sonra işçinin sırtına kırbacı vurup, “daha çok çalışın, daha çok kömür çıkarın” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlar.
Balıkesir’de ölen işçilerden birinin yine aynı madenden sağ kurtulan kardeşi, “bize hep daha çok çalışın diyorlardı, önlem alın dediğimizde de önce üretim derlerdi” diyor. İşçi kardeşimiz tam da doğrusunu söylüyor. Madenler işçilerin sırtından kâr elde etmek için kuruldu. İşçilerin çok çalışması, ölümü göze alması ve sessiz sedasız bu dünyadan göçüp gitmesi için dönüyor madende çarklar. Madenlerdeki tek gerçek, maden sahiplerinin işçilerin kanıyla beslendiği gerçeğidir.
13 işçinin katledildiği, 18’ininse katliamdan yaralı olarak kurtulduğu Şentaş Madencilik’e ait madende, işçileri gaz sızıntısı olduğunu bile bile çalıştırdılar. Şöyle diyor ağabeyi ölen ve kendisi kurtulan işçi: “Kömür yanıyordu. Pazartesi günü saat 08.00’e kadar çalıştılar. İşçiler zehirlendi. Ama bize inanmadılar. Orada bizi çalıştırmaya devam ettiler. İçerde kimi kusuyor, kimi bayılıyordu. Hâlâ bizden iş bekliyorlardı. 2,5 saat bu şekilde çalıştık. Aşırı derecede duman ve koku vardı. Oradan çıktık ama bizi başka yere verdiler. Dumanın etkisiyle bayılmak üzereydik. Kömür aşırı değil ama kendi kendine yanıyordu. Özgür bey diye bir mühendis vardı. Bunu kendisine söyledik. Bizi göndermediler.” Sonuç, maden sahibi “taş” gibiydi ve “şen”di, işçilerse patlamada paramparça olmuşlardı!
Yaşamını yitiren işçilerden birinin babası “orada çalışmaya hiç niyeti yoktu, ama mecburdu, borcumuz vardı” diyor. Maden kimini borca harca, kimini de paraya, servete boğuyor. Bu kural hiç değişmiyor. İçinde yaşadığımız sistem önce bizi borçlandırıyor. Sonrasında her türlü riski almaya, gözümüzü kapamaya mecbur ediyor. Bir kısım madenci bitmez tükenmez borçları için öldü. Borç dediysek öyle yatlar, katlar, büyük yatırımlar değil elbet. İşçinin borç dediği ya bir hastane masrafı, ya bir okul masrafı ya bir düğün masrafı, en ilerisi kafasını sokacağı bir dam masrafı. O borç bir kez yapıştı mı insana, ömür boyu yakasını bırakmaz artık. Kredi kartı borçları herkesi adeta ayağından prangalamış. Evet, borcumuz var ve maden sahipleri bunun karşılığında canımızı almaya niyetliler. Oysa borç hariç bütün her şeyi biz üretiyoruz. Madenciler son borçlarını parçalanmış, yanmış bedenleriyle ödüyorlar.
Canlarının yandığını söyleyen devlet bürokrasisine ne demeli peki? Ölen işçiler için “acısını paylaşıyoruz” diyorlar. Bazen gelip hayatını kaybeden bir işçinin tabutuna el atıyorlar. O esnada kameralar bol bol çekim yapıyor. Kameralar önünde “işçi kardeşlerimizin acısını paylaşıyoruz, ailesine baş sağlığı diliyoruz, devlet büyüktür” diyorlar. Sonra kendi ceplerinden çıkmış gibi 10 bin lira yardım yapacağız sözü veriyorlar. Gözleri paradan başka bir şey görmüyor. Kimisi “patronlar adam öldürmez” diyor, kimisi “örnek bir maden” diyerek patronun arkasında olduklarını ilan ediyor. Madem devlet büyük, neden işçiler aynı madende tekrar tekrar ölüyor? Madem devlet büyük, neden işçilerin naaşları taksi bagajlarında taşınıyor? Madem devlet büyük, neden eli kanlı maden sahipleri elini kolunu sallayarak dışarıda dolanıp işçi kanı içmeye devam ediyor? Sık sık devlet büyük diyorlar, acaba işçilerin güvenini mi kazanmak istiyorlar yoksa işçilerin gözünü mü korkutmak istiyorlar? Devlet büyük, patronlar büyük, oluk oluk akan sermaye büyük!
Kabul, bir avuçtunuz, işçilerin kanıyla büyüdükçe büyüdünüz. Ama bizim de size olan kinimiz büyük ve büyüdükçe büyümeye devam edecek. Biz işçiler yeter artık, yeter diyoruz. Siz bilcümle egemen sınıf büyüdükçe biz işçilerin acısı da büyüyor. Ölen işçi kardeşlerimizin sayısını artık aklımızda tutamaz olduk. Bu kara düzeni değiştirmek, eşit ve özgür bir yaşam sürmek için yeter diyoruz. Yaşamdan çok ölüme, öldürmeye alışmışsınız. Sizlerin anladığı tek dil savaş ve ölüm. Doğuda, batıda, güneyde, kuzeyde, her yerde insanlara ölümü dayatıyorsunuz. Ve biz dört bir yandan “yeter artık” diyoruz. Açlığı ve karanlığı madenden söküp atmak için tek çare örgütlenmekten geçiyor. Yerin dibinde de olsa örgütleneceğiz. Gözümüzdeki en ufak bir ışıktan dahi cesaret alarak örgütleneceğiz. Bu karanlık ancak işçilerin örgütlü gücüyle aydınlatılacak. Ölmemek ve yeni bir dünya kurmak için örgütleneceğiz.
link: Adil Aksu, Madende Ne Yaşam Adil Ne Ölüm!, 5 Mart 2010, https://marksist.net/node/7232
Tekel İşçileri İnisiyatifi Ele Almalı
Gazi Katliamının 15. Yıldönümü