Albay Rıfat, Asker kamuflajlı dürbünüyle, Haban dağının doruklarından Oluklarından Gürül gürül yoksulluk akan kondularına, Ve kentin, Kömür tozundan karaya çalan Kırmızı kiremitli zengin damlarına bakıyordu. Ab-ı Ahmer Kızıla boyanmış akıyordu Bölerek kenti ikiye tam ortasından… Sağındaki kocaman bahçeli evlerin içinde Akla ne gelirse vardı. Sofrasında bal kaymak, Bahçesinde meyveler çeşit çeşit ve al aldı. Kapısında bekleyenler; Eli tüfekli, Beli fişekli, Ve sahipleri gibi “aman” bilmez adamlardı. Sol yanındaki yoksul kondular, Haki bir fonun üzerindeki Simsiyah küçük noktalar gibi belli belirsizdiler. Ekmeğin Suyun Dönen çarkların sebebi olduklarından, Ve de bütün dünyayı Ellerinin bereketiyle doyurduklarından habersizdiler. Hani nasıl denir; Elsiz, ayaksız Kör, sağır ve dilsizdiler. Albay Rıfat İndirdi dürbününü birkaç kez. Birkaç kez, gözlerini kısarak baktı. Bacalarından Büklüm büklüm Kapkara dumanlar tüten Sol taraftaki çoğu evlerin damları topraktı. Ne yağmurdan nasiplenirdi tarlaları, Ne sofraları ekmekten… Çocukları kara kuru, Çocukları aç biilaç, Ve ayakları çırılçıplaktı. Gün Ufuktaki bulutları, Ve kızıla boyayarak kiremitlerini Şehrin sağ yanındaki zengin damların, Sol yanındaki yoksul konduları ve sokakları Kopkoyu bir karanlığa bıraktı bırakacaktı. Muhtar Berat, Uçları göğe değen Çift çamların arasındaki çifte minareli camiden, Akşam ezanını okuyordu. Ve bilirmiş gibi sanki Ölüm haberi geldiğini oğlu Baran’dan; Ramazan’dan ve Hasan’dan sonra En küçük oğlu Baran’dan ölüm haberi geldiğini bilirmiş gibi, Ezan okumuyordu da ağıt yakıyordu… “Hayye ale’l-felah, Hayye ale’l-felah” derken, Yani şehrin sol yanındakileri Kurtuluşa davet ederken, Albay Rıfat; Dar, toprak bir yoldan, Tozu dumana katarak kente iniyordu. Kentin sol yanındaki evler Yokluğun aman bilmez elleriyle boğazlanıp Öbür dünyadaki mükâfatlarıyla avunurken Sağ yanındaki evler, Etin ve ekmeğin bolluğuyla göneniyordu Muhtar Berat, Çıkıp çifte minareli camiden, Ab-ı Ahmer’in üzerinden Haban’a doğru yürüdü. Yüreğindeki öfke, Yüreğindeki ateş, Yüreğindeki isyan büyüdükçe büyüdü. İki adamın, Kenarından Birbirine doğru yürüdüğü Ab-ı Ahmer’in yüreği, Kan kızıla boyanarak akıyordu. Albay Rıfat inip arabadan, Birkaç adım atıp durdu. Ve sanki Taşı kayayı söküp yerinden, Gürül gürül bir çığ gibi Kendisine doğru gelen bu adamı Bundan yirmi yıl önce getirdiği İlk kara haberden beri tanıyordu. Ve on yıl sonra yine, Ve şimdi yeniden, Ve hatta Yüzlerce, binlerce yıldan beri, Ölüm ve ayrılıktan başka bir şey değildi getirdikleri. Ve sonra yeniden, Ve sonra her defasında ve hiç durmadan “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir de ölüm” getirdiler Şehrin sol yanındakilere. Muhtar Berat’ın ilk oğlu Ramazan; Kudret Ağa’nın ilk oğluyla Aynı günde, aynı ayda Zenginlerin tarlalarında ekinlerin boy boy, Yoksulların sofralarında Ekmeğin kıt olduğu bir yılda doğmuştu. Kudret Ağa’nın oğlu Rüstem Yirmi günde hemen gidip dönerken, Ramazan; Bir ağanın topraklarının kenarında nöbet beklerken Soğuktan donarak öldüğünde Daha yirmisinde bile değildi. İkinci oğlu Hasan’a “Eğitim Zayiatı” dendiğinde; On sekizindeki karısı Medine Altıncı ayını bile doldurmamıştı hamileliğinde. Doğarsa eğer oğlunun adını Umut Barış koyacaktı. Belki bütün dünya Umut ve barışla dolu bir dünya olacaktı. Ve fakat Muhtar Berat; Üç oğlunun acısını üst üste koyarak, Ömür boyu cayır cayır yanacaktı. Albay Rıfat; İlk ölüm haberini getirdiğinde Otuz sekizinde bir binbaşıydı. Hasan’ın haberinde Kırk sekizinde bir albay… Bir babaya üç çocuğunun da Ölüm haberini vermek Kaç kula nasip olur bilinmez ama Baran’ın ölüm haberini getirdiğinde Fazlası var eksiği yoktu elli sekizinden… Muhtar Berat; İlk oğlunun ölüm haberi geldiğinde Otuz sekizinde Dalgalı saçları siyahtı. Ve yüreğinden kopup gelen öfke Ne dağlara Ne denizlere sığacak bir ahtı. On yıl sonra Hasan öldüğünde Sanki yetmişine varıp dayanmıştı. Saçı sakalı bulutlar gibi bembeyaz Yüzündeki çizgiler Ayaklarının dibinden ırmaklar akan Vadiler gibi yarılmıştı. Üçüncüsünde ise bu kez Ne kadar acı varsa kavrulacak Cayır cayır yanacak ne kadar acı varsa Asırlarca biriktirip yüreğine doldurmuştu. İlk oğlu Ramazan öldüğünde “Vatan için…” demişti Albay “Vatan için” diye dökülmüştü ağzından kelimler. “Vatan ve Bayrak için öldü” demişti “ölenler”. “Vatan sağ olsun Komutan” demişti Muhtar Berat “Vatan…” Milyonlarca Ramazan ve Hasan Ekmeğe ve aşa doyamadan; Ve kimisi gene, Belki bir kere bile Kömür gözlü bir yârin sıcaklığını duyamadan Ve oğullarına Ve kızlarına “Oğlum, Kızım” diyemeden İnsanca yaşayıp bir gün bile göremeden “Vatan için” ölmüşlerdi. On yıl sonra bu kez Kör bir kurşunla “zayi oldu” haberini verdiğinde Hasan’dan; “Vatan için donarak ölmek de varmış, Kör bir kurşunla zayi olmak da Komutan… Veren Allah, alan Allah Kaçılmazmış demek ki mukadderattan” demişti Muhtar Berat. Albay Rıfat “Vatan için” diyecekken Yirmi yıl sonra ve üçüncü kez yeniden, Kaldırıp elini susturdu Muhtar, Albay’ı. Ve Albay’a uzun uzun baktı İri gözlerinde öfke İri gözlerinde isyan İri gözleri kan ve revandı. Kalın kaşları çatık Kalın kaşları keman Kalın kaşları gerili yaydı Haki gömleğinin İki dirseği de siyah birer yamalıktı. Uzun beyaz sakalı; Tarihin bütün acıları yazılı Bir sayfa gibi ak, Bakışları; Esaretin karanlığını yırtar gibi aydınlıktı. Elleri damar damar… İnci zerresinden yaşlar Çiğ tanesi gibi sıra sıra yanağındaydı. “Ben” deyip Muhtar Berat, “Ben” deyip durdu. Acısı akıp içine Yüreğiyle sarmaş dolaş oldu. Ve sonra Kırk yıllık bir düşman gibi hançeriyle şerha şerha yardı. “Ben Berat Yurtseven Albay! Üç oğlumu aldın elimden. Üç gök bulutumu... Güneşimi, Ayımı, Yıldızımı… Gecemi, gündüzümü, Üç kınalı kuzumu aldın Komutan. Yağmurlarımı, ırmaklarımı, derelerimi, Başak başak ekinlerimi aldın. Ne dökülse ellerimden Ne boy verip çoğalsa Elimde avcumda ne varsa aldın, aldınız Komutan! Ne doymak bilmez bir iştahınız varmış meğer? Ne doymak bilmez bir iştahınız! Üç dağımı Üç denizimi Ve komutan Yüz binlerce oğlumu ve kızımı aldın, aldınız. Sonra Komutan; Bir ayrılık Bir yoksulluk Bir de Bir de ölüm bıraktınız geride Daha da bırakacağınızdan gayrı… Tanırsın beni. Tanır ataların atalarımı, Yüzlerce yıl ve yedi göbektir… Bu topraklara dökülür kanımız. Ellerimiz ölesiye itaatkâr ve ellerimiz ölesiye çalışkan. Vatan sağ olsun diyorsun değil mi Komutan? Vatan! Yani dökülen ter, Yani akan kan, Vatan ve bayrak için diyorsun değil mi? Peki, öyleyse söyle komutan; Yalnızca bizim damarlarımızda mı dolaşır Bayraklara rengini veren kan? Ve yalnızca Bizim çocuklarımızın canı mıdır vatanı sağaltan? Eğer öyleyse komutan; Yani Vatan aç, Vatan açık kalmaksa, Vatan on sekizinde, yirmisinde, Bir başkasının toprağı Bir başkasının zenginliği için ölmekse, Yerin dibine batsın Böyle bir düzen Böyle bir hayat Böyle bir vatan… Komutan!”
11 Şubat 2021
link: Ziya Egeli, Muhtar Berat, 11 Şubat 2021, https://marksist.net/node/7170
... önceki yazı
Halk Sağlığı mı, Daha Büyük Kârlar mı?
Halk Sağlığı mı, Daha Büyük Kârlar mı?
sonraki yazı ...
Yeni Bir Dünya Kurmanın Özlemiyle Sonuna Kadar Kavga!
Yeni Bir Dünya Kurmanın Özlemiyle Sonuna Kadar Kavga!