ABD’de 25 Mayısta George Floyd’un polis tarafından öldürülmesinin ardından başlayan protestolar devam ediyor. Protestoların ilk günlerinde mağazaların yağmalandığına ilişkin görüntüler burjuva medya tarafından bolca servis edildi. Yüz binlerce emekçinin adaletsizliğe, polis şiddetine, içine itildiği sefalete duyduğu öfkenin dışavurumu olan protestolar “yağma ve şiddet” olaylarına indirgenmeye çalışıldı. Trump’tan göstericilere tehdit gecikmeden geldi: “Yağma başlarsa ateş başlar.”[1] Burjuvazinin özel mülkiyetine “dokunmak” söz konusu olunca, protestoları Trump’a karşı kullanmaya pek hevesli burjuva kesimler de protestoların kontrol edemeyecekleri noktaya gelmesinden duydukları endişeyle “barışçıl gösterilerin bir hak olduğunu, ancak yağma olaylarını tasvip etmediklerini, protestoların meşruiyetine gölge düşüreceğini” söylediler.
Protestoların büyüklüğü ve halkın öfkesi burjuvazinin “yağmacı” söyleminden nemalanma niyetini boşa çıkarmış olsa da bu meselenin üzerinde durmak gerekiyor. Zira bugüne kadar dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan kitle isyanlarında, protesto gösterilerinde burjuvazinin başvurduğu ilk yöntemlerden biri “şiddet ve yağma” söylemini kullanarak karalama kampanyası yürütmek olmuştur. Tarihsel sistem krizinin içinde debelenen kapitalist sistemde ekonomik krizin etkileri giderek ağırlaşırken, toplumsal eşitsizlik inanılmaz boyutlara ulaşmışken, en gelişkin kapitalist ülkelerden en geri kapitalist ülkelere kadar bütün dünyada emekçiler işsizlik ve yoksulluk girdabının içine sürüklenirken, kitle isyanlarının çok daha sık ve daha şiddetli yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Dün ve bugün olduğu gibi bundan sonra da burjuvazi bir yandan zor kullanarak isyanları bastırmaya çalışacak, diğer yandan isyancıları yağmacılıkla suçlayarak hem kitleleri bölmeye hem de kendi şiddetini meşrulaştırmaya çalışacaktır.
Kitle isyanları kapitalist sistemin yarattığı sorunların kaçınılmaz sonucudur. Toplumsal eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik, adaletsizlik, baskı ve yasaklar toplumda öfke birikimine yol açar. Bu birikimin patlaması için küçük bir kıvılcım yeterlidir. Örgütsüz kitlenin öfkesi yatağından taşan nehir gibidir. Önüne çıkan her şeyi yıkıp geçer, selin önüne katıp sürükler. Hırçındır, şiddetlidir ama düzenli bir akışı da yönü de yoktur. Devrimci bir önderlikten yoksunsa, burjuva kanalın dışına çıkması son derece zordur. Bu kanal zorlandığında ise büyüyen engeller karşısında, bir süre sonra yeniden taşacağı güne kadar geri çekilir. Ve her seferinde birikip birikip yeniden taşar. Taşan öfkenin, o güne kadar yoksulluklarının karşısında duran muazzam zenginliğin sembolü olan mağazalara, markalara, bankalara, bu zenginliğin koruyucusu ve bir baskı aygıtı olan devletin kolluk güçlerine yönelmesi işin doğası gereğidir. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde açlıkla karşı karşıya kalan insanların ihtiyaçlarını mağazalardan almaya yönelmesi kaçınılmazdır. Ve insanlar bunu “yağma” duygusuyla değil bir hak olarak gördükleri için yaparlar. 2011 yılında İngiltere’de göçmen isyanları patlak verdiğinde şöyle yazmıştık:
“Ancak burjuva medyanın özellikle öne çıkardığı yağma ve şiddet unsuru, olayların amacını veya bütününü oluşturmamaktadır, ona eşlik eden bir parçası konumundadır. Tıpkı Paris’te, Arjantin’de ve Haiti’de yaşanan isyanlar gibi insanların ilk hedefi kendilerine sürekli baskı uygulayan polis veya devletin kolluk güçlerine ait binalar, araçlar vs. olmakta, ardından da yoksulluklarının doğal bir sonucu olarak gıda maddeleri satan marketler veya dükkânlara yönelmektedirler. Kuşkusuz buna diğer tüketim maddelerini satan dükkânların yağmalanması ve çeşitli türden şiddet olayları da eşlik edebilmektedir.”[2]
İngiltere’deki protestolar sırasında neden büyük mağazalara saldırdıkları sorulan gençlerden birinin cevabı “polis insanlara her gün eziyet ederken, benim Tesco’ya veya T-Mobile’a sempati duymamı beklemiyorsunuz herhalde. Asıl hırsızlık bankalar, politikacılar ve zenginler tarafından yapılıyor ve siz bize yağmacı diyorsunuz” olmuştu. Bugün de ABD’deki protestolarda aynı şey yaşanmıştır. Yağmacılıkla suçlanmaları karşısında siyah bir genç kadın olan Tamika Mallory’nin sözleri burjuva ikiyüzlülüğüne bir cevaptır: “Amerika’nın özgürlükler ülkesi olduğunu söylüyorsunuz. Burada siyahlar için asla özgürlük olmadı. Amerika siyahları sömürdü. Bize yağmadan bahsetmeyin. Yağmacı olan sizsiniz.”
Asıl yağmacı burjuvazidir
Sadece bugün yaşananlara baktığımızda bile asıl yağmacının burjuvazi olduğu ayan beyan ortaya çıkar. Özellikle emperyalist ülkelerin burjuvazisi yağma ve talan konusunda başı çekmektedir. Nüfuz alanlarının yeniden paylaşımı için yürütülen emperyalist paylaşım savaşı tam bir yağma ve talan savaşıdır. Milyonlarca insanın yerinden yurdundan olması, şehirlerin yakılıp yıkılması, yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan bir yağma savaşıdır bu. Ama bu yağma savaşına demokrasi ve özgürlük savaşı, terörle mücadele gibi çeşitli “makbul” gerekçeler bulmakta burjuvazinin üstüne yoktur. Yine kâr uğruna doğanın talan edilmesinden zerrece çekinmez burjuvazi. Doğanın talanı, tüm insanlığın ve onunla birlikte milyarlarca canlının yok olması pahasına sürdürülür hem de. “Yediğimiz yiyecekler, içtiğimiz su, soluduğumuz hava her geçen gün daha fazla zehirlenmektedir. Yeni yerleşimler, madencilik ve endüstriyel tarım uğruna doğanın yağmalanması, bitkilerin ve çiftlik hayvanlarının genleriyle oynanarak ucubeye dönüştürülmesi, yüz binlerce hayvanın daracık alanlara hapsedildiği devasa ölçekli üretimin yaydığı hastalıklar ve diğer sorunlar insanların bağışıklık sisteminde de büyük bir yıkıma yol açmaktadır.”[3]
Aslında kapitalist üretim tarzının bizzat kendisi emek hırsızlığıdır. Kapitalist üretim tarzında kapitalist işçinin işgücünü satın alır ve bu işgücünün yarattığı artı-değere el koyarak sermayesini büyütür. Artı-değer işçinin ödenmemiş emeğidir. Ama elbette burjuvazi her şeyin yasalara uygun olduğunu söyler. Bir kapitalist daha en başından “eşit koşullarda ve özgürce” anlaşma yaptığı işçileri çalıştırarak “anasının ak sütü kadar helal” olan zenginliğini elde etmiştir! “Kapitalistin mevcut artı-değere el koymasını haklı çıkarmak için burjuva iktisatçılar tarafından ileri sürülen gerekçeler muhteliftir. Marx, bu gerekçelerin ardında gerçek cehaletin yanı sıra, değerin ve artı-değerin dürüstçe çözümlenmesinden ve bunun toplumda doğurabileceği kuşkulu (artı-değere kapitalistçe el konulmasının yasadışı bir soygun olarak görünmesi) sonuçlardan duyulan ve özürcülere has bir korkunun yattığına dikkat çeker.”[4]
Ama kapitalist soygun kapitalizmin meta mübadelesi yasasıyla sınırlı kalmaz. Kapitalist kendi yasasını kendisi çiğner. İşçiden sızdırdığı artı-değeri büyütme arzusuyla işgücünün kendini yenilemesi için gereken emek-zamandan çalar. “Sermaye, insanın insan haline gelmesi, ruhen gelişmesi, toplumsal işlevlerini yerine getirmesi, fiziksel ve ruhsal yaşam güçlerini özgürce kullanması için gereken zamanı hep kendi kesesinden bir israf olarak görmüş ve işçinin dinlenme saatlerini sınırlama eğiliminde olmuştur. (…) Vahşi kapitalizm döneminde işçilerin ortalama yaşam sürelerinin 30’lu yaşlara inmesi sermayenin umurunda bile olmamıştır. Çünkü Marx’ın deyişiyle, «Onu ilgilendiren biricik şey, bir günde harekete geçirilebilecek azami emek gücüdür. Sermaye, bunu elde etme hedefine, emek gücünün yaşam süresini kısaltarak varır; tıpkı, açgözlü bir çiftçinin daha fazla ürün almak için toprağın verimliliğini sömürmesi örneğinde olduğu gibi.»” İşçilerin ortalama yaşam süresi zamanla yükselse de, genel ortalamaya bakıldığında günümüzde de geçerli olmak üzere, kapitalizm emek gücünün zamanından önce tükenmesine ve işçinin erken ölümüne sebep olur. Kapitalizm, işçinin belli bir zaman aralığındaki üretim süresini, onun yaşam süresini kısaltarak uzatır.”[5]
Kapitalizmin doğuşu kan, şiddet, vahşet ve yağma ile olmuştur. Sermayenin ilkel birikim süreci de tam bir yağma sürecidir. Marx bu yağma sürecini şöyle özetler: “…bireylerin malı olan dağınık üretim araçlarının toplumsal ve yoğunlaşmış birimler haline, pek çok insanın cüce mülkiyetinin birkaç kişinin dev mülkiyeti haline dönüştürülmesi, büyük halk yığınlarının, topraktan, geçim araçlarından ve emek araçlarından yoksun hale getirilmesi; halk yığınlarının bu korkunç ve ıstıraplı mülksüzleştirilmesi işlemi, sermayenin tarihinin başlangıcını oluşturur… Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, acımasız bir vahşetle ve en bayağı, en rezil, en küçültücü, en çirkin tutkuların dürtüsü altında gerçekleştirilmiştir.”[6] 15. yüzyılın sonu ve 16. yüzyıl boyunca zorla toprakları ellerinden alınan, evlerinden atılan halk yığınları karınlarını bile doyurmaya yetmeyecek ücretlerle çalıştırılmaya zorlandılar. Çıkarılan kanlı “serserilik yasaları” ile bir işte çalışmayan insanlar kırbaçlanarak, damgalanarak, işkence görerek sonunda ücretli köle haline getirildiler.
Kapitalizmin sömürgecilik döneminde sömürge topraklarında bulunan hammaddelerin yağmalanması ve köle ticareti sayesinde muazzam bir sermaye birikimi yaratılmıştır. İnsan yaşamının bu kadar değersiz olduğu, hunharca yağmalandığı başka bir sistem daha olmamıştır. “«Köle sahibi, atını nasıl satın alıyorsa işçisini de aynı şekilde satın alır. Kölesini kaybederse, köle pazarında yeniden harcama yaparak yerine konması gereken bir sermayeyi kaybetmiş olur.» Fakat kölenin insanca muamele görmesinin bir tür güvencesi olabilen iktisadi kaygılar, modern çağda köle ticaretinin başlamasından sonra (vaktiyle Amerika’da görüldüğü üzere), kölenin en ölçüsüz şekilde sömürülmesinin nedenleri haline gelmiştir. «Çünkü kölenin yerini yabancı zenci kamplarından getirileceklerle doldurma olanağı bir kere doğunca, kölenin ömrünün uzunluk veya kısalığı, yaşadığı süredeki üretkenliğinden daha az önemli hale gelir.» Bu nedenle, Karayipler’de siyah derililerin insafsızca sömürülmesine dayanan tarım yüzyıllarca efsanevi zenginliklerin beşiği olurken, aynı zamanda milyonlarca Afrikalının mezarı olmuştur. Marx, «sadece bir isim değişikliğiyle anlatılan senin hikâyendir» der ve «Köle ticaretinin yerine işçi piyasasını, Kentucky ile Virginia’nın yerine İrlanda ile İngiltere’nin, İskoçya’nın ve Galler’in tarım bölgelerini, Afrika’nın yerine Almanya’yı koyarak okuyun!» diyerek geçmişi güne bağlar. (…) Bir kez daha «anlatılan senin hikâyendir» misali, günümüzde de zengin kapitalist bölgelere kölelik koşullarında çalıştırılmak üzere ithal edilen yoksul «insan balyaları»nı, iş bulma umuduyla kendi topraklarından kopup göçmenlik yollarında telef olan aç insan sürülerini unutmayalım!”[7]
Üretim araçlarının özel mülkiyetine ve artı-değer sömürüsüne dayanan kapitalist üretim tarzı, ilkel sermaye birikiminin gerçekleştiği feodalizmin çözülüş döneminden siyasal egemenliği elde ettiği döneme, gençlik dönemlerinden artık ölüm çanlarının çaldığı bugünkü ihtiyarlık dönemine dek varlığını kan, gözyaşı, sömürü, yağma ve talan üzerinde devam ettirmiştir. Siyasal baskı aygıtını ve yasalarını bu temelde oluşturmuştur. Bugün emekçilerin sahip olduğu en küçük bir hak bile geçmişten bugüne sömürülenlerin verdiği mücadeleler sayesinde ve büyük bedeller ödenerek alınmıştır, kapitalistlerin ihsanıyla değil. Ve burjuvazi her mücadele girişimini şiddetle karşılamış, kendisinin kendisi için koyduğu yasalara karşı gelmeyi büyük suç olarak nitelendirmiş, bir zamanlar yağmayla elde ettiği özel mülkiyetine “dokunulmasını” yağmacılık olarak yaftalamıştır. Zenginlik her geçen gün daha küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşırken milyarlarca insanın en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamamasını zerrece umursamamıştır.
ABD’deki protestolara geri dönecek olursak, burjuvazinin bir kesiminin ikiyüzlüce bir anlayış göstererek “barışçıl protestoların dışına çıkılmaması” çağrısı yapması ile Trump şürekâsının açıktan tehdit ederek protestoculara saldırması arasında zihniyet olarak bir fark yoktur. İşin aslı burjuvazi kitle isyanlarını kendi içindeki çıkar çatışmalarında veyahut ABD’li egemenlerin sıkça yaptığı gibi başka ülkelerin siyasi iktidarlarını devirerek yeni nüfuz alanları elde etmede kullanacak kadar ikiyüzlü ve fırsatçıdır. Ne zaman ki bu isyanlar kapitalist sistemi sarsma noktasına gelir, işte o zaman onlar için işin rengi değişir ve işçi sınıfına karşı domuz topu gibi birleşirler. Başta da belirttiğimiz gibi, içinden geçtiğimiz dönem kapitalizmin tarihsel sistem kriziyle sarsıldığı bir dönemdir. Bundan sonra dünyanın pek çok yerinde çok daha sık olarak sayısız kitle isyanlarına, protestolara tanık olacağız. Çalkantılarla dolu bu dönemde, burjuvazinin “yağma ve şiddet” söylemiyle toplumsal hareketleri karalamasına asla prim verilmemeli, asıl yağmacının bizzat kapitalist düzenin kendisi olduğu her vesileyle teşhir edilmelidir.
[1] “When the looting starts, the shooting starts.” 1960’ların sonunda ABD’de yaşanan siyah isyanlarında Miami polis şefinin sarf ettiği bu sözler sonraki yıllarda ırkçılıkla özdeşleşmiştir.
[2] Kerem Dağlı, İngiltere’de İsyan, marksist.com
[3] İlkay Meriç, Sağlıkta Kapitalizm Virüsü, marksist.com
[4] Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak-7, marksist.com
[5] Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak-9, marksist.com
[6] Marx, Kapital, Sol Yay., c.1, s.726
[7] Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak-9, marksist.com
link: Demet Yalçın, Yağmacılık Kapitalizmin Doğasında Var, 26 Haziran 2020, https://marksist.net/node/6980
Kim?
Hazirandı, Sıcaktı