Kapitalizm dünyanın her karışını talan ederek kendi kâr dürtüsüne kurban ediyor. Nerede bir zenginlik kaynağı bulsa oraya hücum ediyor. Bunlardan biri de Afrika kıtasıdır. Petrol, doğalgaz, koltan, uranyum, kobalt, magnezyum, altın, elmas gibi daha birçok değerli yeraltı maden ve minerallerinin olduğu bir kıta. Örneğin dünyada en fazla elmas üreten ilk 15 ülkenin 10’u Afrika kıtasında yer alıyor. Elmas miktarının neredeyse yarısı, altın miktarının ise yaklaşık beşte biri Afrika kıtasından elde ediliyor. “Kara kıta” olarak adlandırılan bu coğrafyada savaşlar, iç savaşlar, silahlı çatışmalar, kaçakçılık, siyasi istikrarsızlık, sınırsız sömürü, iş cinayetleri, açlık ve yoksulluk yıllardır halkların kaderi olmuş durumda. Çünkü hem yerli egemenler hem de emperyalist güçler bölgedeki zengin maden yataklarının paylaşımı için burayı kapışma alanı haline getirmiş durumdalar.
Bir Afrika ülkesi olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti büyük kobalt rezervleriyle öne çıkıyor. Dünya kobalt ihtiyacının %60’ı bu ülkedeki maden yataklarından sağlanıyor. Kobaltın en yaygın kullanım alanları elektrikli arabalar, cep telefonu, bilgisayarlar ve birçok elektronik cihazların bataryalarıdır. Dünyaca bilinen teknoloji devi firmalar kobalt ihtiyaçlarını buradan karşılıyor. Kimi zaman doğrudan kimi zaman ise mafyatik ilişkilerle, kaçakçılık yöntemleriyle çok daha ucuza temin ediyorlar. Apple, Microsoft, Samsung, Sony, Nokia gibi markaların akıllı telefonlarının bataryalarında kobalt hammaddesi kullanılıyor. Daimler, Volkswagen, BMW gibi markalar ise elektrikli otomobillerde kobaltı kullanıyorlar. Kongo’dan kobalt alımının büyük bir kısmı Çin tarafından gerçekleştiriliyor, çünkü bahsi geçen tekellerin üretim alanlarının çoğu Çin’de. Tekellerin gözünü diktiği Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde bu madeni çıkaran işçilerin hayatları ise adeta cehennemi andırıyor.
Kongo’nun yeraltı zenginliği orada yaşayan halka zenginlik değil sürekli iç savaş, yoksulluk ve kahırlı bir yaşamdan başka bir şey sağlamadı, kapitalizm olduğu sürece de sağlayamayacak. Ülke nüfusunun çoğunluğu yoksulluk içinde barakalarda yaşıyor. Maden bölgesinde yaşayan halkın başka bir gelir kaynağı olmadığı için kadın, erkek ve çocuk işçiler bu madenlerde günlük 1 ilâ 3 dolar arası ücrete çalışıyorlar. 6 yaşındaki çocuklar bile madende çalıştırılıyor. UNICEF verilerine göre bu madenlerde 250 bin maden işçisi çalışıyor, bunların 40 bini çocuk işçilerden oluşuyor.[1]
Madenlerde çalışmak yetişkin bir işçi için bile ağır ve tehlikeliyken, kadınlar ve çocuklar pervasızca hiçbir güvenlik önlemi olmadan çalıştırılıyorlar. Kobalt madeni ilkel yöntemlerle yerinden sökülüyor, çuvallara doldurulup çamurla boyanmış nehre taşınıyor ve orada yıkanıp ayıklandıktan sonra kuruması için serilme işlemi yapılıyor. Maden işçileri baretsiz, maske ve eldivensiz bir şekilde madene girip, ellerinde bir fener, çekiç, büyük bıçak, kürek ve bir de iri çiviyle gün boyu kazı yapıyorlar. Ülkedeki madenin yüzde 20’si elle çıkarılıyor. Kayayı veya toprağı elle kazıyarak çıkardıkları için bölge halkı bu işi yapan çocuklara “kazıcı çocuklar” diyor. Ülkede sürekli bir iç savaş sürdüğü için, çatışmalarda ve madenlerde ailelerini kaybetmiş, kimsesiz kalmış çocukların durumu ise çok daha vahim. Ufacık çocuklar madende çalışarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Silahlı grupların bu çocukları yağmurun altında, güneşin yakıcı sıcaklığında madenlerde günde 12 saat aralıksız çalıştırdığı oluyor. Çocukların tepelerinde kaçakçılar, silah tüccarları göz açtırmıyor. Çocuklar madenlerde kendi kilolarından ağır torbaları taşımak zorunda kalıyorlar.
Örneğin kobalt madenlerinde çalışan 8 yaşındaki Dorsen şöyle diyor: “Burada çalışırken acı çekiyorum, annem de burada öldü, bütün gün çalışmalıyım ama başım çok ağrıyor. Her sabah uyandığımda buraya geleceğimi bildiğim için çok kötü hissediyorum, her yerim acıyor.” Dorsen’in annesi madenin içinde yerin metrelerce altında çalışırken tünel çökmesi sonucu hayatını kaybetmiş. Babası bu olaydan sonra Dorsen’i tünele sokmamış. Tünelden elle sökülen toprakları çuvala koyup dışarıya taşımasına yardım ediyor.
Başka bir çocuk şunları söylüyor: “Her sabah işe gidiyoruz, para bulursak un alıp pupu yapıyoruz. Karnımızı doyuruyoruz. Ertesi sabah yine madene gidip çuval taşıyoruz. Bize para veriyorlar, bazen iş bulamıyoruz, kimse para vermiyor, o zaman geceyi aç geçiriyoruz. İş bulamayınca birçok geceyi aç geçirdim.”
Paul adında 14 yaşında yetim kalmış bir çocuk işçi ise şunları söylüyor: “Madende çalışmaya 12 yaşında başladım. Yeraltındaki tünellerde 24 saatimi geçiriyorum. Sabah geliyorum ve ertesi sabah çıkıyorum. Aşağıda kendimi bir şekilde avutmak zorundayım. Vekil annem beni okula göndermek istiyordu, fakat vekil babam buna karşıydı ve beni burada çalışmaya yolladı.”
Bazı çocuklar daha yeni yürümeyi öğrenmiş oldukları halde, annelerinin kucağında, çalışma alanlarından çıkan tozları solumak zorunda kalıyorlar. Çocukların bedenleri ufacık olduğu için yerin metrelerce altına dar alanlara maden kazmaya gönderiliyor. Kemik gelişimini bile tamamlamamış küçücük çocukların madende çalışması, kendi ağırlıklarından daha fazla olan ağırlıkta toprak dolu çuvalları taşıması sonucu, fiziksel ve ruhsal olarak çöküntü yaşamaları kaçınılmazdır. Üstelik o yaşlardaki çocukları düşünürsek patronu tarafından azarlanmaya, tartaklanmaya, tacize ve her türlü istismara açık ve savunmasızdırlar. Nitekim birçoğu uzun saatler boyunca zorla çalıştırılıyor, kendilerini savunamadıkları için her türlü işe koşturuluyorlar. Madende göçük altında kalmaktan kurtulan çocukların çoğu ise aşırı çalışma temposu, yeterli beslenme olanaklarının olmaması yani bakımsızlıktan ötürü daha büyüyemeden erken yaşta göçüp gidiyor bu zalim dünyadan.
Tüm bu şartlarda çalışan işçiler için hiçbir şekilde güvenlik önlemi alınmıyor. İş kazası geçirip uzuvlarını kaybedenler oluyor. Yoğun toza ve kimyasal maddelere maruz kalıyorlar. Toprak kaymaları nedeniyle göçük yaşanıyor, çalıştıkları yer mezarları oluyor. Kobalta maruz kalmak ve tozlarını solumak uzun vadede sağlığı ciddi şekilde tehdit ediyor. Kobalt tozuna sürekli maruz kalmak akciğer kanseri, solunum yolu hassaslaşması, astım, nefes darlığı ve ciğer fonksiyonlarının bozulmasına sebep oluyor. Kobalt tozu ayrıca deriyle temas ettiğinde “kontakt dermatit” isimli deri hastalığına yol açıyor. Bir işçi şöyle diyor: “Bebekler hep hasta doğuyor, enfeksiyon yaygın, yeni doğan bebeklerin vücutları beneklerle dolu oluyor. Hamile kadınlar güçsüz ve sağlıksız oluyor. Tüm bunlardan buradaki maden sorumlu. Madenlerde hamileyken çalışmak çok riskli oluyor, bebekler sağlıklı gelişemiyor, anne sürekli zehirli maddeye maruz kalıyor.”
İşçiler çalışırken sağlıklarını ve hayatlarını kaybetme riskini bilseler de başka imkânları olmadığı için, aç kalmamak için çalışmak zorundalar. Sağlık hizmetine çok fazla ihtiyaç duymalarına rağmen bölge halkının bu hizmete ulaşması çok zor. Yiyeceğe ve temiz suya ulaşabilmeleri bile başlı başına bir sorun. Çocuklar düzenli bir temel eğitim alma olanağına sahip değil. Çoğu çocuk çalıştığı için hiç okula gidemiyor. Okula gitme şansı elde edebilen çocuklar ise, kilometrelerce zorlu yolu yürümek zorundalar. Eğitim olanaklarını ise varın siz düşünün.
Jones Ana 1900’lü yıllarda Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde kömür madenlerinde çalıştırılan çocukların çalışma koşullarını şöyle anlatmıştı: “Kırıcı-ayırıcıda çalışan çocukların hayatlarına tanık oldum. Kömür önce, ufalamanın yapıldığı bir kubbeye yükseltilir. Sonra, yanında küçük çocukların basamaklar halinde oturduğu oluklardan aşağıya şakırdayarak akar. Bu çocukların işi, kara nehirler gibi akan kömürden taşları ayırmaktır. Basamaklar dolusu küçük çocuk, kırma makinelerinin kasveti altında oturur, yüzleri, hiç durmadan döne döne yükselen kömür tozuna bulanmıştır. Taşları görebilmek için öne eğilmek zorundadırlar. Sırtları kamburlaşmıştır. Göğüs kafesleri daracıktır. Bir kırıcı-ayırıcı ustabaşı, çocukları izler. İşini boşladığını gördüğü çocukların parmaklarına vurmak için bir sopası vardır. Çocukların parmaklarından akan kan kömürlerin üzerine akar. Tırnakları etleri görünecek kadar çekilmiştir.” (Jones Ana - Bir Özyaşam Öyküsü, bölüm 14, marksist.com)
O yıllardan bu yıllara kapitalist sömürü düzeninin gözü dönmüş açlığı hiç bitmemiş, bilakis katlanarak artmıştır. Sermayenin kuralları kâra odaklıdır, sömürü çarkları hiç durmadan işler, bazı şeyler yıllar içinde şekil değiştirse de özde tıynetinin aynı olduğu gerçeği ortadadır. Kapitalizm, insan emeğinin hoyratça yağmalanmasının adıdır.
Son yıllarda Kongo’da sayıları gittikçe artan çocuk işçilerle ilgili haberler, rapor ve analizler burjuva medyada da gündeme gelmeye başladı. Kobalt madenlerinde en çok çocuk işçilerin çalışma koşulları, insan hakları ihlalleri rapor edildi. Gözden gizlenemeyecek boyuta ulaştığı için aileler adına harekete geçildi.
14 Kongolu aile adına Uluslararası Hak Savunucuları adlı örgüt tarafından Washington’daki ABD Bölge Mahkemesinde beş büyük firmaya (Tesla, Apple, Alphabet, Dell ve Microsoft) dava açıldı. İnsanlık dışı çalışma koşullarından, çocukların tünel çökmesi sonucu hayatlarını kaybetmelerinden, felç geçirip hayatlarının yaşanmaz kılınmasından bu şirketlerin sorumlu olduğu belirtildi. Aileler, kaybettikleri ve sakat kalan çocukları için tazminat talep ediyor. Bu dava, Kongo’da onyıllardır dile getirilen bu soruna dair başlatılan ilk yasal süreç olma özelliğini taşıyor. Davada, bahsi geçen şirketlerin zorla çalıştırma sisteminin parçası oldukları ortaya seriliyor. Mahkemeye sunulan belgelerde, uzuvlarını kaybetmiş ve sakat kalmış çocukların fotoğraflarına da yer veriliyor. Aileleri temsil eden avukatlardan biri, Reuters’a yaptığı açıklamada, bu şirketlerin ucuz kobalt elde etmek uğruna çocukların ölmesine ve sakat kalmasına izin verdiklerini söylüyor. Haftada 6 gün çalışan çocukların bazılarına günde 1,5 dolar ödendiğini belirterek şöyle diyor: “Açlıktan ölmek ya da yiyecek bulmaya çalışırken hayatını riske atmak… Bu insanların önündeki seçenekler bunlar.”
Apple, Samsung, Huawei, Microsoft ve Tesla gibi dünyaca ünlü teknoloji şirketleri tepkilerin artması sonucu tedarik zincirleriyle ilgili açıklama yapmak zorunda kalmışlardır. Bazıları artisanal madencilikten (el emeğiyle yapılan madencilik) kobalt alımını kestiklerini açıklayarak, bazıları ise kobaltı az kullandıklarını söyleyerek kendilerini aklamaya çalışmışlardır. Karmaşık bir tedarik zincirinin hâkim olduğu ve denetimin olmadığı böylesi bir sektörde, kimin ne söylediğinin yaşanan insanlık dramının çözümüne bir faydası yoktur. Elbette adı ifşa olmuş markaların yöneticileri çocuk işçiliğiyle isimlerinin yan yana gelmesini istemediklerinden göz boyamak ve adlarını “temize” çıkarmak için sözlü veya yazılı açıklamalar yapmaktadırlar. Ancak birçok büyük şirketin Kongo’dan dolaylı yollardan kobalt almaya devam ettiği de sır değildir. Kapitalistlerin tüm bu söylemleri ikiyüzlücedir ve arsızlıktır. Oradaki çalışma şartlarından haberdar olmamaları ya da aldıkları hammaddenin menşeini bilmemeleri mümkün değildir, sadece işlerine öyle geldiği için “sağır sultanı” oynamaktadırlar.
Bu konuyla ilgili Danimarkalı yönetmen Frank Poulsen Eylül 2010’da yayına giren bir belgesel hazırladı. Belgeselin adı (Blood In The Mobile) “Cep Telefonumdaki Kan”. Poulsen bu belgeseli[2] çekerken birçok zorlukla karşılaştığını ifade ediyor. Ülkedeki silahlı örgütlerin yönetiminde bulunan bölgeye zor girdiğini, bir yerden sonra araçlarla ulaşamayıp iki günlük yürüyüş sonrasında madene ulaştığını söylüyor. İlk gün kendisi madene girmiş fakat alanlar çok dar olduğu için fazla ilerleyememiş. Ertesi gün çocuk işçilerden birine kamerayı vermiş ve çalışma alanlarının görüntüsünü çekmiş. Dehşet vericiydi diye anlatıyor. Çekimlerin ardından büyük bir cep telefonu firma yetkilisiyle, “çocuk işçilerin durumu hakkında” bilgilerinin olup olmadığıyla ilgili görüşmek istemiş fakat bir sene boyunca her hafta aramasına rağmen hiçbir yetkiliye ulaşamamış.
Kapitalizm işte böylesine vahşi bir sistemdir. Çocuk emeği ucuz işgücü olduğu için dünyada milyonlarca çocuk işçi çalıştırılıyor. Çocukların maden gibi ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmaları ise ayrı bir vahşiliktir. İşçilerin kanı ve gözyaşı üzerinden sermayesini büyüten kapitalistlerin bu durumu bilmemesi mümkün müdür? Açılan davalar çocukların çalışmasına engel olmayıp, kalıcı bir çözüm sunmayacaktır. Kapitalistlerin kendi elleriyle yarattığı vahşeti kendilerinin çözmelerini bekleyemeyiz. Bu duruma kalıcı ve kesin çözüm bulacak olan işçi sınıfının kendisi olacaktır. İşçi sınıfının ve çocuklarının yüzü kapitalizmi yok etmeden gülmeyecek ne yazık ki.
link: Çiğdem Berrak, “Cep Telefonumdaki Kan”, 11 Nisan 2020, https://marksist.net/node/6885
Bütün Hayat Bir Tahterevalliymiş Aslında!
Covid-19: “Bilime Kulak Verin” mi Dediniz?