Siyasi iktidar kültürel alanda da iktidar olmak istediğini ama bunu başaramadığını nicedir dillendirirken, bir yandan da bu alanda da kendi sesinden başka sese tahammülü olmadığını çeşitli şekillerde gösteriyor. Muhalif sanatçılar susturuluyor, hatta “Gezici” denerek müebbet hapse mahkûm edilenler oluyor. Benzer şekilde, muktedirleri rahatsız eden toplumsal gerçeklere eğilen filmler sansüre takılıp gösterime giremezken, iktidara yakın duranlara her türlü olanak yaratılıyor. Geçtiğimiz yılın sonunda sinema salonlarıyla yapımcılar arasında yaşanan anlaşmazlığa “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması, Desteklenmesi Hakkında Kanun”da yapılan değişiklikle “çözüm bulucu” olarak öne çıkan Erdoğan, Sarayında ağırladığı yapımcı ve “sanatçı”lardan büyük övgüler aldı. Fakat bu yasa aynı zamanda bir sansür yasasıydı ve yıllardan beri yürürlükte olduğu halde bu “sanatçı”ların hiçbiri söz konusu sansür maddelerinin kalkması için bir girişimde bulunmamıştı. Oysa bundan seneler önce, 1977 yılında dönemin siyasi iktidarı benzer bir sansür yasası çıkarmak istediğinde bambaşka bir tepkiyle karşılaşmıştı.
O dönemde, sinema emekçilerinin sansüre karşı verdikleri mücadeleyi anlatan “Yollara Düştük” isimli belgesel bu örgütlü tepkiyi anlatıyor. Belgeselde yönetmenler ve oyuncular, yıllardır sinema alanında ellerinin çok kısıtlandığını, Yılmaz Güney gibi devrimci sinemacıların hapse atıldığını vurgulayarak, sansürün ulaştığı boyutu şöyle aktarıyorlar: “Bize yapacak hiçbir şey bırakmıyorlardı. Tek yaptığımız şey zengin çocuk-fakir kız konulu filmlerdi… Daha kurarken sansürlüyorduk: Bu sahne çıkmaz, sen bu sahneden vazgeç… İktidar pornografik filmlere karşı hamle yapmak istediğini söylüyordu ama gayet işlek caddelerde, işlek mekânlarda pornografik filmlerin gösterilmesine müsaade eden ve hatta destek veren de yine bu iktidardı.” Öte taraftan aynı yıllarda yükselen sınıf hareketi burjuvaziyi korkutuyor, hop oturtup hop kaldırıyordu. Fabrikalar grevde, üniversiteler ayaktaydı. Bütün bu baskı ve sansüre rağmen işçilerin bu şanlı mücadelesi kültür-sanat alanında ve özel olarak sinemada karşılığını buluyordu. İşçilerin dertlerini, mücadelelerini anlatan filmler çekiliyordu. İşte 1980 faşist darbesine giden yıllarda iktidarın önünü kesmek istediği şey bu filmlerin anlattığı yükselen sınıf mücadelesiydi.
Bugün izlediğimizde kendimizden bir şeyler bulduğumuz, işçilerin yaşamlarını, mücadelesini anlatan Diyet, Güneşli Bataklık, Maden gibi filmler bu dönemin, sınıf hareketinin ve duyarlı sinema emekçilerinin ürünüydü. O yıllarda yükselen mücadelenin yarattığı etkiyle oyuncusundan ışıkçısına, dekorcusundan kostümcüsüne sinema emekçileri Ankara’ya bir yürüyüş örgütleyip sansür yasasına karşı çıkmış ve hükümete geri adım attırmıştı. Yürüyüşte “Yaşasın İşçi Sınıfının Yanındaki Sinema” pankartları açılıyor, sinema işçilerinin de sorunları dile getiriliyordu. İşçi sınıfının mücadelesinin geriye çekildiği bugün ise benzer bir toplumsal basınç yok. Bu nedenle bazı sinemacılar durumdan hoşnut olmadıkları halde ellerinden bir şey gelmeyeceğini düşünüp sessiz kaldılar. Bazıları ise sansür yasasını güle oynaya, başkanlık rejimine övgüler dizerek, türlü soytarılıklar yaparak karşılayabildiler.
Rejim her alanda ipleri elinde tutmaya çalışırken elbette ona yaltaklanmak, onunla birlikte “güçlenmek” isteyenler de olacak. Ve işçi sınıfının mücadelesinin yükselmediği koşullarda sinema da, kültür-sanat alanı da bunlar gibi cambazların elinde olacak. Ancak biliyoruz ki bu karanlık dağıldığında beyaz perdede yine emekçilerin şanlı kavgası, baskı ve zorbalığa karşı direnişi, kapitalizmi yıkma mücadelesi yer alacak.
link: Ankara’dan MT okuru bir işçi, Sanat da İşçilerle Özgürleşecek, 8 Nisan 2019, https://marksist.net/node/6636
Gerçekleri Görmek Gerek
Kapitalizmin Çıkmazında Körüklenen Faşizm