Yaşadığımız topraklarda basına yönelik sansür, ilk kez bundan tam 110 sene önce, 24 Temmuz 1908’de “kaldırıldı”. Ardından gelen yıllarda ise 24 Temmuzlar “Gazeteciler ve Basın Bayramı” olarak kutlanmaya başladı. Her sene olduğu gibi bu sene de çeşitli kademelerden devlet yöneticileri, burjuva politikacılar bugüne ilişkin “bayram mesajları” paylaştılar. Türkiye’deki haber alma ve yayma özgürlüğünden, ilkeli ve tarafsız yayıncılıktan bahsettiler. Gazeteciliğin ne kadar zor ve meşakkatli bir meslek olduğundan, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından biri olduğundan dem vurdular. Özgür basın ile iftihar ettiklerini duyurdular. Bunca kelli felli adamın bunca lafının üzerine ne denir; gerçekleri ters yüz etmek ve insan aklıyla dalga geçmek bu olsa gerek!
Vakti zamanında “devletin zaafını millete söylemeyi bir vatanperverlik eseri bulmam” diyen Osmanlı Sadrazamlarından Ali Paşa, kendi ismiyle de anılan bir kararname çıkarmıştı. Kararnamenin 1876’da yürürlüğe konmasıyla birlikte basına yönelik çok sıkı bir denetim getirildi, bu süreçte pek çok gazete kapatıldı. Gazeteciler ise yazılarını bir sansür kurulu olan “matbuat dairesine” göndermeye mecbur kılındı. Dönemin egemenleri tarafından “Kararname-i Âli” basını tahakküm altına almanın bir aracı olarak kullanılıyordu. Bu durum uzun yıllar da devam etti. 1908’e gelindiğinde, II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte, matbaacılar sansür memurlarını binalarına sokmamaya başladılar. Gazeteciler ise yazılarını “sansür dairesi”ne göndermediler. Yaptıkları bu eylemlerle basına yönelik sansür uygulamalarını içeren kararnamenin yürürlükten kaldırılmasını bizzat sağlamış oldular. Kalemin esaret altında tutulduğu onca zaman içinde toplum gerçeklere o kadar acıkmıştı ki sansürün kalkmasıyla birlikte gazete satışlarında bir patlama yaşandı ve tirajlar iki katına çıktı. Sonraki yıllarda ise Kararname-i Âli’nin yürürlükten kaldırıldığı gün olan 24 Temmuz, “Gazeteciler ve Basın Bayramı” olarak anılmaya başladı.
“Basın” kavramı aynı “demokrasi”, “devlet” kavramları gibi tek başına bir anlam ifade etmez. Onun kimlere ne ifade ettiğini kavrayabilmemiz için sınıfsal karakterini bilmemiz gerekir. Bunun yolu uyanık bir soru sormaktan, “kimin” sorusunu sormaktan geçer. Kimin basını? Eğer söz konusu işçi basını veya sosyalist basın ise sadece Osmanlı dönemi değil bütün bir Cumhuriyet dönemi de baskılar, yasaklar, toplatmalar, karartmalar ve sansürlerle geçmiştir. Tarih boyunca sosyalistlerin çıkardığı yayınlar defalarca yasaklanmış, toplatılmıştır. Yazarları, okuyucuları düzenin zindanlarına atılmış, “terbiye” edilmeye çalışılmıştır. Sermaye devleti, işçi ve emekçi kitlelerin devrimci-sosyalist basın ile buluşmasını her daim engellemek istemiştir. Geçmişten bugüne sermaye sınıfı, toplumun emekçi kesimlerinin zihninde düzen dışı fikirler filizlenmesin, en yaman çelişkiler ve en saf gerçekler görülmesin diye meşakkatli bir çalışma yürütmektedir. Bu nedenle sosyalist basın her zaman hedef tahtasına konulmuştur.
İçinden geçtiğimiz koşullarda da sosyalist basına veya Kürt basınına yönelik uygulanan tarihsel politika, azgınlaştırılarak sürdürülüyor. OHAL boyunca Ali Paşa’nın kararnamesine rahmet okutan KHK’lar çıkarıldı. Büyük emeklerle, adeta tırnaklarla var edilen televizyonlar, haber ajansları, radyolar, gazeteler, dergiler kapatılırken mallarına el konuldu, çalışanlarına ise uzun hapis cezaları verildi. İnternet sitelerine ardı arkası kesilmeyen erişim engelleri getirildi. Sosyal medya paylaşımları nedeniyle binlerce insan gözaltına alındı, yüzlercesi tutuklandı. Tek adam rejiminin basın üzerinden gerçeklere, muhalif fikirlere karşı yürüttüğü mücadele, sosyalist veya Kürt basınıyla da sınırlı kalmadı. Olağanüstü dönemlere özgü bir biçimde burjuva basın da bu süreçte düzen dışı basın kuruluşları kadar olmasa da payına düşeni aldı. Rejimin sansür ve baskılarının hedefi olan muhalif burjuva basın kuruluşlarının bir kısmına kayyumlar atanırken bir kısmı baskılarla el değiştirdi. Böylece medyanın yüzde 90’ının rejimin kontrolüne geçmesi sağlandı. Ünlü gazetecilere açılan “hakaret” davaları, “örgüt üyeliği ve propagandası”, “halkı devlete ve orduya karşı tahrik etmek” gibi suçlamalar, işten atmalar gündelik yaşamın bir parçası haline geldi. Rejime muhalif basını hedef alan tüm bu uygulamalar üzerinden oluşturulan korku iklimiyle kalemlerin titremesi ve otosansür mekanizmasının devreye sokulması sağlandı.
Rejimin inşa edilmeye başlandığı günlerden kurumsallaştığı bugünlere dek bir bütün olarak basın hizaya getirilmeye, içinden en ufak çatlak ses dahi çıkmayacak bir koro dizayn edilmeye çalışılıyor. Emekçi kitlelerin bilinci, büyük ölçüde oluşturulan bu koronun propaganda bombardımanıyla felç edilmeye çalışılırken, topluma hangi haberin servis edilip hangi haberin servis edilmeyeceği bizzat rejim tarafından belirleniyor. Olağanüstü rejimlere has uygulamaların ve eğilimlerin, baskıların ve anti-demokratik politikaların dünyanın her yerinde arttığı günümüz koşullarında, Türkiye’de “basın özgürlüğü”ne dair son kırıntılar da ortadan kaldırılıyor.
Bugün gazetecilerin kendini en çok baskı altında hissettiği ülke olarak Avrupa’da birinci sırada yer alan Türkiye, dünya ifade ve basın özgürlüğü sıralamasında da en sonlarda yer alıyor. Muhalif medyaya yönelik uygulanan saldırgan politikalar eliyle kitlelerin haber alma özgürlüğüne ket vurulmuş, gazetecilerin ve yazarların ifade özgürlükleri kısıtlanmıştır. İktidar toplumun tüm kesimlerinden istediği gibi gazetecilerden de kendisine biat etmesini ve kalemşorlar ordusuna katılmasını beklemektedir. Biat etmeyen dürüst kalemleri, dürüst gazetecileri ise gerek işten atmalarla gerekse de hapis cezalarıyla “ıslah” etmeye çalışmaktadır. Haklarında açılan binlerce davada sanık olarak yargılanan bir gazeteciler ordusu varken, onlarca gazeteci ödenmesi güç maddi yaptırımlarla, müebbet hapislerle cezalandırılırken “basın özgürlüğü”nden ancak ironi yapmak için bahsedilebilir! OHAL döneminde çıkarılan kararnameler eliyle onlarca basın kuruluşun kapatıldığı, yaklaşık 3000 gazetecinin işsiz kaldığı, kara listelerin oluşturulduğu bu koşullarda “basın özgürlüğü” ancak kara mizah unsuru olarak kullanılabilir. Bugün, Türkiye Gazeteciler Sendikasının verilerine göre 143 gazeteci ve medya çalışanı, yürüttükleri gazetecilik faaliyetleri yüzünden cezaevinde bulunuyor. Hal böyleyken “basın özgürlüğü” bir yana, ancak özgürlükleri için gün sayan, tabiri caizse hapishane duvarlarına çentik atan gazetecilerden bahsedilebilir! Dolayısıyla 24 Temmuz bir bayram olarak anılmak şöyle dursun, olsa olsa gerçeklerin, doğruların yazılmasına, söylenmesine yönelik her türlü baskının hatırlandığı ve hatırlatıldığı bir gün olarak adlandırılabilir.
link: Marksist Tutum, Türkiye’de Sansürün “Kaldırılışının” 110. Yıldönümü!, 25 Temmuz 2018, https://marksist.net/node/6449
“Rüyalar Ülkesi”nde Milyonlar Aç!
Zaferimize!