Ortadoğu savaşı devam ediyor. IŞİD’in Suriye’de ve Irak’ta yenildiği ve artık bu biçimiyle sonunun geldiği görülüyor. Ne var ki bu durum, Ortadoğu savaşının sona erdiği değil, yeni bir aşamaya girileceği anlamına geliyor. Radikal İslamcı çetelerin sahnenin ön planından çekilme sürecinin başlamasıyla, Irak ve Suriye’nin büyük dünya güçleri arasında nasıl paylaşılacağı, bölgesel güçlerin bu paylaşımda ne ölçüde etkili olacağı meselesinde, düğüm noktalarından biri Kürt sorunu olarak belirginleşiyor. Büyük emperyalist güçler (ABD, AB ve Rusya), Kürtlerin bu süreçte yeni statüler elde etmesini destekliyorlar. Statüler diyoruz, zira Kürdistan coğrafyasının birden fazla parçasında birden fazla statünün oluşması ihtimal dâhilinde. Öte yandan, coğrafyanın bölgesel güçlerinden İran ve Türkiye, Kürtlerin Irak ve Suriye’de mevcut durumun ötesinde bir statüye kavuşmasına kesin karşılar ve mümkünse bugünkü durumun da geri devşirilmesini arzuluyorlar.
Musul’un ve Tel-Afer’in IŞİD işgalinden kurtulmasıyla, sıranın Irak Kürdistanı’nın bağımsızlığı sorununa geleceği herkes tarafından biliniyordu. Öyle de oldu ve Irak Kürdistanı’nın başındaki Barzani yönetimi, yaz başında 25 Eylülde bağımsızlık referandumu yapacağını açıkladı. Referandum tarihi yaklaştıkça gerek emperyalist büyük güçler gerekse de bölge güçleri giderek artan tonda açıklamalar yapmaya başladı ve gerginlik had safhaya çıktı. Büyük emperyalist güçler, gerginliği kızıştırıcı değil yatıştırıp erteleyici pozisyonlar takınırken, gerek Bağdat hükümeti, gerekse de Türkiye ve İran’dan Barzani yönetimine ekonomik, siyasi ve askeri tehditler giderek arttı. Barzani yönetimi referandumu erteleme konusunda Batılı güçlerin önerilerini reddetti ve devam eden tehditlere rağmen referandum ilan edilen tarihte yapıldı. Kesin sonuçlar henüz açıklanmamakla birlikte, referanduma %70’in üzerinde bir katılım sağlandığı ve “evet” oylarının da %90’lar civarında olduğu görülüyor.
Referandumu önceleyen süreç
Saddam diktatörlüğünün ABD’nin emperyalist müdahalesiyle devrilmesi, Irak’ta o güne dek zorbalıkla bastırılan tüm sorunların su yüzüne çıkması sonucunu doğurdu. Sünnilerin, Şiilerin ve Kürtlerin federatif temellerde bir arada yaşaması üzerine kurgulanmış Amerikan malı Anayasa, Irak’ta mevcut sorunların, başta da Kürt sorununun çözümünü sağlamadı. Mevcut güç dengelerinden dolayı özerklik statüsü altında Irak’ın parçası olarak yaşamayı kabul etseler de, Anayasayla kurgulanan federe Irak devleti göreli bir istikrar bile kazanamadı. Bir taraftan çeşitli gruplarla Bağdat hükümeti ve ABD askerleri arasındaki savaşla, diğer taraftan da Sünniler ve Şiiler arasında iç savaşla, ülkenin, yaklaşık 2 milyon insanın hayatını kaybettiği inanılmaz bir şiddete boğulması bunda başat bir rol oynadı. Irak’taki iç savaş ve emperyalist paylaşım kavgası, Suriye’dekiyle birleşip bugüne kadar dalgalı bir seyir izleyerek de olsa devam etti, onunla birlikte mevcut tüm sorunlar da. ABD işgaline karşı Irak’a doluşan cihatçı çetelerle Baas artıklarının kaynaşarak kurdukları IŞİD’in güya Sünnileri temsilen daha da körüklediği bu iç savaşta artık sona doğru geliniyor. Ama tüm bu süreç boyunca, sözümona Irak’ın birliği esprisiyle hazırlanan Anayasadan da geriye pratikte bir şey kalmadığı gibi Irak fiilen parçalara ayrıldı. Emperyalistlerin oyunları, bölgesel güçlerin müdahaleleri, iç savaşın yıkıcı etkisi, IŞİD terörü ve iktidarda belirleyici rol oynayan Şiilerin hem Kürtlere hem de Sünnilere dönük dışlayıcı tavrı ve giderek artan baskıları, Irak’ı dağılmanın eşiğine getirmiştir. Büyük ya da bölgesel güçlerin neredeyse tamamı, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumaktan bahsetse de bunun ikiyüzlülük olduğu alenen ortadadır.
Kürtlere siyasi-hukuki bir statü tanıyan Anayasanın kritik bölümlerinin yıllardır Bağdat hükümeti eliyle uygulanmaması, Kürtlerin ayrılma talebini körüklüyor. Anayasaya göre 2007’ye kadar başta Kerkük olmak üzere, tartışmalı bölgelerin durumunun bu bölgelerde yapılacak referandumlarla açıklığa kavuşması gerekiyordu ama Kürtlerin bu doğrultudaki tüm talepleri es geçilip tehditle karşılandı. Sonunda bu bölgelerin çoğunda fiili bir durum oluştu: 2014’ten itibaren IŞİD saldırısı karşısında çözülen Irak merkezi ordusunun yerine bu bölgeler Kürdistan yönetiminin peşmergeleri tarafından korundu ya da IŞİD’den kurtarıldı. Dahası yasalara göre federe Kürdistan bölge yönetiminin ayakta kalabilmesi için gerekli mali kaynakları Bağdat hükümeti karşılamak zorundayken, bunu yerine getirmiyor. Bölge yönetiminin memurlarının ve en başta da peşmergenin maaşları yasaya göre merkezi hükümet tarafından karşılanmalı, ancak Bağdat bu yasayı uygulamıyor. Ulusal petrol gelirlerinin %17’sinin yasalarca Kürdistan’a aktarılması gerekirken bu da yapılmıyor. Bağdat, bununla Kürdistan yönetimini hizaya çekmeye çalışıyor, zira kaynak olmadığı için memur maaşlarının ödenememesi ve projelerin hayata geçirilememesi Kürdistan’da büyük sıkıntılara yol açıyor. Buna bir çözüm olarak Kürt yönetiminin kendi topraklarından çıkan petrolü satma girişimleri de Bağdat hükümeti tarafından engellenmeye çalışılıyor. Bağdat hükümetinin Federe Kürdistan bölgesini boğmaya dönük bu tutumları, Iraklı Kürtlerin bağımsızlık isteğini daha da güçlendiriyor. Kürdistani partilerin neredeyse tamamı bağımsızlıktan yana olsa da, bunun ne zaman ve nasıl olacağı konusunda aralarında farklılıklar mevcut.[1]
Kürt sorunu, çoktandır uluslararası bir konu haline gelen, dört ülkeye dağılmış ezilen bir halkın özgürlüğü ve demokratik hakları sorunudur. Iraklı Kürtlerin son süreçte kazandığı haklar ve mevziler, Türkiyeli Kürtlerle karşılaştırılamaz ölçüde ileridir. Ne var ki, anayasada tanınan statünün sağlıklı bir şekilde hayata geçirilemeyip kâğıt üzerinde kalması Irak’ta da Kürt sorununun halen çözüme kavuşmadığı anlamına geliyor. Bu koşullarda, ayrılma hakkı da dâhil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkı, Iraklı Kürtlerin en doğal ve meşru hakkı olarak görülmelidir. Sözkonusu hakkın ne zaman ve nasıl kullanılacağı gibi hususlar, ezen ulusların egemenlerinin değil, bizzat Kürtlerin bileceği bir iştir.
Irak, İran, Türkiye ve Suriye’nin ortak paydası: Kürt düşmanlığı
Referandumdan evet sonucunun çıkması, illâki derhal ya da kısa vadede bağımsızlık ilanı yapılacağı anlamına gelmiyor. Barzani’nin gerek Bağdat ile gerek diğer güçlerle pazarlıkta bunu kuvvetli bir koz olarak elinde tutması hiç de zayıf ihtimal değildir. Buna rağmen, Türkiye, İran ve Irak merkezi hükümetleri, bıraktık bağımsızlık ilanını, Iraklı Kürtlerin geleceklerine dair “eğilim belirlemesi”ne bile düşmanca yaklaşmaktadırlar.
Hepsinin de referanduma itiraz etmesinin temelinde aynı korku yer alıyor. Hepsi de Kürdistan’ın bir parçasında Kürtler bağımsızlıklarına kavuşur ve ayakta kalabilen bir ülke inşa edebilirlerse, bunun kendilerindeki parçaya da hızla yayılacağından ve paralel bir gelişmeye yol açacağından korkuyorlar.
Irak başbakanı İbadi, sanki ortada tek bir Irak halkı varmış gibi ve sanki mevcut Anayasayı asıl çiğneyen Bağdat hükümeti değilmiş gibi, “Anayasaya karşı gelinmesi ve Irak halkının tehdit edilmesi durumunda askeri olarak müdahale edecekleri” tehdidinde bulunuyor. Oysa IŞİD çetesi karşısında silahlarını bırakarak kaçan ve dağılan merkezi ordu ancak ABD ve İran’ın doğrudan yardımıyla IŞİD’e karşı yeniden bir araya getirilebilmişken, Irak ordusunun ABD’nin desteklediği Barzani yönetimine müdahale edeceği söylemi, kof bir tehdit olarak görünüyor.
İran ise, referanduma ve Kürdistan’ın bağımsızlığına, hem kendi ülkesindeki Kürtlerin benzer taleplerini kışkırtacağı, hem etkisi altındaki Bağdat hükümetini zayıflatacağı, hem de Irak ve Suriye üzerinden oluşturmaya çalıştığı Şii kuşağını baltalayacağı için karşı çıkıyor.[2] İran bu korkularla, eğer bağımsızlık ilan edilirse Kürdistan’la yaptıkları sınır anlaşmasının artık geçersizleşeceğinden ve Kürdistan’a askeri müdahale seçeneğinin gündeme gelebileceğinden dem vursa da, onun da tehditleri aynı kofluktadır. İran ordusunun askeri müdahaleye girişmesi demek, karşısında derhal ABD kuvvetlerini bulması anlamına gelecektir. Trump yönetimiyle birlikte İran’ı tekrar hedef tahtasına oturtan ABD’nin, böylesi bir müdahaleyi İran’a yönelik emperyalist bir saldırı için bulunmaz fırsat olarak değerlendirmesi güçlü ihtimaldir.
Türkiye’ye gelince. AKP iktidarı tutarsızlıkta, ilkesizlikte ve ikiyüzlülükte sınır tanımıyor. Bundan iki yıl önce Barzani’nin “bağımsız Kürdistan geliyor” sözleri Erdoğan’a sorulduğunda verdiği cevap şuydu: “Bağımsız Kürdistan meselesini Irak’ın birinci derecede kendi iç meselesi olarak değerlendirmek gerekiyor. Yani Irak, kendi içinde eğer böyle bir eyaleti bu şekilde bölünme ile neticelendiriyorsa bu onun iç sorunudur, bizi ilgilendirmez.” (22 Mayıs 2015) Bugün bıraktık bağımsızlığı, referandum bile ulusal güvenlik tehdidi olarak ilan ediliyor. Aynı dönemde ve sonrasında Barzani’nin Türkiye’yi ziyaretlerinde, Saray’da Irak bayrağının değil de Kürdistan bayrağının kullanılması, CHP de dâhil tüm şoven burjuva muhalefet tarafından eleştirilirken, hükümet yetkilileri “Barzani’nin devlet başkanı olduğu ve o devletin bayrağının kullanılmasının normal olduğu” açıklamaları yapıyorlardı. Kuşkusuz bu değerlendirmelerde, 2015 Haziran seçimlerine ve 2017 Anayasa referandumuna giderken Kürt kitlelerine şirin gözükme kaygısı ağır basıyordu.
Bir de AKP’nin attığı adımlarla “faşizmi tescil ettiğini” ilan eden CHP’nin bu konudaki tavrına bakalım. CHP Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla, Öztürk Yılmaz, yaptığı basın toplantısında, Barzani’ye 24 saat süre verilmesi ve eğer Barzani “Türkiye’den giden sesleri ayağının altına alıp çiğniyorsa o zaman askeri, siyasi ve ekonomik tedbirler içeren bir paket hazırlanması lazım” buyurdular. AKP, Suriye ve Irak’a asker gönderme tezkeresini Meclis’e getirince, CHP evet oyu vermek için Meclise koşturdu. Oradaki konuşmalarda askeri müdahaleye karşıyız diye bağıran CHP sözcüsü, bir taraftan da tezkereye evet oyu vereceklerini ilan etti! Sıra milliyetçi-devletçi reflekslere geldiğinde AKP ile yarışan CHP’nin, Kürt düşmanlığına devam ettiği sürece, AKP tarafından rehin alınmaktan da, onun payandası haline gelmekten de kurtulamayacağı bir kez daha ortaya çıkmıştır.
CHP’nin malûm şovenist tutumunu bir tarafa bırakacak olursak, hükümetin Irak Kürdistanı’ndaki referanduma yaklaşımında, “kendileri bilirler” noktasından “ulusal güvenliğimize tehdittir” noktasına gelişinde şu temel değişimleri saptamak mümkün. Suriye’deki gelişmeler, Rojava’da ortaya çıkan Kürt oluşumunun varlığını pekiştirerek ABD’nin açık askeri desteğine kavuşması, bunun bir sonucu olarak TC-ABD geriliminin olgunlaşarak büyümesi. Bu gelişmeler, AKP’nin Kürtlere dönük politikasını hem Türkiye içinde hem de Irak’ta iflas ettirdi. Din kardeşiyiz söylemiyle ve birtakım kırıntılar bahşederek Kürtleri tavlayıp kendi etrafında toplamak, Barzani’ye “her şeyi vererek” ondan PKK karşısında destek beklemek, tüm bu yollarla PKK’yi marjinalize ederek boyun eğmesini sağlamak, Irak Kürdistanı’nı Barzani’yle işbirliği yaparak Türkiye’nin nüfuz alanı haline getirmek… AKP’nin bu hayalleri bölgede yürüyen emperyalist savaşın gölgesinde suya düştü. Böylelikle, Türkiye’deki Kürt sorunu bir kez daha “güvenlik politikalarına”, yani haksız ve kirli savaşın devamına endekslendi. 2015 Haziran seçimleriyle aslında iktidardan düşen AKP, iktidarının devamını sağlamak üzere savaşı ve kaosu körüklemeye girişti. Buna bağlı olarak, rejim totaliterleşirken, bu süreçte ordudan ve MHP’den alınan desteğin diyeti, Kürtlere dönük kırmızı çizgi siyasetinin canlandırılması oldu.
Gelinen noktada, tıpkı İran gibi Türkiye’nin de resmi açıklaması, bıraktık bağımsızlığı, bugün de yarın da referanduma karşı olunduğu şeklindedir. Gerek hükümet sözcülerinin açıklamalarında gerekse de MGK kararında, referandumun derhal iptal edilmesi ve bir daha gündeme getirilmemesi talep edilmiş ve referandum “ulusal güvenliğe tehdit” olarak nitelendirilmiş, askeri olan da dâhil tüm seçeneklerin masada olduğu tehdidinde bulunulmuştur.
Ne var ki Türkiye’nin tutumu temelsiz, tutarsız ve hesapçıdır. Tüm yüksek dozda tehdit ve açıklamalara rağmen, cumhurbaşkanının ağzından “bekleyin, o zaman net şekilde görürsünüz” denilen 22 Eylül tarihli MGK kararında da, Bakanlar Kurulu açıklamasında da, o güne kadar söylenenlerin ötesine geçen ne tek bir kelime söylenmiş ne de yeni bir karar açıklanmıştır. AKP yönetiminin yüksek dozda tehdit içeren açıklamalarında elbette kendi korkuları ve şovenliğinin rolü bulunuyor, ancak ordu ve MHP’nin gazını alma çabası da bunda bir rol oynuyor. Zira bugün gerek totaliter rejimi ayakta tutmak gerekse de eğer yapılırsa 2019 seçimlerinden zaferle çıkmak için Erdoğan’ın Bahçeli’nin desteğine ihtiyacı devam ediyor.
Diğer taraftan, AKP egemenlerinin tutum belirlerken, milliyetçilik ve beka kaygısı ile Irak Kürdistanı’ndaki milyarlarca dolarlık iktisadi çıkarları arasında sıkıştıklarını da saptamak gerekiyor. Onları tutarsız ve hesapçı tutumlara sevk eden basıncın kaynaklarından biri de budur. Barzani’ye sponsor olarak Kerkük ve Musul petrollerine el koyma hayalleri suya düşmüş olsa bile, akmasa da damlar beklentisiyle onunla arayı geri dönüşsüz şekilde bozmak istemiyorlar. Keza bölge petrollerinin çıkış noktası Türkiye’dir. Mesele yalnızca petrol de değil. Irak Kürdistanı’nın ekonomisi Türk ekonomisinin “adeta bir cüzü haline gelmiştir”. Türkiye-Irak İş Konseyi Başkanı, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin “vazgeçilmez bir pazar” olduğunu vurguluyor. 1500 Türkiyeli şirket orada “iş yaparken” sadece müteahhitlerin iş hacmi 30 milyar doları aşıyor. Bölge ile Türkiye’nin ticaret hacmi 10 milyar doları geçmiş durumda. Ne var ki, tüm bu iktisadi çıkarlar, AKP’nin politikasında önemli bir basınç oluştursa da, tek başına belirleyici değildir.
Bugün AKP’ye egemen olan Erdoğanist çizgiye muhalif durumdaki AKP’liler (Karar gazetesi onların sözcülüğünü yapıyor), AKP’yi Irak Kürdistanı politikası konusunda eleştiriyorlar. Aslında onlar, Erdoğan’ın tutmadığını gördüğü ve çark ettiği politikanın devamından yanalar. Hepsi de Iraklı Kürtleri itmeyelim, kendimize bağlayalım derdinde. Örneğin, Erdoğancılarla arası bozulup Star’dan ayrılan Taşgetiren şöyle buyuruyor: “Birilerinin Kürtler’e ‘Sizi anlıyoruz’ demesi lazım. Amerika’da, İsrail’de kotarılan haritalar önümüze konmadan ya da Kürtler’in eliyle bayraklaştırılmadan.” Karar yazarlarından Elif Çakır da, “Ben Kürdistan’ın kurulup kurulmayacağına, Irak’lı Kürtlerin karar vermesi gerektiğini düşünüyorum. Bizim de buna karışma hakkımızın olmadığına inanıyorum” diyor. Karar’ın diğer yazarları da benzer bir çizgiyi dillendiriyorlar. Ama ne hikmetse, Iraklı Kürtlere hak gördüklerini Türkiyeli Kürtlere hak görmemeye devam ediyorlar. Karar yazarlarından Hakan Albayrak’ın, Türkiye merkezli bir İttihad-ı İslam (İslam Birliği) düşüncesinde olduğu bilinir. O da hükümetin mevcut politikalarına karşı çıkarak, Irak’ın bölünmesinden, ortaya çıkacak Sünni Irak ile Sünni Kürdistan’ın TC ile yakınlaşarak birlikte hareket etmesinden yana olduğunu yineledi. Aslında tüm bu yaklaşımlar, Türkiye’nin emperyalist yayılmacılığının ifadesidirler. AKP’nin iş âleminden gelen Kürt milletvekili Ensarioğlu’nun sözleri bu yaklaşımın arkasında, demokratik kaygıların değil, emperyalistleşme heveslerinin ve çıkar arayışlarının yattığını gayet güzel özetliyor: “Diyelim ki Kerkük hassasiyetimiz var... Peki, Kerkük’teki Araplar bize Kürtlerden çok daha iyi dost mu? Kerkük’ün Arap bölgesinde kalması sorun olmuyor da Kürt bölgesinde kalması mı sorun oluyor? Bu konuda ABD’ye rest çeken Barzani bizden mi korkacak? Aksine Kerkük’ün Kürt bölgesinde kalması bizim açımızdan çok daha iyidir. Arap bölgesinde kalırsa petrolün taşınmasında problem olur. Kürt bölgesinde kalırsa bugüne kadar yaptığımız gibi hem pazarlarız hem de çıkarırız. … İran’ın Akdeniz’e ulaşma projesini, Şii blokunu oluşturma çabasını kesecek, onu durduracak tek yapı Sünni Kürdistan’ın bağımsızlığıdır.”
Erdoğan ve egemenler bu hayallerin suya düştüğünü, büyük emperyalist güçlerin Irak Kürdistanı’nı kendilerine yar etmeyeceğini, dahası eninde sonunda sıranın Türkiye’ye de geleceğini gördü. Buradan da, AKP’yi hesapçı tutumlara sevk eden bir başka basınca gelmiş oluyoruz: ABD’nin tutumu. Onun ikili oynama ihtimali, Ortadoğu’da yürüyen savaşta aktörlerin birbirine kurdukları tuzaklar, her an değişme potansiyeli taşıyan ittifaklar, AKP’nin de politikalarını belirliyor. Her ne kadar ABD, referandumun zamanlamasına itiraz ediyor görünse de, onun bağımsız bir Kürdistan’dan yana olduğu, bunu da Irak ve Suriye’yle sınırlı kalacak şekilde düşünmediği bir sır değil. Referandumun iptal edilmesini değil de ertelenmesini talep eden ABD’nin ileri sürdüğü “IŞİD’le mücadeleyi zayıflatacağı” argümanının bir palavradan ibaret olduğu apaçıktır. Referandum meselesinde ikili oynama ihtimali gayet yüksek olan ABD’nin erteleme talebinin gerçek nedeni, olsa olsa, Bağdat yönetimini İran’ın etkisinden arındırmadan ilan edilecek bir bağımsız Kürdistan’ın Bağdat’ı hepten İran’ın kucağına itecek olmasıdır. İsrail’in Barzani’ye verdiği destek, ABD’nin gerçek tutumu hakkında aslında epey veri sunuyor.
AKP iktidarının, kurduğu rejimi süreklileştirebilmek, muhalif sesleri hepten bastırabilmek, toplumu tam bir milliyetçi hezeyana sürükleyebilmek için, maceralara girişebileceğini defalarca vurguladık. Kuşkusuz arzu edilen, kolay bir savaştır. Savaş Erdoğan AKP’si için de Bahçeli için de içine girdikleri darboğazdan en kolay çıkış yoludur. Ama sonu hüsran olacak bir savaşa bodoslamasına girmeyecek kadar da uyanıklar. Bu nedenle de dengeleri, en başta da ABD’nin tutumunu yoklayarak hareket etmek istiyorlar. Irak Kürdistanı’nın derinlerine girme konusunda ABD’den yeşil ışık görmeyecekleri kesin. Ama sınırdan 10-20 kilometre içeri girmek, bu arada PKK kamplarına saldırılar yapmak, hem Barzani’ye sözümona sert bir mesaj veriyor görünmek, hem içerdeki ortaklarını yatıştırmak, hem de ABD’yi pek fazla rahatsız etmemek mümkün mü diye hesap yapıyor olmaları muhtemeldir.
Sürecin işaret ettikleri
Irak Kürdistanı’nda referandumla sonuçlanan süreç, aslında birçok açıdan öğretici olmuştur. Bunların başında da, ulusal sorunun burjuva tabiatına ilişkin Marksistler tarafından yapılan değerlendirmelerin bir kez daha doğrulanması gelmektedir. Bizzat Kürt örgütleri arasında yaşanan tartışmaların aslında işaret ettiği gerçeklik budur. Çeşitli Kürt örgütleri, referandum konusunda farklı görüşler dile getirdiler. Bu farklılığın arkasında, bu örgütlerin Kürt sorununun çözümündeki perspektif farklılıkları kadar, sözkonusu örgütlerin hangi bölgesel ya da küresel güçlerle ne tür bir ilişki içinde olduğu da yatmaktadır. Ama belki de en önemlisi, en kritik karar anı gelip çattığında, ulusal hareketin farklı bileşenlerinin kendi aralarında artan siyasal rekabettir. Birbirlerine ya da mevcut Kürdistan yönetimine yönelttikleri eleştirilerde kullandıkları söylem ve argümanların doğruluğu ya da yanlışlığından bağımsız olarak, esas mücadelenin egemen ve bağımsız bir Kürdistan’da kimin hegemon siyasal güç olacağı sorunundan kaynaklandığını görmek zor değildir. Bu durum milliyetçi romantizmin sınırlarına işaret ediyor. Ulusal hareketlerin hedeflerine yaklaştıkça çeşitli bölünmelere uğradığı ya da farklı bileşenler arasındaki çekişmenin arttığı tarihsel bir vakıadır.
Ulusal sorun temelinde şekillenen hareketlerin burjuva tabiatı, onlar arasındaki burjuva çekişmeleri de, çeşitli ulusal hareketlerin bölge güçleriyle ya da büyük güçlerle kendi çıkarları temelinde geliştirdikleri ilişkileri de beraberinde getirir. Biz tüm bunlara rağmen, farklı uluslardan işçilerin birliği önünde fiili bir engel haline gelen ulusal sorunların mümkün olduğunca hızlı, adil, demokratik ve barışçıl çözümünden yanayızdır.
Referandum ve arkasından gelişecek sürecin her halükârda Ortadoğu’daki gerginliği daha da tırmandıracağı açık bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Kürt sorunu, bölgedeki savaşın gelip dayandığı temel eksenlerden biri olarak sivriliyor. Dört ülkenin sınırlarına dağılmış bulunan ezilen Kürt halkının geleceğinde bu savaşın sonuçları önemli bir rol oynayacak. Sorunun nasıl çözüleceğini, tüm parçalarda çözülüp çözülmeyeceğini emperyalist savaşın gidişatı belirleyecek.
Görülüyor ki, asimetrik vekâlet savaşları şeklinde uzun bir süredir bölgede zaten yürüyen emperyalist paylaşım savaşı giderek şekil değiştirmeye ve Kürtlerin özgürlük mücadelesini de içererek onu da biçimlendirmeye başlamıştır. Haklı ulusal savaşların, daha büyük emperyalist paylaşım savaşlarıyla iç içe geçmesi, ya da Lenin’in deyişiyle birinin öbürüne dönüşmesi yeni bir olgu değildir. Birinci Dünya Savaşında da bunun nice örneği yaşanmıştır. Bugün de o büyük savaşla sınırları cetvelle çizilen Ortadoğu yeniden paylaşım masasındadır. O savaşla parçalanmış halkların statüsü de yeniden belirlenecek ve sınırlar değişecektir. Beğensek de beğenmesek de gerçeklik budur. Birinci emperyalist paylaşım savaşının kalıntısı olan yapay sınırların, gasp edilen siyasal bağımsızlık haklarının, boyunduruk altında tutulan halkların statüsünün aynen devam etmesi artık mümkün değildir. Bu sorunu demokratik ve barışçıl yollarla çözmeye yanaşmayan mevcut burjuva rejimlerin kendileri çözülmekle karşı karşıyadırlar.
Kapitalist sistem krizi tüm insanlığı giderek derinleşip yaygınlaşan bir felâkete sürüklüyor. İşçi sınıfı ayağa kalkıp bu sömürü sistemini yıkmadığı sürece, başta bölgemiz olmak üzere tüm dünyanın emekçilerini daha da kötü günler bekliyor. İşçi sınıfı bu paylaşım savaşına son vermediği sürece, Ortadoğu’da savaşın derinleşmesinin önüne hiçbir güç geçemez. Ortadoğu gibi paylaşım kavgasının her dönemde merkezi olmuş bir coğrafyada, halkların kardeşçe, eşitlik temelinde ve barış içinde yaşayabilmesinin tek yolu kapitalist egemenliğin yok edilmesidir.
[1] Örneğin, Irak Kürdistanı’nda Barzani’nin KDP’si, İslami Birlik Partisi (Yekgirtu), Talabani’nin KYB’si (iç muhalefeti bir tarafa bırakırsak) referandumun saptanan tarihte yapılmasından yanaydı. Goran Hareketi referandumun zamanlamasına ve şekline itiraz etti. Komeleya İslami de Goran gibi hem İran’a yakın hem de hayır oyu vereceğini açıkladı. Ancak bu partilerin tamamı, referandumdan bir gün önce, Kürtleri referanduma katılarak evet oyu kullanmaya çağırdı. PKK ve PYD, bu referandumun Kürt sorununu Irak’la sınırladığını, ulus-devletçik hedefi olduğunu söyleyerek referanduma karşı çıktı ve ulusal birlik için Ulusal Kongre toplanması çağrısını yineledi. Türkiye’de Demokratik Bölgeler Partisi de bir bildiri yayınlayarak referanduma karşı olduğunu söylerken, Halkların Demokratik Partisi, referandumun bir hak olduğu vurgusunu öne çıkardı.
[2] Bağımsız bir Kürdistan’ın, İran’ın Irak’taki ve bölgedeki etkisini azaltacağı ve onun Akdeniz’e uzanan bir “Şii hilali” oluşturmasının önünde bir engel olacağı gerçekten de açık görünüyor. İsrail tam da bu gerekçeyle bağımsız Kürdistan’ı desteklediğini resmen açıklamışken, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri de resmen olmasa bile Barzani’nin bağımsızlık girişimini aynı gerekçeyle destekliyorlar.
link: Oktay Baran, Irak Kürdistanı’nda Referandum, 25 Eylül 2017, https://marksist.net/node/5903
Nuriye Gülmen’e Yoğun Bakım İşkencesi
“Bir Kuşak Bir Yol Projesi” Krize Çare mi?