2016 Haziranında Britanya’da Avrupa Birliği’nden ayrılma referandumu yapıldı. O dönemin Muhafazakâr Parti lideri David Cameron referandumu seçim vaadi olarak gündeme getirmişti. Ama esas niyet AB’den ayrılmak değildi. Britanya burjuvazisi, referandumu, AB yönetimiyle pazarlıkta bir şantaj unsuru olarak kullanmak ve Britanya lehine AB’den tavizler koparmak için istiyordu. Ancak beklenenin tersine oyların %52’si Brexit’ten yani ayrılmaktan yana kullanıldı. Bu sonuç tüm dünyada, hatta Britanya’da bile “şaşkınlığa” neden oldu. Britanya burjuvazisi attığı bu adımın ardından kara kara düşünmeye başladı. Bunun üzerine Brexit’in aslında Britanya halkının yararına olmadığı, sosyal medya üzerinden yayılan AB karşıtı propagandaların yalanlarla, mesnetsiz iddialarla dolu olduğu, toplumun AB’den ayrılma yönündeki propagandalardan etkilenerek tepkiyle hareket ettiği konuşulur oldu. İşte bu olay 25 sene evvel ortaya atılmış bir kavramın yeniden gündeme gelmesine, yepyeni bir içerik kazanmasına, medya konusundaki tartışmaların odağına oturmasına neden oldu: Post-truth yani post-gerçeklik ya da gerçeklik-ötesi.
Bir süre sonra “post-gerçeklik” tartışmalarını iyice alevlendiren bir gelişme daha yaşandı. ABD’deki Kasım seçimlerinden zaferle çıkan taraf Trump oldu. Seçimi Trump’ın kazanması beklenmiyordu. Dünyanın en zengin insanlarından biri olan Trump, siyah, göçmen ve kadın düşmanı, kaba, ırkçı bir siyasi figür olarak öne çıkıyordu. Arka arkaya aleni yalanlar söylemekten, yalanı ortaya çıktığında o yalanda ısrar etmekten, olmayacak vaatlerde bulunmaktan, sosyal medya üzerinden ona buna sataşmaktan çekinmiyordu. Bazı Amerikalılar onun seçilmesi bir yana aday olmasının bile ABD halkı için utanç verici olduğunu, dünyaya rezil olduklarını düşünüyorlardı. Halkın büyük çoğunluğu Trump’ın yalancı ve güvenilmez olduğunu dile getiriyordu. Tüm bunlar Trump’ın kazanmasını engelleyemedi. Trump’ın zaferinin sorumlusunu arayanlar, bu zaferin post-gerçeklik döneminde yaşadığımızı, post-gerçek siyasetle şekillendirildiğimizi kanıtladığını savundular.
Post-gerçeklik, kısaca “nesnel gerçeklerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması” şeklinde tanımlanıyor. Yani gerçekler ne olursa olsun, insanlar duygularına ve kanaatlerine göre hareket ediyor, istediklerine inanıyorlar! Brexit kampanyasını yürütenler, Trump ve onu zafere taşıyanlar, Erdoğan, Putin ve benzeri liderler tüm yalanlarına rağmen, yalanları çürütüldüğünde bile destek görüyorlar. Post-gerçek siyaset yaparak cahil ve irrasyonel kitleleri peşlerinden sürüklüyorlar! Cumhuriyet gazetesi yazarı Nilgün Cerrahoğlu, ABD basınındaki post-gerçek siyaset tartışmalarını şöyle özetliyor: “Gerçekdışı ‘dediğim dedik, çaldığım düdük’ savlar ortaya atan bu siyasetçilerin başvurdukları araçlar sırf ‘dezenformasyon’dan ibaret değildi. Farklı ülkelerin farklı şartlarda siyaset yapan bu politikacılarının ortak özellikleri tüm siyasi söylemlerini ‘biz ve onlar’ dinamiği üzerine kurmalarıydı. ‘Biz halkız, biz kurbanız; onlar tuzu kuru elitler’ gibi şematik, siyah-beyaz şartlanmalar ile yapılandırılan bu siyaset türünde sade ‘duygular’ ve ‘önyargılar’ devreye sokuluyor, ‘nesnel bilgi’, ‘veriler’ tümü ile dışlanıyordu. ‘Post gerçek siyasetinin’ ustaları zaten bilgili seçmenleri muhatap almıyordu. ‘Rasyonel’ kesimler, ‘bilgi, belgelerle’… ‘irrasyonel yana’ meram anlatmaya kalktığında kendisini her durumda -bir deli kuyuya taş atmış on akıllı çıkartamamış hesabı- irrasyonel politikayla kuşatılmış buluyordu. Geçmişte siyasete ‘yalan’ karıştığında, yalanın ‘gerçekle yüzleştirilmesinden’ bir korku duyuluyordu. Geri planda bir ‘ispat’ gayreti oluyordu. Bugün böyle bir gayrete gerek duyulmuyor çünkü somut gerçeğin ne olduğu, ‘post gerçek liderler’ tarafından hiç kâle alınmıyor. Başka deyişle gerçeğin bir değeri yok. Veriler ve tutarlılığın, bu irrasyonel siyasette yeri bulunmuyor. Bu siyasetin aktörleri konuyu bir kez ‘bizonlar’ çerçevesine oturttu mu; akla gelen her şok/skandal önermeyi yapabiliyorlar... Bunun ardından Goebbelsvari bir ‘propaganda çarkı’ işliyor. Yandaş medyalar, troller... Lidere kenetlenip yalan yanlış tezleri, modern teknolojinin imkânlarıyla sanal âlemde milyon kere tekrarlıyor. Tekerleme gibi tekrarlanan ‘post gerçek söylemler’ sonra yalın gerçeğin yerine geçiyor...” (Lozan…, Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet, 1 Ekim 2016)
Doğrular, yanlışlar…
Benzer tarihsel örnekler ışığında şunu diyebiliriz: Brexit ve Trump’ın zaferi gibi olaylar aslında kriz zamanlarında kitlelerin geleceğe dair ümitlerinin zayıfladığını, daha önce deneyimledikleri seçeneklere yönelik güvenlerinin kırıldığını gösteriyor. Kapitalist propaganda çarkı altında bilinçleri esir alınan, talepleri ve özlemleri bir türlü karşılanmayan, yaşadıkları sorunlardan bir çıkış yolu arayan örgütsüz kitlelerin kaotik dönemlerde radikal, hatta akıldışı görünen seçeneklere yönelebildiğini ortaya koyuyor. Ancak post-gerçeklik tartışmaları gerçeği bu şekilde açıklamıyor, doğrularla yanlışları aynı sepete dolduruyor, pek çok çelişkiyi içinde barındırıyor.
Elbette günümüzde kitlelerin nesnel gerçeklere değil yalanlara inandığı, çeşitli kanaatlerle hareket ettiği, liderlerin gerçeğin ne olduğuna aldırmadıkları, kendi çıkarları için gerçeği çarpıttıkları, yalan ürettikleri doğrudur. Liderlerin savlarının yalan olduğu ortaya çıktığında hicap duymadıkları, bu yalanlarla kitleleri ayrıştırıp kutuplaştırdıkları da doğrudur. Ama bu ne yeni bir durumdur ne de yalanın gerçeği bastırması sadece liderlerin siyaset yapış biçiminden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla kitle manipülasyonunun ulaştığı düzeyden yola çıkarak yeni tanımlar üretmek gerekmiyor. Sorun tek başına ne sosyal medya, ne liderler, ne de kitlelerin “irrasyonel” olması, “irrasyonel” söylemlerin peşinden gitmeyi tercih etmesidir. Sorun çürüyen kapitalizmin ta kendisidir. İçinden geçmekte olduğumuz dönem post-gerçeklik dönemi değil, kapitalizmin tarihsel çıkışsızlık ve çürüme çağıdır.
Sınıflı toplumların en gelişmişi olan kapitalizm altında örgütsüz kitlelerin kendiliğinden nesnel gerçeği bulma, görme ve buna göre karar verme şansı yoktur; hiç olmadı, olmayacaktır. Kapitalist düzende kitlelerin nesnel gerçeğe ulaşması çok karmaşık ve çok güçlü mekanizmalarla engellenir. Beşikten mezara dek kesintisiz devam eden yoğun bir propaganda ile kitleler sistematik bir biçimde manipüle edilir, insanların bilinçleri ve duygu dünyaları işgal edilir. Bu durumdaki kitlelerin sanki bir tercih şansları varmış gibi gerçeğe değil duygularına göre hareket ettiği, sorunun burada olduğu öne sürülemez. Kitlelerin “biz” ve “onlar” olarak nasıl ayrıştırıldıklarını atlamak, belli başlı liderleri öne çıkararak büyük yalanların sadece onlar tarafından üretildiği yanılsaması yaratmak, insanların inanmak istediklerine inandığını, bu uğurda gerçeği yok saydığını ileri sürmek iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Ayrıca sosyal medyada üretilen içeriklerin doğruluğunun araştırılmamasından, çok hızlı yayılarak algı balonları yaratmasından, kitlelerin bu balonların içine hapsedilmesinden yola çıkarak geleneksel medya araçlarını masum ilan etmek de doğru değildir. Büyük kapitalist tekellerin elindeki gazete, dergi, radyo ve televizyonlar da birer yalan makinesi gibi çalışmakta ve kitleleri yönlendirmede en temel işlevi görmektedir.
Bir diğer önemli husus da şudur: Elif Çağlı’nın “Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü” başlıklı makalesinde ortaya koyduğu gibi kitle manipülasyonu yalnızca otoriter ve totaliter burjuva rejimlerin başvurduğu bir yöntem değildir, olağan burjuva rejimler de bu silahı çıkarları doğrultusunda sonuna kadar kullanırlar. Dönemin burjuva rejimi ne olursa olsun, kapitalist yeniden üretim süreci işgücünün niteliksel ve fiziksel açıdan yeniden üretim süreci olmakla sınırlı kalmaz, kitlelerin egemen burjuva ideolojisine boyun eğmelerinin de yeniden üretildiği bir süreç olarak işler. Kapitalizm altında medya eliyle kitlelerin ruh hali değişikliğe uğratılabilir, yapılandırılabilir. İktidar sahipleri o toplumun kültürel kodlarına seslenerek, bu kodları kullanarak, gerektiğinde yeni kodlar üreterek kitleleri oluşturur, harekete geçirir ya da pasifize eder. Örgütsüz toplumun hafızası olmadığından yalanlar kolaylıkla yutturulabilir, gerçeklerle yer değiştirebilirler. Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, “büyük kriz ve savaş dönemlerinde kitleleri kontrol altında tutabilmek için negatif ikna yöntemini yaygınlaştırır. Bu yöntem, gerçeklere ulaşım yolları tıkanmış kitlelerin algısını çeşitli tertip ve yalanlar temelinde yaratılan ortak düşman tehdidi etrafında kilitleyip felçleştirme yöntemidir”. Muktedirlerin ölümcül propagandaları büyük yalanları en kutsal gerçekler katına yükseltebilir. Tek başına bireyler, kendilerini medyadan yansıyan fikirlerden farklı düşünmenin meşru olmadığı bir ortamda bulurlar, baskılanırlar. Çok sayıda insanın inandığı şeylerin tersini söyleme, düşünme, bunu tartışma imkânı bulamazlar. Ortada gerçek adına yalnızca bir yığın zehirli propaganda ve safsata kalır.
Olağanüstü dönem, olağanüstü yalanlar
Bugün dünyamız emperyalist rekabetin yarattığı kaotik, olağanüstü, ürkütücü gelişmelere gebe bir süreçten geçiyor. Otoriterleşmenin temel bir eğilim olarak güç kazandığı, geniş kitlelerin milliyetçilik, ırkçılık, yabancı-göçmen düşmanlığı temelinde kışkırtıldığı, iktidar odakları eliyle tepeden krizlerin yaratıldığı, at izinin it izine karıştığı, kitle manipülasyonunda çağ atlandığı günümüz dünyasında gerçeğe ulaşmak her zamankinden daha zor. İçinde yaşadığımız dünyayı, insanlığın hangi yollardan geçerek bugüne geldiğini ve nereye doğru ilerlediğini anlayabilmek için, gerçeğe ulaşabilmek için Marksizmin yol göstericiliğine ihtiyacımız var.
“Her bir üretim tarzı ya da bir başka deyişle her bir sosyo-ekonomik formasyon, ekonomik altyapı ile bunun üzerinde yükselen ve devlet, siyaset, hukuk, kültür, din gibi çeşitli alanları kapsayan üstyapının birliğinden oluşur. Bu birliğin ekonomik-ideolojik-siyasal-sosyal çeşitli boyutlarıyla doğru şekilde çözümlenebilmesi için, altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkinin diyalektik tarzda ele alınması zorunludur. Kapitalist üretim tarzı da, kapitalist ekonomik temel ile bu ekonomik temelin tarihsel gelişme içinde belirlediği kapitalist üstyapının birliğinden müteşekkildir. Evet, altyapı son tahlilde belirleyicidir. Ancak bu önemli hususun gerçekliğin ötesine taşan biçimde tek yönlü algılanmaması da bir o derece önem taşır. Zira üstyapı, ekonomik temelin pasif bir belirleneni değildir. Bir üstyapı kurumu olan devlet, ideoloji vb. ekonomik altyapı tarafından belirlendiği gibi, üstyapının unsurları altyapı üzerinde etkide bulunarak ekonominin hızını, gidişatını vb. değiştirebilir. Ayrıca, üstyapıda yer alan burjuva devletin baskı aygıtları burjuvazinin egemenliğini sürdürebilmesi için ne derece elzem ve önemliyse, ideolojinin ve ideolojik aygıtların bu açıdan oynadığı rol de muazzamdır.” (Elif Çağlı, Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü)
Çağlı’nın da belirttiği gibi Marksizm, altyapı ve üstyapı arasında karşılıklı etkileşime dayanan diyalektik bir ilişki olduğunu açıklar. Gerek altyapı gerekse de üstyapı hareketsiz, katı veya donuk değil dinamiktir. Her ikisinde de zaman içinde gelişmeler, farklılaşmalar, karşılıklı etkileşimler olur. O sistem içinde üretici güçlerin gelişimi son sınırına doğru ilerler ve sonuçta o sınıra varır. Kapitalizmde bu gelişmeler şöyle somutlanıyor: Tekelleşme ve rekabet büyüyor. Sermaye bir tarafta yoğunlaşmaya devam ederken diğer tarafta kitlelerin yoksulluğu derinleşmeye devam ediyor. Krizler sıklaşıyor, süreğenleşip şiddetleniyor. Siyasal erk ve zenginlik giderek daha dar bir zümrede toplanıyor, burjuva demokrasisi güdükleşiyor, otoriter ve totaliter rejimler inşa ediliyor, plütokrasinin egemenliği belirginleşip pekişiyor.
Tüm bunlar medyanın, ideoloji ve bilgi üretme kaynaklarının gitgide daha sınırlı ellerde toplanmasına neden oluyor. Kapitalizmin tarihsel krizi derinleştikçe biriken çelişkilerin üstünün örtülmesi için gerçek daha derinden tahrif ediliyor, daha çok çarpıtılıyor, manipülasyon şiddetleniyor. Genelde burjuvazi ve özelde burjuva liderler manipülasyon yöntemlerini hevesle ilerletiyor ve hayata geçiriyorlar. Toplum örgütsüzlüğün bedelini tuzaklara düşerek, yıkıma uğrayarak ödüyor. Tüm yıkıcılığına rağmen Erdoğan, Putin ve Trump gibi liderlerin destek görmesi bu anlama geliyor. Yani gerçeğin bu denli çarpıtılıp önemsizleştirilebilmesi kapitalist çürümenin düzeyiyle, bunun sonucunda oluşan olağanüstü dönemle ve ideolojik aygıtların gelişkinliğiyle açıklanabilir ve mücadelesinin odak noktası kapitalizm olanlar için hiç de şaşırtıcı değildir.
link: Ezgi Şanlı, “Post-Gerçeklik” mi, Çürüyen Kapitalizm mi?, 9 Ocak 2017, https://marksist.net/node/5456
Keynesçilik Yeniden Parlatılırken
Çocukların Hayallerini Çalıyorlar