AKP iktidarı askeri vesayete karşı iktidarını koruma mücadelesi verdiği yıllarda zorunlu olarak birtakım demokratik adımlar atmış, bazı yasal değişiklikler yapmıştı. Özellikle 2007 yılında kendisine yönelik darbe planlarının açığa çıkmasıyla beraber bu adımları hızlandırmıştı. “Demokratikleşme ve sivilleşme” adı altında yapılan yasal değişikliklerin temel güdüsünün gerçekte rejimin demokratikleştirilmesi olmadığı malûmdu. Nitekim köprüyü geçtikten sonra rahat nefes alan AKP’nin, Erdoğan’ın “tek adam rejimi” hayallerinin de bir parçası olarak, yapılan görece demokratik değişiklikleri tek tek geri alması, hatta eskisinden daha da geri bir zemine düşürmesi bu gerçeği göstermektedir.
Hatırlayacak olursak 2007 yılı itibariyle Ergenekon operasyonları başlatılmış, 2008-2009 yıllarında “faili meçhuller”e ilişkin davalar açılmış, 2009 yılında da askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını sağlayan bir yasal değişiklik yapılmıştı. 2010 yılına gelindiğinde ise, tam 13 yıldır askerin her türlü baskı, şiddet ve katliamcı uygulamaları izinsiz, sorgusuz, hesapsız hayata geçirebilmesinin yasal dayanağı olan EMASYA Protokolü iptal edilmişti. Aynı yıl yapılan Anayasa değişikliği referandumuyla 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önü açılmış, yargıda çift başlılığı gidermek adına askeri yargının görev alanı daraltılmıştı. Bununla birlikte önce “demokratik açılım”, ardından “çözüm süreci” adını alan Kürt sorununun çözümü iddiasıyla atılan adımlar Kürt halkında bir umut da uyandırmıştı. Aslında bir tarafta bu adımlar atılırken, diğer taraftan AKP’nin sahip olduğu ceberut devlet zihniyetinin yansıması olan icraatları hiç aksamaksızın devam ediyordu. Buna rağmen, hiçbir zaman Avrupa’daki gibi bir burjuva demokrasisine sahip olamamış bir coğrafyada hayata geçirilen bu yüzeysel adımların yarattığı etki çapından büyük olmuş, geniş kitlelerin desteğini alan AKP iktidarı asker-sivil bürokrasiyle giriştiği it dalaşında kazanan taraf olmuştu.
2011 seçimlerinin ardından, tam olarak iktidar aygıtını ele geçiren AKP’nin ve Erdoğan’ın, bir toplumsal muhalefet olmayışını da fırsat bilerek demokrasicilik oyununu bir kenara bıraktığına ve başkanlık rejimine giden yolda her türlü demokratik engelin tek tek temizlendiğine tanık olduk, oluyoruz. “Faili meçhul” davalardan hiçbir elle tutulur sonuç alınamadığı gibi, gelinen noktada faili belli cinayetlerin sayısında ciddi bir artış yaşanmaktadır. 12 Eylül davası fiyasko olmaktan öteye geçmedi. Çözüm süreci bitirilerek savaş tırmandırıldı. Uzunca bir dönem orduya mesafeli duran iktidar, polis gücünü arttırdı ve MİT’i güçlendirdi. Bu çerçevede 2014 yılında MİT’in yetkilerini genişleten ve mensuplarının yargılanma koşullarını sınırlayan yasa geçirildi. 2015 yılında ise iç güvenlik yasası adı altında polisin yetkileri arttırıldı.
Şimdi gelinen noktada faşist tırmanış süreci, hukuki, siyasi, ideolojik ayaklarıyla dört koldan yürütülen çalışmalarla devam ediyor. HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması, DBP’li belediyelere kayyum atanmak istenmesi, akademisyen, yazar ve gazetecilerin tutuklanması, kamu çalışanlarına yönelik yaptırımların artması, devletin yaptıklarının eleştirilmesinin terörü desteklemekle özdeşleştirilmesi, muhalif, yandaş fark etmeksizin bir bütün olarak burjuva medyanın “terörle mücadele” şakşakçılığı ve manipülasyonları ve son olarak TSK personel kanunu tasarısının onaylanması… AKP içinde yürütülen iç temizlik operasyonunun başarıyla sonlandırılmasını da (Davutoğlu ekibinin tasfiyesi) düşündüğümüzde, bütün bunlar, başkanlığa giden yolda hayli mesafe alındığı anlamına geliyor.
Çözüm sürecinin bitirilmesinin ardından başlayan çatışmalı süreç gün geçtikçe şiddetlenerek artıyor. Kürt illerinde acımasız bir savaş yürütülüyor. Erdoğan’ın “sonuna kadar savaş” taktiğinin başarıya ulaşabilmesi için ordunun daha sert ve acımasız müdahalesinin önünün açılması gerekiyor. Böylece ordu, işlenen suçların hesabını vermek zorunda olmamanın rahatlığıyla, istediği gibi vurup kıracak, ezip geçecek! Bu amaçla, hem askerin yargılanmasının önünün kesildiği hem de hükümet kontrolünü elden bırakmaksızın ordunun kitle eylem ve direnişlerini ezmek için yetkilerinin arttırıldığı “Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” Meclis’ten geçirildi. Elbette ihtiyaç duyulması halinde her türlü toplumsal muhalefeti bastırmak için kullanılacak olan bu yasa şimdilik asıl olarak Kürt halkına karşı çıkarılmıştır.
Tasarının EMASYA Protokolü geri mi geliyor tartışmalarına yol açan maddelerini tek tek incelemekte yarar var. Ama ondan önce EMASYA Protokolünün ne olduğunu hatırlamak gerekiyor. Emniyet, asayiş ve yardımlaşma kelimelerinin kısaltmasından oluşan EMASYA Protokolü, 1997 yılının Temmuz ayında İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalandı. Hiçbir zaman içeriği tam olarak açıklanmayan bu protokol, toplumsal olaylara polisin müdahalesinin yetersiz kaldığı durumlarda, orduya valilik izni olmaksızın müdahale etme yetkisi veriyordu. Sadece bu yetkiyi vermekle kalmıyor, aynı zamanda böylesi müdahale durumlarında bütün kolluk güçlerinin askeri birlik komutanının emri altına gireceğini belirtiyordu. Emniyet birimlerinin istihbarat bilgilerini de EMASYA komutanlığıyla paylaşması yükümlülüğü getiren protokol 2010 yılında AKP iktidarı tarafından darbeye zemin hazırladığı gerekçesiyle kaldırıldı.
Elbette bu protokolün kaldırılmasının tek nedeni AKP’nin ordudan gelecek darbe tehlikesini savuşturmak istemesiydi. Nitekim yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi 2010 yılından bugüne gelene kadar pek çok farklı başlık altında EMASYA Protokolünün işlevini görecek, ancak ordunun değil de hükümetin denetimindeki valiliklerin ve polisin yetkilerini arttıracak yasalar hayata geçirildi.
Bugün Meclis’te kabul edilen TSK Personel Yasasındaki değişiklikler ise aslında EMASYA Protokolünün pek çok maddesinin bu kez protokol değil yasa düzeyine çıkarılması anlamına geliyor. Yasanın 12. maddesi “Genel kolluk kuvvetlerinin imkân ve kabiliyetlerini aşan durumlarda terörle mücadele için gerekli olması veya terör eylemlerinin kamu düzenini ciddi şekilde bozması halinde” Bakanlar Kurulu’na, Türk Silahlı Kuvvetlerini görevlendirme yetkisi veriyor. Böylece aslında Meclis’te olması gereken bir yetki hükümet tarafından gasp ediliyor. Aynı maddede “görevlendirilecek Türk Silahlı Kuvvetleri birliklerinin çapı, teşkilatı, konuşlandırılacağı yerler, emir komuta ilişkileri, kuvvet kaydırılması ve bu kapsamda gerekli görülen diğer hususların” belirlenmesi Genelkurmay Başkanlığı’na bırakılıyor. Askeri birliklerin genel kolluk kuvvetleriyle birlikte müdahale etmesi durumunda EMASYA Protokolünde olduğu gibi komuta, sevk ve idare yetkisi askeri birlik komutanına veriliyor. Yetkili birlik komutanının ihtiyaç duyduğu istihbarat bilgilerinin, istihbarat birimleri tarafından derhal paylaşması zorunluluğu getiriliyor.
Yasanın en çarpıcı maddelerinden biri güvenlik kuvvetlerine, ellerinden kaçmakta olan kişilerin izlenirken girdikleri konuta, işyerine veya kamuya açık olmayan kapalı alanlara “can veya mal güvenliğinin sağlanması ya da kişinin yakalanmasına münhasır olmak üzere” yetkili birlik komutanının yazılı emriyle girebilme yetkisi verilmesidir. Bugün Kürt illerinde yürüyen kirli savaşta özel harekât timlerinin evleri rastgele bastığını, eşyaları tahrip ettiğini, duvarları ırkçı sloganlarla doldurduğunu biliyoruz. Şimdi bu yasal güvenceyle birlikte eli rahatlayacak olan özel harekâtçıların bu konuda daha da saldırgan olacağını tahmin etmek zor değil.
2010 yılında askerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan AKP şimdi bu yasayla tam tersi uygulamaya geri dönüyor. TSK personelinin bazı suçlar haricinde, işlediği suçlar askeri suçlardan sayılacak ve askeri mahkemelerde yargılanacak. Üstelik işlediği suçlar nedeniyle soruşturma izni verilene kadar yakalama, gözaltı ve tutuklama tedbirlerine başvurulamayacak. Ancak suç işleyen askere soruşturma açılması öyle kolay olmayacak. Adli yargının görevine giren suçlarda soruşturma yapılması, söz konusu Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları ise Başbakanın, diğer personel ise Milli Savunma Bakanı’nın iznine tâbi olacak. Jandarma personeli için ise İçişleri Bakanı’nın izni gerekecek. Bu maddeyle hükümet askere şartlı güvence vermiş oluyor aslında. “Benim sözümden çıkmazsan seni korurum” demiş oluyor. Ayrıca TSK’ya sağlanan bu hukuki güvenceden geçici köy korucuları ve gönüllü korucular da faydalanacak.
Bir başka madde ise aylardır yürüyen kirli savaşta evleri yakıp yıkan, bodrumlarda hapsettikleri insanları katleden, diri diri yakan, kadın, çocuk, yaşlı demeden yüzlerce kişiyi sokak ortasında infaz eden, yakılıp yıkılmış Sur sokaklarında ırkçı klipler çekerek Ermenilere, Kürtlere hakaret eden, cesetlere dahi işkence yapan, Kürt halkının içinde onulmaz yaralar açan insanlık dışı uygulamaları hayata geçiren özel harekâtçıların hiçbir koşulda yargılanmayacağının güvencesi anlamına geliyor. Çünkü yasayla getirilen hukuki koruma, yasadan önce görev alan askeri personel için de geçerli olacak. İlgili maddede “hukuki korumaya ilişkin düzenlemelerden, yasanın yürürlüğe girdiği tarihten önce ilgili kanuna göre operasyona katılan TSK personeli, memurlar, geçici köy korucuları ve gönüllü korucular dâhil diğer kamu görevlileri de yararlanacak” deniyor.
TSK Personel Kanununda yapılan bu değişikliklerle AKP’nin bir zamanlar mücadele ettiği askeri vesayetin sultası altına girdiği eleştirileri de yapılıyor. Ancak burada sorun AKP’nin askeri vesayet sultası altına girmesi değildir. Çünkü yapılan düzenlemelerde çok net bir şekilde görülmektedir ki, hükümet TSK’ya ancak kendisi izin verdiği koşullarda müdahale etme yetkisi verdiği gibi, hukuki güvencenin sağlayıcısını da yine kendisi yapmıştır. Yani ordunun güvencesi AKP olmuştur.
Burada CHP’nin aldığı tutuma da değinmekte fayda var. CHP, her zamanki devletçi refleksi ve politik sığlığıyla hareket ederek yasayı desteklemiştir. Hatta CHP İstanbul Milletvekili Dursun Çiçek yasa teklifi görüşülürken Ergenekon, Balyoz gibi davalarda tutuklanan TSK personelinin de “mağduriyetinin” giderilmesini istemiştir. CHP’nin sol kanadını oluşturan milletvekillerinden Sezgin Tanrıkulu’nun, “terörle mücadele” adına neye onay verildiğini itiraf ettiği sözleri çarpıcıdır: “Bugün çok yanlış bir hukuksal düzenlemenin temelleri burada atılıyor. Türkiye’nin ve hepimizin zarar göreceği düzenlemeler yapılıyor. EMASYA 2010’da çok doğru bir biçimde kaldırıldı ama o Başbakanlık genelgesiydi. Şimdi EMASYA’dan daha ağır yetkileri bir yasa ile veriyoruz. Eğer güvenlik güçleri, silahlı kuvvetler hukuk içinde davranacaksa, insan haklarını ihlal etmeyecekse neden Başbakan’dan, Adalet Bakanlığı’ndan ya da ilgili yerlerden izinle yargılama istiyorlar? Çünkü bir vesile ile davalar açıldı ve sanık oldular. Bundan sonra da böyle bir durumla karşı karşıya kalmak istemiyorlar. Terörle mücadele adı altında, bu sihirli kavram adı altında biz, bu hukuk ve anayasa dışı, bizi ileride çok zor durumda bırakacak bir yasaya evet demek durumunda kalıyoruz.”
Elbette bu yasanın geçirilmesinin temel nedeni Kürt halkının haklı mücadelesini ezmektir. Ancak bunu sadece Kürt halkına karşı çıkarılmış bir yasa olarak görmemek gerekiyor. Şüphesiz Erdoğan başkanlık rejimine doğru giderken kutuplaştırmayı daha da derinleştirerek, çatışma ortamı ve gerilim yaratarak ilerliyor. Kapalı kapılar ardında Erdoğan sevici paramiliter güçler oluşturuluyor. Küresel krizin giderek derinleştiği, emperyalist paylaşım savaşının alevlerinin büyüdüğü, başkanlık rejimi uğruna her türlü baskı ve şiddetin arttığı, işçi sınıfının haklarına yönelik saldırıların hız kesmeden devam ettiği, rant uğruna doğa katliamlarının pervasızca sürdüğü bir dönem toplumsal mücadelelere de gebe bir dönemdir. Öngörülemeyen kitlesel eylemler her an patlak verebilir. İşte AKP, böylesi durumlarda kitle hareketini bastırmak ve iktidarını ve rejimi güvence altına almak için orduya müdahale yetkisi ve yargılanmama güvencesi veriyor.
link: Demet Yalçın, Yeni EMASYA: “Tek Adam” Rejiminde Bir Adım Daha, 27 Haziran 2016, https://marksist.net/node/5166
Suriye Savaşında Yeni Sayfa