Küçük Aylan’ın cansız bedeninin tüm dünyada insanların yüreğini sızlatan fotoğrafı, son birkaç yıl içinde Ege ve Akdeniz’de birbiri ardına yaşanan mülteci trajedilerinin çarpıcı bir özetini oluşturuyordu. Vietnamlı küçük kızın savaşın dehşetini sembolize eden koşusunu resmeden o ünlü fotoğrafa benzer şekilde, Aylan’ın küçük bedeninin sahilde uzanan masum imgesi de, muhtemelen insanlığın hafızasında milenyumun başlangıcını karakterize eden görsel simgelerden biri olacaktır.
Aylan’ın fotoğrafı Avrupa hükümetlerinin mülteciler konusundaki acımasız politikalarının bir teşhiri olarak Avrupa kamuoyunda da büyük bir infial yarattı ve burjuva hükümetler üzerinde bir kamuoyu baskısı oluşturdu. Akdeniz’in sularında derme çatma botlarla bir yaşam umudu peşinde koşan Afrikalıların, Ortadoğuluların, Batı Asyalıların oluşturduğu on binlerce insana reva görülen muamele, Aylan’ın fotoğrafı üzerinden Avrupa siyasetinin göbeğine oturdu. “Avrupa değerleri” imgesini bozan sayısız görüntü Aylan’la birlikte kırılma noktasına ulaşmış ve “bir şeyler yapılması gerektiği” hissiyatı doğurmuştu.
Elbette sorun bir “görüntü” sorunundan ibaret değildi. Sonuç olarak yüz binlerce insan, tarihteki büyük göç dalgalarına yeni bir sayfa ekleyerek Avrupa kapılarına yığılıyordu ve bu durum çok boyutlu devasa sorunların da kapıya yığılması anlamına geliyordu. Gerçekten de göç ve mültecilik sorunu şu anda dünyadaki birçok önemli siyasal-sosyal gelişme ve eğilimlerle bağlantılıdır. Gelişmiş kapitalist ülkelerin egemen burjuvazileri göç ve mülteciler sorununu, kapitalizmin hâlihazırda yaşadığı derin tarihsel krizin üzerini örtmek ve bu ülkelerin işçi sınıflarında düzene yönelebilecek tepkilerin yolunu saptırmak için kullanıyorlar. Göçmenler ve mülteciler düzen sahipleri tarafından kapitalist düzenin hastalıklarının sorumlusu olarak gösteriliyor, günah keçisi yapılıyorlar. Hızla yükselen ırkçılık, artan otoriterleşme ve polis devleti uygulamalarının tırmanışı, işçi sınıfının bölünmüşlüğünün daha da derinleştirilmesi, işçi-emekçi kitlelerde içe kapanmacı eğilimlerin, dışa karşı da savaş yanlısı eğilimlerin güç kazanması gibi olgular ile göç ve mültecilik sorunu arasında önemli bağlantılar var.
Bu yeni göç dalgası Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiriyor. Bugün Türkiye’de 2 milyondan fazla Suriyeli mültecinin yanı sıra son yıllarda geniş bir coğrafyadan Türkiye’ye akmış olan başka göçmenler de bulunuyor. Bu göçmenlerin önemli bir bölümü aslında Avrupa’ya geçmek isteyenler. Tam da bu nedenle Ege denizindeki yürek burkan trajediler yaşanıyor. Tam da bu nedenle AB ile Türkiye arasındaki kirli anlaşma yapılabiliyor ve demokrasinin beşiği Avrupa bugün Türkiye’de yeni bir dikta rejiminin adım adım kuruluşuna sesini çıkarmıyor. Göçmenler ve mülteci sorunu dünya genelinde işçi sınıfının devrimci mücadelesi açsından gitgide daha hayati bir sorun ve dahası bir turnusol kâğıdı haline gelmektedir.
Bugün Avrupa’da ve genelde Batı dünyasında yükselen göçmen ve mülteci karşıtı histeri, buralardaki ırkçı hareket ve partilerin en temel, hatta denebilir ki biricik dinamiğini oluşturuyor. Göçmenler, sığınma arayanlar, “refah devletini” sömürenler, yerli işçilerin işlerini elinden çalanlar, düzeni bozan ve huzur kaçıranlar, hatta “teröristler” vs. olarak suçlanıyor, damgalanıyorlar. Geçmişte Hitler nasıl Yahudileri bir günah keçisi olarak gösterip, Alman halkının yaşadığı derin çöküş duygusuna zehirli bir “çıkış yolu” gösterdiyse, günümüzün ırkçı-faşist hareketleri de benzer biçimde kapitalist toplumun marazına çıkış yolu olarak göçmenlerden arınmayı gösteriyorlar.
Göçmenler gittikleri ya da götürüldükleri ülkelerde öteden beri ayrımcı muamelelere maruz kalmışlardır. Hatta toplumların kendilerinden addettikleri göçmen kitleler söz konusu olduğunda bile çeşitli biçimlerde ayrımcılık yaşanmıştır. 1,5 milyon Anadolu Rumunun 1920’li yıllarda zorla göç ettirildiği Yunanistan’da yaşadıkları buna çarpıcı bir örnek oluşturur. Dolayısıyla ayrımcılık şu ya da bu düzeyde göç olgusuna her daim eşlik etmiştir denebilir. Ancak asıl önemli olgu şudur ki, ırkçı politik hareketler ancak belirli tarihsel dönemlerde ve ülkelerde sahneye çıkmışlardır. Bu olgu kendi başına göçmenler ve mülteciler konusundaki ırkçı demagojilerin çürüklüğünü gösterir. Bu bakımdan göç hakkında bazı temel tarihsel olguları hatırlamakta fayda var.
Göç
Kitlesel bir yer değiştirme hareketi olarak göç, insan toplumlarının tarihinde büyük yer tutan bir olgu. Bugünlerde Ege ve Akdeniz sularında kitlesel ölçekte yaşanan trajedi her ne kadar dünya ölçeğinde büyük bir yankı uyandırsa da, sadece insanlık tarihinin eski dönemlerinde değil, son yüz elli yıl içinde milyonları kapsayan birçok kitlesel göç dalgası yaşanmıştır. Bu göçler toplumların tarihi ve yapısında, keza dünya tarihinin akışında önemli etmenler olarak rol oynamışlardır.
Biyolojik bir tür olarak ilk insanların Doğu Afrika’daki evrilişinden bu yana insan toplukları tüm tarih boyunca göç etmişlerdir. Değişen iklim ve çevre şartları hayatta kalmayı aşırı ölçüde zorlaştırdığında ya da olanaksız kıldığında insanlar kaçınılmaz olarak başka coğrafyalara göç ettiler, kendilerine yeni yaşam alanları bulmaya çalıştılar. Bugün hayattaki insanların her birinin soy zincirini tam olarak ortaya çıkarmak ve bu zincirlerdeki her kuşağın coğrafi haritalamasını yapmak mümkün olsaydı, hiç kimsenin soy zincirinin geriye doğru şu an yaşamakta olduğu yere düz bir çizgi halinde uzatılamayacağı ortaya çıkardı. Bu, göç olgusunun ne kadar büyük ve temel bir tarihsel olgu olduğunu ortaya koyduğu kadar, genetik olarak sözde saf soy iddiasında bulunan ırkçı tasavvurların ne denli demagojik olduğunu da ortaya koymaktadır.
Kapitalizme gelindiğinde ise eşitsiz gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak kitlesel göç sistematik bir hal alarak yeni bir düzeye ulaşmıştır. Doğrusu sistematik göç esasen kapitalizme özgüdür. İlkel birikim döneminden itibaren büyük bir canlı emek ihtiyacı içinde olan sermaye, kırsal emekçileri bulundukları yerden sökmüş, bunun mümkün olmadığı yerde köle ticaretine varıncaya dek her türlü acımasız yöntemle insanları gerek aynı ülkenin sınırları içinde gerekse sınırlar aşırı ölçekte dünyanın dört bir yanına sürüklemiştir. Bugünlerde işçi-emekçi kitleleri ırkçı zehirle paralize edip göçmenlere karşı kışkırtan sermaye güçleri, sömürecek işçiler (ve köleler) bulmak için, ya göçü teşvik ettiler ya da bizzat fiziki zor yoluyla milyonlarca insanı göç ettirdiler. Göç yakın zamanlara kadar temelde makbul bir şeydi burjuvazi için.
İlkel birikim döneminde, özellikle yeni ele geçirilen sömürgelerde ihtiyaç duyulan emek gücünü kendi anayurtlarından temin edemeyen kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin başvurdukları köle ticaretinin boyutları olağanüstüydü. Bu iş devasa bir ticaret ve servet aracı haline gelmişti. Bugün Avrupa ve Amerika’nın nice büyük şirketinin geçmişinde ve yine birçok büyük zenginin miras aldığı servetlerin içinde atalarının bu ticaretten edindiği servetler vardır. Dünyanın en büyük bankaları arasında yer alan Bank of England ve Baring’s Bank gibi bankaları hemen saymak mümkün. Isaac Newton gibi tarihin en büyük bilim insanlarından birinin dahi köle ticaretinden servet edindiği bilinmektedir. Doğrusu o zamanlarda İngiltere’deki Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası üyelerinin neredeyse tamamının köle ticareti şirketlerinde hisseleri vardı. Kapitalizmin ilkel birikim ve bir anlamda gerçek doğum sürecinin yaşandığı 1500-1800 yılları arası dönemde 30 milyon Afrikalı Atlantik üzerinden gemilerle Amerika’ya taşınmıştır. Yerlerinden yurtlarından birer vahşi hayvan gibi kafeslenip zincirlenerek koparılmak yetmezmiş gibi, bu 30 milyon Afrikalının sadece 11 milyonu Atlantik yolculuğunu salimen tamamlayabilmiştir.
Diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi, kapitalizmin ana vatanı İngiltere’de de bugün yabancı düşmanlığı ve ırkçılık yükseliyor. “Britanya Britanyalılarındır” diyen bu zihniyetin demagojileri belli bir alıcı kitlesi bulabiliyor. Oysa sadece kimdir İngiliz ya da Britanyalı dediğinizde bile yüzyılların göç dalgaları ile karşılaşırsınız. Bilinen en eski devirlerde Britanya adalarına gelen Keltler ve onların torunları mıdır? Daha sonra gelen Angıllar mı, daha da sonra gelen Normanlar mı, yoksa yine adalara yıkıcı seferler düzenleyip sonrasında yerleşen Vikingler mi? Ya da daha yakın zamanlara doğru geldiğimizde, kıtlıklar ve kapitalistlerin çitleme seferberliğiyle toprağından edilen yoksul emekçi İrlandalılar mı? Sömürgelerden gelen ya da getirilen nice insan mı? 20. yüzyılın başlarında ve hatta İkinci Dünya Savaşı sonrasında başka ülkelerin yanı sıra İngiltere’ye de akın eden İtalyanlar mı? Bunların hepsi İngiltere toplumunu tarih içinde oluşturan büyük ölçekli kitlesel göçleri anlatmaktadır. Üstüne üstlük İngiltere göç almakla kalmamış, ABD, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada gibi ülkeler başta olmak üzere birçok ülkeye geniş ölçekte göç de vermiştir. Hatta veriler göstermektedir ki, ta 1870’lerden itibaren 1990’lara gelinceye kadar onar yıllık dilimlerde İngiltere’nin verdiği göç aldığından daha fazla olmuştur.
Genel olarak Avrupa içi göçleri sıralamaya bu yazının boyutları yetmez. Sadece İtalya örneğini vermek bir fikir verebilir. 1876’dan 1976’ya kadar olan yüzyıl içinde, ki İtalyanların göç yüzyılı olarak anılır, 12 milyondan fazla İtalyan Avrupa’nın diğer ülkelerine göçmüştür. Keza aynı dönemde Avrupa dışına göçen İtalyanların sayısı da 13 milyondan fazladır.
Özellikle Birinci Dünya Savaşını önceleyen 50-60 yıllık dönemde Amerika’ya yaşanan göç olağanüstü boyutlarda olmuştur. Hatta veriler göstermektedir ki savaş öncesi 40 yıllık dönemde Yeni Dünya’nın emekgücü göçlerle üçte bir oranında artmış ve buna mukabil Avrupa emekgücü ise sekizde bir oranında azalmıştır. 2000’li yılların ilk on yılında dünya üzerindeki göçmen konumunda olan 200 milyon insan dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 3’ünü oluştururken, sözünü ettiğimiz 1914 öncesi dönemde bu oran yüzde 10’lar düzeyindeydi.
Burada İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kapitalizmin yakaladığı yükselişin bir sonucu olarak Batı Avrupa’ya Avrupa’nın güneyinden, Balkanlar’dan, ama asıl olarak Türkiye’den ve bir ölçüde de kuzey Afrika ülkelerinden büyük bir emek göçü olmuştur. 1960’lı yıllardan itibaren başta Almanya olmak üzere Fransa, Belçika, İsviçre, İsveç, İngiltere gibi ülkelere akın eden Türkiyeli emekçilerin sayısı 3 milyonu geçmiştir. Türkiye’de yoksul emekçi ailelerin neredeyse hepsinden bu dalgada Avrupa’ya göç olmuştur. Türkiye’de toplumsal hayatta önemli değişimlere yol açan bu göç etmiş nüfus, Türkiye’deki seçimleri bile ciddi ölçüde etkileyebilecek bir faktör haline gelmiştir.
İltica
Göç sadece doğrudan ekonomik sebeplerle gerçekleşmiyordu ve halen de öyledir. Büyük savaş ve afetlerden kaçan insanların yanı sıra, inanış, yaşayış biçimleri ve kimlikleri nedeniyle uğradıkları baskılar sonucu göç etmek ve başka ülkelerde kendilerine sığınma aramak zorunda kalan nice topluluklar olmuştur. Göçün bir şekli olan iltica da yüzyıllar öncesine dayanan bir olgu. Bu tür göçlerin erken örnekleri olarak 17. yüzyılın sonlarında Fransa’da uygulanan baskılar ve katliamlardan sonra canlarını kurtarabilen yüz binlerce Protestan Huguenot’nun diğer Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya göçlerinden söz edebiliriz. Keza bundan daha önce gerçekleşen ve Türkiye’yi de ilgilendiren bir örnek, İspanya Yahudilerinin, maruz kaldıkları baskılar sonucu göç edip Osmanlı’ya sığınmalarıdır. Osmanlı’nın dağılması ve çökmesi, ardından kurulan cumhuriyet rejiminde maruz kaldıkları baskılar sonucu sayıları hayli azalmış olsa da, bugün Türkiye’de yaşayan az sayıda Yahudi bu atalardan gelmektedir.
Bu erken örnekler bir yana, 19. yüzyılın son döneminde ve 20. yüzyılın ilk döneminde bu tür göçler büyük bir yoğunluk kazanır. Bunlar arasında günümüz Türkiye’sini de yakından ilgilendiren büyük örnekler vardır. Yüz binlerce Balkan Müslümanının günümüz Türkiye topraklarına göçü, yüz binlerce Anadolu Ermenisinin katliamlarla yurtlarından tehcir edilmesi, sayıları yarım milyonu bulan Yunanistan’daki Müslüman nüfusla, sayıları bir buçuk milyonu bulan Anadolu’daki Rum nüfusun mübadele adı altında yurtlarından edilmesi bu bahiste hemen sıralanabilecek büyük göçlerdir. Keza bunlara Ermenilere benzer bir durumla yüz yüze kalan ve bugün asıl olarak Batı ülkelerinde yaşamak zorunda kalan yüz binlerce Süryaniyi ekleyebiliriz.
Emperyalizm döneminde irili ufaklı emperyalist-kapitalist güçlerin kendi hakimiyet ve nüfuz alanlarını korumak ya da genişletmek için yürüttükleri savaşlar ve uyguladıkları baskılar nedeniyle 20. yüzyılda bu tür zorunlu göç ve sığınma arayışları da artmıştır. Bu konuda da doğrusu uzun bir liste vardır. Sadece iki örneği hatırlatmakla yetinelim. Nazi zulmüne maruz kalanlar başta olmak üzere, yirminci yüzyılın esasen ilk yarısı boyunca büyük baskılara maruz kalan Yahudilerden hayatta kalabilenler özellikle ABD, İngiltere, güney Amerika ve Filistin’e kitleler halinde göç ettiler. Bu acıları yaşayan Yahudilerin burjuva ileri gelenleri tarafından inşa edilen İsrail ise Filistin’de Yahudi soykırımını aratmayacak zulümler yaptı ve bunun sonuçlarından biri de yerinden yurdundan olup diaspora nüfus haline gelen 5 milyondan fazla Filistinli oldu.
Kapitalizmin tarihsel krizi
Burada ancak eksik olarak çizebildiğimiz tarihsel ve coğrafi göç tablosu bile hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde insan toplumlarının tarihinde, özellikle de kapitalizmin doğuşundan itibaren, göçün ne denli yaygın, sık, önemli ve ciddi sonuçlar doğuran bir olgu olduğunu göstermeye yeterlidir. Ekonomik zor ve ekonomi dışı zor nedeniyle bugün de milyonlarca insan ölüm pahasına yasakları ve sınırları aşarak göç ediyor.
Son birkaç yılda özellikle Suriye savaşı nedeniyle yaşanan korkunç manzara bir noktayı daha da açık hale getiriyor. Kapitalizmin gezegene asıl olarak yerleştiği son yüz elli yılda sistematik hale gelen göç, belirli kesitlerde özellikle yoğunlaşan dalgalar halinde yaşanmıştır. Ve kapitalizmin krizde olup olmamasına bağlı olarak farklı sonuçlar ve algılamalar doğurabilmiştir. Örneğin 1960’lı yıllarda Batı Avrupa ülkelerine başta Türkiye olmak üzere milyonlarca emekçi aktığında, bu emekçiler davulla zurnayla karşılanmış ve onları hedef alan ırkçı politik hareketler ortaya çıkmamıştı.
Geçmişteki büyük göçlerde hâkim etmenlerden biri olan ekonomik kurtuluş arayışı iki temel şart üzerinde yükseliyordu. Birincisi, dünya üzerinde henüz büyük ölçekte bakir toprakların var olması; ikincisi, dönemine göre gelişmiş ülkelerin emekgücü ihtiyacı. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı sonrası yükseliş konjonktüründe (ve savaşın yol açtığı üretici nüfus kaybı etmenini telafi amaçlı) Avrupa’nın güney ve güneydoğusundan, Türkiye’den işgücü ithal etmesi bunun bir örneğiydi nitekim.
Günümüzün (son çeyrek yüzyılın) büyük göç dalgası ise bakir alanların ve ekonomik yükseliş etmeninin yokluğunda gerçekleşiyor. Anayurtlarında yaşanan savaş, kıtlık ve ekonomik yıkım koşullarından kaçıp kurtulmaya çalışan yığınlar, uzak geçmişteki birçok durumun aksine artık hiç de talepkâr olmayan coğrafyaların kapılarını zorluyorlar. Asıl olarak SSCB’nin çöküşüyle başlayan yeni emperyalist paylaşım ve savaş süreci de, en son ve çarpıcı örneği Suriye olmak üzere, somutlandığı yerel savaşlarla yeni yeni göç dalgalarını tetikliyor. Nitekim, onca engel ve zorluğa rağmen, sadece 1990-2013 arasında yaşanan göçlerle dünyadaki göçmen sayısı yüzde 50 artmıştır. 1990-2000 arasında yıllık ortalama göçmen sayısı 2 milyon iken, 2000-2010 döneminde bu sayı 4,6 milyon olmuştur. Bu göçlerin yüzde 70’i gelişmiş kapitalist ülkelere doğru olmuştur.
Sonuç olarak kapitalizmin uzun süredir içinde olduğu tarihsel kriz nedeniyle, hem yeryüzünde sefalet artıyor, hem bu krizin bir ifadesi olan emperyalist savaş süreci nedeniyle gitgide artan sayıda bölge yaşanılmaz hale geliyor, hem de kaçıp kurtulmak isteyenler için göç etmeye çalıştıkları ülkelerde eskisi gibi bol iş ve aş yok. Bunların hepsi kapitalizmin krizini özetliyor. Krizdeki kapitalizm yoksul emekçi kitlelere iş ve aş sunmadığı için, ırkçı hareketler de uç verip kendilerine zemin tutabiliyorlar. Yükseliş dönemlerinde göçmenler genel olarak makbul görülürlerken (muteber olmasalar da), şimdi tarihsel kriz geldiğinde günah keçisi haline getirilmeleri, aslında kapitalizmin artan gericileşmesinin de delillerinden birini oluşturuyor.
Kapitalist devletlerin, kendilerinin de başlıca sorumlusu oldukları sefalet ve yıkımların sonucu olarak göçen, sığınma arayan emekçilere dönük zulmüne ve kibrine karşı mücadele büyük önem taşıyor. Bunun için sınırların açılmasını, göçmenlere ve sığınmacılara insanca çalışma ve yaşam koşullarının sağlanmasını talep etmek temel nitelikte. İşçilere göçün her daim olduğunu, belki birkaç kuşak geriye gidildiğinde kendilerinin de birer göçmen torunu olduğunu, tarihsel veriler ışığında sorunun göç değil krizli bir sistem olan kapitalizm olduğunu anlatabilmek hayati önem taşıyor. Bu noktada, göç alan kapitalist ülkelerin işçi sınıflarında ne yazık ki hâkim olan önyargılara zerrece olsun taviz vermenin cehenneme giden yola katkıda bulunmak olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Zira burjuvazi bu tür önyargıları kışkırtıp besleyerek kendi hâkimiyetini sürdürüyor.
Vaktiyle Marx İngiltere’ye göç eden İrlandalı emekçiler sorununda bu noktaya dikkat çekmişti: “İngiltere’deki her sanayi ve ticaret merkezinde, artık, iki düşman kampa, İngiliz proleterler ile İrlandalı proleterlere bölünmüş bir işçi sınıfı var. Sıradan bir İngiliz işçi, kendi yaşam düzeyini düşüren bir rakipmiş gibi, İrlandalı işçiden nefret ediyor. İrlandalı işçiyle ilişkisinde, kendini egemen ulusun bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucu, İngiliz aristokratlarıyla kapitalistlerinin İrlanda’ya karşı, bir aleti durumuna düşüyor, böylece onların kendisi üzerindeki egemenliğini güçlendiriyor. İrlandalı işçiye karşı dinsel, toplumsal ve ulusal önyargılar taşıyor. ABD’nin eski köleci devletlerinde “yoksul beyazlar”ın zencilere karşı tutumu ne idiyse, İngiliz işçinin İrlandalı işçiye karşı tutumu da odur. İrlandalı ise … İngiliz işçiyi, İrlanda’daki İngiliz yöneticilerin hem budala bir aleti hem de suç ortağı olarak görüyor.
“Basın, kilisedeki vaaz kürsüsü, mizah dergileri, kısacası egemen sınıfların buyruğu altındaki her türlü araç, bu karşıtlığı yapay olarak canlı tutuyor ve katmerliyor. İngiliz işçi sınıfının, örgütüne karşın, güçsüzlüğünün gizi, bu karşıtlıktadır. Kapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin gizi de buradadır. Bunu da çok iyi biliyor. (Marx, “Meyer ve Vogt’a 9 Nisan 1870 Tarihli Mektup”, Marx-Engels Seçme Yazışmalar, c.2, Sol Yay., 1996, s.14-15)
Kapitalizmin emperyalist aşamaya geçişiyle birlikte göçmen işçiler sorununun genelde daha büyük bir önem kazanması Bolşeviklerin ve Lenin’in de dikkatinden kaçmamıştı. Lenin, Ekim Devriminin ateşli günleri içinde, bu sorunun, Rusya için o sıralar özel bir yeri olmadığı halde, parti programında yapılacak değişiklikte yer alması gerektiğini savundu. Kendi hazırladığı yeni program taslağı karşısındaki tek alternatif taslak olarak Sokolnikov’un hazırladığı taslağın teorik bölümünü baştan aşağı tartışarak eleştirdiği yazısında, Sokolnikov’un taslağından alınabilecek değerli ve önemli noktanın göçmen işçiler sorununa ilişkin kısmı olduğunu ifade eder. Hatta bu hususun daha da geliştirilmesi gerektiğini vurgulayan Lenin şöyle devam eder: “Geri ülkelerden gelen düşük ücretli emeğin sömürüsü özellikle emperyalizmin bir karakteristiğidir. Zengin kapitalist ülkelerin parazitliği bir ölçüde bu sömürüye dayanır. Bu ülkeler ‘ucuz’ yabancı işçilerin emeğini utanmazca ve sınır tanımaz biçimde sömürürken, kendi işçilerinin bir bölümüne yüksek ücretlerle rüşvet verirler. ‘Düşük ücretli’ ifadesi ve ‘ve çoğunlukla haklardan yoksun’ ifadesi eklenmeli; çünkü ‘medeni’ ülkelerdeki sömürücüler ithal edilen yabancı işçilerin hiçbir haklarının olmamasından daima yararlanırlar. Bu durum sıklıkla, Rusya’dan ithal edilen işçilerle ilgili olarak Almanya’da; İtalyanlarla ilgili olarak İsviçre’de; İtalyan ve İspanyollarla ilgili olarak Fransa’da vb. görülür.” (Lenin, “Revision of the Party Programme”, CW, c.26)
Kapitalizmin tarihi boyunca yaşanan göçlerde yer alan insanların hemen hemen tamamı zorunluluklar nedeniyle bu yollara sürüklenmişlerdi. İnsanların yaşamında ne büyük travmalar ve zilletler anlamına geldiği göz önüne getirildiğinde, göçün, çoğu durumda arzu edilir ya da tercih edilir bir şey olmadığı açıktır. Yeni bir hayat için uzak ülkelerin yoluna düşen yüz milyonlarca insanın hayatını travmatik biçimde değiştiren; sadece onların değil, geride bırakılan yurtların ve insanların ve gidilen diyarlardaki insanların hayatlarını derinden etkileyen göç sorununun nihai çözümü elbette salt kapıların açılması değildir. Bugün gelinen nokta itibariyle kapitalizm altında bu sorunun gerçek bir çözümü olamaz. Gerçek çözüm insanların büyük acıları, zilletleri göze alarak göç yollarına düşmelerine yol açan sefaletin, eşitsizliğin, savaşların, türlü zulümlerin ve dolayısıyla bunların altında yatan emperyalist-kapitalist düzenin ortadan kaldırılmasıdır. Kapitalizm ortadan kaldırıldığında yeryüzündeki maddi kaynakların ve emeğin her anlamda eşitçe bir dağılımının önü açılmış olacak ve başka diyarlara gitmek insanlar için artık büyük ölçüde bir seyahat ve zevk konusu haline gelecektir.
link: Levent Toprak, Göç, Mülteciler ve Kapitalizm, 7 Mayıs 2016, https://marksist.net/node/5109
“Hoca” Yerli ve Milli Değil miydi?
2023’e Doğru Gelir Eşitsizliği Giderek Artıyor