Geçtiğimiz günlerde, arkadaşlarla birlikte “Sıradan Faşizm” belgeselini izledik. Belgeselde faşizmin yükselişini ve insanlığın ayaklar altına alınışını izledik. Her yükselişin bir sonu olduğu gibi Hitler döneminin de yok oluşunu gördük. 1. Dünya Savaşından umduğunu bulamayan Almanya, kaybettiklerini ve daha fazlasını geri alabilmek için bütün Avrupa’yı kana bulayan 2. Dünya Savaşı için hazırlıklara başlamıştı. Eksik olan parçaların tamamlanması gerekiyordu. Kapitalistlerin, iktidar olma hırsıyla gözünü kırpmadan her şeyi yapabilecek bir despota ihtiyacı vardı. Ve bu despot Adolf Hitler olarak tarih sahnesinde yerini alacaktı. Adolf Hitler hitabet yeteneği güçlü olan bir liderdi. Halkı tesir altına alan propagandalar yaparak, bütün Almanya’yı savaşın gerekli olduğuna ikna etmeyi başardı. Ancak bu yeterli değildi; savaşa giderek gözünü kırpmadan ölecek ve öldürecek katillere ihtiyacı vardı. Bunun için en uygun kesim gençlerdi. Ona göre her Alman genci çocuk yaştan itibaren dayak yemeğe ve gaddarlığa alışmalıydı. “Biz çocukların eline 4 yaşında bayrağı verir ve onları, onlar farkına varmadan şekillendiririz” diyordu. Hitler’e göre çocuklar, istenilen şekilde yoğrulup kalıba konacak hamur gibi olmalıydı.
İzlediğim sahnelerde coşkulu kalabalıklar, mutlu insanlar, Hitler’e dokunmak için verilen kıyasıya mücadele vardı. Hitler bir insan değil, neredeyse tanrıydı onlar için. Büyük Alman ırkını yeniden yaratacak olan dünyanın tek sahibi, liderleriydi. Bütün halka Hitler’e bağlılık yeminleri ettiriliyordu. Erkekler, kadınlar ve gençler Hitler’e bağlı kalacaklarına, onun için savaşacaklarına ve öleceklerine yemin ediyorlardı. Hitler faşizminden bugüne gelene kadar o dönemi bilen herkes herhalde bir kez olsun milyonlarca insanın böylesi bir faşistin peşine nasıl olup da takıldığını sormuştur. Onun arkasına takılıp felâkete giden Alman halkının kafasındakileri anlamaya çalışmıştır. Tarih tekerrürden ibarettir derler. Gerçek bu olmasa da, kitleler örgütlü değilse benzer durumlar her zaman ortaya çıkabilir. Bugün içinde bulunduğumuz durum aynı değil mi? Bizim için de aynı tehlike söz konusu değil mi?
Filmin bir bölümünde Almanya’nın başka bir yüzü olduğuna da değiniliyordu. Savaşı istemeyen, Hitler’e inanmayan çok küçük bir topluluk vardı. Evet, sayıları çok azdı ama karşı çıkabilmeyi başarmışlardı. Bu güzel insanlar zalimce katledildiler. Savaşın yıkımı çok ağırdı; Yahudi halkı akıl almaz işkencelere maruz kalıyor ve öldürülüyordu. Tren vagonlarında yığınlar halinde insanlar toplama kamplarına götürülüyordu. İlkin burada ayrıştırılıyorlardı: Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar bir tarafa, erkekler bir tarafa. Meslek sahibi erkekler fabrikalarda bedava çalıştırılmak üzere ayrılıyor, çalışamayacak durumda olanlar öldürülüyorlardı. İlk başlarda kurşuna diziliyorlardı. Ama bu öldürme şekli vakit kaybıydı! Naziler sonra yeni bir yöntem buldular. Toplu imhalar için gaz odaları hazırladılar. Bu gaz odalarında milyonlarca insan katledildi. Toplama kamplarında binlerce insan “bilimsel araştırmalar” için denek olarak kullanıldı.
Bir meslek düşünün. Sabah kalkıyorsun, ailenle mutlu bir kahvaltının ardından işe gidiyorsun. Görevin toplama kampı komutanlığı. On binlerce insanın katledilmesinin emrini veriyorsun. Sanki sıradan, rutin bir iş yapıyormuşsun gibi akşam mutlu bir şekilde evine, ailenin yanına dönüyorsun. Bu gerçekten çok zalimce ve insanlık dışı! Bir insan bunu yapamaz diye haykırıyorum içimden. Ama zalimlikler bitmiyor. Nazi askerleri, öldürmeye hazırlandıkları ve öldürdükleri insanlarla hatıra fotoğrafları çektiriyorlar. İnsanı dehşete düşüren pek çok fotoğraf geçiyor gözlerimizin önünden. Nazi Almanya’sında manzara şöyleydi: Bir tarafta gaz odalarında katledilen milyonlar, diğer tarafta tüm bu katliamlar yokmuş gibi mutlu bir hayat süren bir azınlık!
Ancak savaşın sonlarına gelinirken Almanya’yı büyük bir yenilgi bekliyordu. Hitler’in arkasına takılıp sorgusuz sualsiz savaşa giden Alman halkının gözlerindeki ışık sönmüştü. Artık sorgulayan gözlerle bakıyorlardı ve inançları tükenmişti. Bir Alman askeri eşine yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Milyonlarca insanın ölümünde benim suçum 70 milyonda 1 kadardır.” Peki, suçlu kimdi? Elbette ki asıl suçlu çıkarları uğruna milyonlarca insanı ateşe atmaktan zerrece rahatsızlık duymayan aç gözlü kapitalistler ve onların emrindeki katillerdi. Ama yapılanları destekleyenlerin, ya da hiçbir şey yapmadan sessizce izleyenlerin hiç suçu yok muydu?
Şimdi bu soruyu kendimize de soralım. Hitler iktidarı geçmişte yaşanmış olsa da sizce de bugünle bir benzerlik yok mu? Bugün Türkiye’de bir tarafta savaş varken, diğer tarafta hiçbir şey yokmuş gibi yaşamını sürdüren, gerçekleri görmezden gelen insanlar yok mu? Erdoğan’ın iktidar hırsı emekçileri her geçen gün emperyalist savaş bataklığına daha fazla çekmiyor mu? Erdoğan’ın her söylediğini koşulsuz kabul eden insanlar yok mu? İçeride ve dışarıda yürüyen bu savaşın büyük bir felâketle sonuçlanacağı açık değil mi?
Sessiz kaldığımız her an yaşananlardan biz de sorumluyuzdur. Kapitalistler nasıl örgütleniyorsa bizim de aynı şekilde örgütlenerek karşılık vermemiz gerekir. Bilinci kapalı ne çok insan var. Emekçi arkadaş, sen de bu insanlardan biri olma! Sessiz kalma! Bilinçlenmezsek örgütlenemeyiz. Örgütlenmezsek başkaldıramayız. Her ses bir umuttur. En yalnız hissettiğin zamanda bile o ses yankılanır ve diğer seslere ulaşır. Haydi, sesleri çoğaltmak için mücadeleye!
link: 1 Mayıs Mahallesi’nden MT okuru bir kadın işçi, Sıradan Faşizm, 22 Nisan 2016, https://marksist.net/node/5039
Çocuk Tacizi ve Kapitalist Çürüme
“Büyük Felâket”in Failleri Bugün de İşbaşında