7 Haziran seçiminden bu yana düzen cephesinin Kürt hareketine dönük çok boyutlu saldırısı giderek daha da şiddetleniyor ve akıl sınırlarını zorluyor. Son olarak Demokratik Toplum Kongresi genel kurulunda kabul edilen bildirge, başta AKP olmak üzere düzen güçlerini tabir yerindeyse zıvanadan çıkarttı. Hükümet ve yandaşları Kürt hareketini ve onun siyasal temsilcilerini açıkça ve yüksek perdeden ihanetle suçlayan açıklamalar yaptılar. Bu salvo atışlarıyla harekete geçen yargı kurumları DTK genel kurulu hakkında soruşturma başlattı. Buna HDP’nin kapatılması, HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması çağrıları eşlik ediyor.
HDP sözcülerini alenen hedef gösteren açıklamalar içinde, bölünme teraneleri ve anayasaya aykırılık suçlamaları gırla gitti. Kendileri rejimin fiilen değiştiğini söyleyip başkanlık dayatmasını her yolla gündeme taşırken, 7 Haziran seçiminin sonuçlarını yok sayarken, Meclisin toplanmasını engellerken ya da CHP’ye hükümet kurma görevini vermezken anayasayı unutanların bugün anayasadan bahsetmeleri tam bir ikiyüzlülüktür.
Ama iş onlarla kalmıyor. Şartlı tahliyenin adeta gereğini yerine getiren Vatan Partisinin malum lideri Doğu Perinçek de HDP’nin derhal kapatılmasını talep ederken, CHP’den ise daha diplomatik dille de olsa DTK kararlarının kabul edilemezliği vs. açıklamaları geldi. 7 Haziran seçimlerinden önce Kürt sorununda daha demokrat görünümlü bir söylem tutturan CHP, seçimlerden sonra gerçekleşen hükümet darbesini adeta seyretti. Bu da yetmezmiş gibi Kürt halkına yönelik saldırıya destek verdi. Tezkereye destek veren CHP, Rus uçağının düşürülmesi hususunda da hükümeti destekledi. Arkasından, son yürütülen askeri operasyonları, sokağa çıkma yasaklarını açıkça doğru bulduğunu ilan ederek, hükümeti operasyonlara son vermeye çağırmak yerine, Kürt halkına hendekleri kapatma çağrısında bulundu.
Devletin zirvelerinde Kürt sorununda ılık meltem rüzgârları eserken aslan kesilen, demokratik özerklik ve hatta federasyon da dahil her konu rahatlıkla tartışılmalı diyen kimi burjuva yazarlar da, rüzgârın tersine dönmesiyle birlikte Kürt hareketine hücum etmeye başladılar. Olup bitenleri bir parça insani vicdan duygusuyla anlayıp yorumlamak yerine, devlet ricalinin değişen tutumuna kendilerini hızlıca adapte ediverdiler. Kimisi zaten dümenini rüzgâra göre ayarlamıştı, rüzgârla birlikte o da yön değiştirdi. Kimisi kalemşörlüğünü yaptığı medya patronlarının direktifleri doğrultusunda tutumuna ayar çekti. Kimisi ise tartaklanma korkusuyla yelkenlerini suya indiriverdi.
DTK Bildirgesi bu cenahta da şoven ve devletçi reflekslerle karşılandı. Neymiş, bu bildirgenin zamanı mıymış, demokratik özerklik oldu bittiye mi getirilirmiş, böylesi bir adım bir ilan konusu değil bir müzakere konusu olmalıymış vs. vs. Durumu açıklığa kavuşturmak için birkaç soru soralım. DTK kararında Kürtler bağımsızlık ve ayrı bir devlet kurma doğrultusunda bir irade mi ortaya koymuşlardır? Hayır! Bu kararda demokratik özerklik mi ilan edilmiştir? Hayır! Olan şudur; DTK kararında Kürtler demokratik özerklikten ne anladıklarını ortaya koymuş ve yapılacak yeni bir demokratik anayasada kendileri ve Türkiye’deki diğer halk kesimleri için ne tür demokratik haklar istediklerini belirtmişlerdir.
Başkanlık dayatmasıyla yeni anayasa tartışmalarının gündeme geldiği, iktidardaki AKP’nin Meclisteki düzen partilerini yeni anayasa konusunda ikna etmek için turlara çıktığı bir dönemde, Kürt hareketinin yeni anayasa kapsamında kendi siyasal beklentilerini ortaya koymasından daha doğal ne olabilir? Anayasa tartışmalarının baş gündem maddesi olduğu böyle bir dönem zamanlama açısından uygun değilse, uygun zaman ne zamandır?
Görülüyor ki, AKP hükümeti, boyun eğmeyi reddeden ve haklarını almak için direniş yolunu seçen Kürt halkına karşı başlattığı savaşta, MHP’den Vatan Partisine, CHP gibi demokrat geçinen devletçi-ulusalcı güçlerden kapıkulu demokratlara kadar düzen güçlerini kendi arkasında hizaya sokmayı büyük ölçüde başarmıştır. Atmosferin tümüyle değişmesiyle birlikte, bugüne kadar Kürt sorunu konusunda bir ölçüde demokrat bir çizgi izleyen burjuva yazarların ve akademisyenlerin hepsi olmasa da bir kesiminde de tornistan eğilimleri giderek daha güçlü bir biçimde kendini belli etmeye başlamıştır.
Kendilerini demokrat addetmeyi pek seven bu sahte demokratlar takımının en büyük meziyeti devletin zirvelerinden esen rüzgâra göre hızla tutum değiştirmektir. Bir kez daha açığa çıkıyor ki, bu topraklardaki burjuva aydın birikimi çürüktür, ilkesizdir, çıkarcıdır, korkaktır. Ve hepsinden önce de yaşanan tüm toplumsal değişime rağmen halen kapıkulu zihniyetinden kendini kurtarabilmiş değildir. Burjuva demokrasisinin çürüme çağında demokratik değerlerle tanışmaya başlayan bu tayfadan, burjuva demokrasisinin evrensel ilkelerine göre tutum takınmalarını beklemek nafiledir. Burjuva demokrasisinin evrensel ilkeleri denilen şeylerin kendisi bugün birer nostalji konusu haline gelmişken bu durum pek de şaşırtıcı değil aslında. Ama yine de bu toprakların burjuva aydınlarının ve sözümona demokratlarının hücrelerinin derinlerine işleyen devletçi reflekslerine, şoven boyutlardaki milliyetçi zihniyetlerine işaret etmek gerekiyor.
İşin aslı şudur ki, Kürt hareketinin siyasetine dair bu itirazların hepsi bahanedir. Bu itirazları yönelten cenah zaten uzun süredir AKP’nin gerekçelerini aynen tekrar etmekten ve tekrar alevlenen haksız savaşın sorumluluğunu Kürt hareketine yüklemekten geri durmuyor. Kürt hareketini “hendek siyasetine saplanmakla”, “çözüm sürecini bitirmekle”, “silahlara ve güç siyasetine tekrar dönmekle” eleştiriyor. Bu tarz sahte demokratlarla AKP arasındaki tek fark, AKP “bitireceğiz, gömeceğiz, ezeceğiz” söylemini tırmandırırken, bu zevatın, “aman yapmayın, tekrar müzakere masasını kurun” demesidir.
Bugün Kürt sorununda işlerin bu noktaya gelmesinden kimin sorumlu olduğunu saptamanın bir kıymeti var mı? Aslında var. AKP’nin ürettiği ve tüm düzen partilerinin hareket noktası haline getirdiği “PKK masayı devirdi ve tekrar savaşı seçti” şeklindeki yalanları deşifre etmek için bir önemi var. TC’nin egemen sınıfının Kürt sorununa demokratik, adil ve barışçıl gerçek bir çözüm üretmekten aciz olduğunu göstermesi bakımından bunun bir önemi var. Yıllardır, aman şu seçimi de bekleyin, şu darbecileri temizleyelim ondan sonra vb. teraneleriyle Kürt halkının oyalandığını göstermesi bakımından bir önemi var. Liberallerin ve sahte demokratların yaydığı hayallerin kofluğunu göstermesi bakımından da bir önemi var.
Bugün Kürt sorununda bir kez daha silahların konuşmasının baş sorumlusu AKP ve TC’nin egemenleridir.
AKP, geride kalan yıllarda, Kürt hareketini oyalayarak, sahte çözüm hayalleriyle besleyerek pasifize etmeyi umuyordu. Çatışmaların son bulmasıyla hem Türk hem de Kürt halkı nezdinde itibarının ve siyasal desteğinin artacağını, bölgeye aktarılacak kaynaklarla Kürt yoksullarını tavlayacağını, İslam kardeşliği söylemiyle Kürtlerin ulusal taleplerini nötralize edebileceğini düşünüyordu. Kürt sorununun bir başka boyutu olan Irak Kürdistanı’ndaki sorunu da Barzani’yle kurduğu ilişkiler aracılığıyla kontrolü altına alabileceğini düşünüyordu. Suriye Kürdistanı’ndaki durum ise onun gündeminde başlangıçta yoktu. Ancak yaşanan gerek iç gerekse de dış gelişmeler AKP’nin beklentilerini boşa çıkardı.
Silahların susması ve çözüm umudunun artması Kürt halkı içerisinde AKP’ye değil HDP’ye dönük güçlü bir siyasal destek artışını beraberinde getirdi. Kürt halkının geniş kesimleri makarna ve kömür paketleriyle satın alınamayacağını, elde Kürtçe Kur’an’la mitinglerde arz-ı endam etmenin de artık kendisini kandıramayacağını ortaya koydu.
Erdoğan yönetimi, açığa çıkan yolsuzluklarla birlikte bir varoluş kavgasına sürüklendi. Parantez açarak belirtelim ki, 7 Haziran seçimlerinin sonuçları Erdoğan’ın kaygılarının derinliğini ve gerçekliğini ortaya koydu. Çıkış yolunu da ülke içinde baskıları ve Ortadoğu’da emperyalist maceracı girişimleri arttırmakta aramaya başladı.
Bu çizgide kırılma noktasının Kobane’de yaşananlar olduğunu söylememiz gerekiyor. İçerideki Kürtleri oyalama politikası tökezleyen, Barzani’yle ittifak politikasından istediği ölçüde yarar sağlayamayan Erdoğan yönetimini esas hüsrana uğratan Suriye ve özellikle de Suriye Kürdistanı’ndaki (Rojava) gelişmeler oldu. Rojava’da şekillenen Kürt yönetiminin üzerine salınan IŞİD çetelerinin Kobane’de püskürtülmesi Erdoğan’ın Kürt politikasının iflası anlamına gelmekle kalmadı. Bu gelişme aynı zamanda IŞİD barbarlığı karşısında büyük bir direniş gösteren Kürt hareketinin hem bölgede hem de Batı dünyasında büyük bir sempati kazanmasıyla sonuçlandı.
Bu gelişmeler eşliğinde başkanlık dayatmasında yeni zorlamalara girişildi. Kürt illerinde 6-8 Ekim 2014 tarihlerinde yaşanan olaylarda 50’ye yakın insan yaşamını yitirdi ve bunun sorumluluğu HDP’ye ve en başta da Demirtaş’a yıkılmaya çalışıldı. “Kamu düzeni” söylemiyle yeni anti-demokratik uygulamalar gündeme getirilmeye ve otoriterleşme doğrultusunda adımlar atılmaya başlandı.
HDP buna rağmen müzakere sürecinin devamı doğrultusunda çaba gösterdi. Ne var ki bu çabalar 28 Şubat 2015’te, Dolmabahçe Sarayında açıklanan “mutabakat” metninin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yok sayılmasıyla boşa çıktı. Mutabakat metnini tanımadığını söyleyen Erdoğan, açıkça Kürt sorunu diye bir sorun olmadığını, meselenin kamu düzeninin sağlanması ve terör sorunu olduğunu söylemeye başladı. Mart ayında uzunca süredir tartışılan “İç Güvenlik Yasası” meclisten geçirilerek Kürt halkı üzerindeki baskılar arttırılmaya başlandı. Aynı dönemde Kürt hareketinin lideri Öcalan’a dönük tekrar tecrit uygulaması başlatılıp, Öcalan’ın avukatlarıyla, İmralı heyetiyle ve HDP’yle irtibatı bir kez daha kesildi. Sürecin buzdolabına kaldırıldığı söylemi hem Cumhurbaşkanı hem de hükümet yetkilileri tarafından defalarca dile getirildi. Tüm bunlar üzerine Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” açıklaması da bu noktada yapıldı. Silahların susmasından umduğunu bulamayan AKP, gerilimi arttırarak ve çatışmaları körükleyerek HDP’yi Meclis dışında bırakma politikasını devreye soktu.
7 Haziran seçimlerine ilerleyen bu süreçte HDP’nin barışçıl çözüm ve müzakerelerin başlatılması politikasının karşısına provokasyonlar, HDP’lilere dönük ölümle sonuçlanan saldırılar ve nihayet Diyarbakır mitinginin bombalanması çıkartıldı. Demirtaş’ın Kürt halkını sakin olmaya, provokasyona gelmemeye, gerekirse “on adım geri atmaya” çağrıları da bu süreçte oldu. HDP’nin bu barışçıl politikası 7 Haziranda beklenilenin de üstünde bir başarı göstermesiyle sonuçlandı. AKP tek başına iktidar kuramayacak bir duruma düştü. Tam da bu arada ikinci bir kırılma noktası daha yaşandı, yine Suriye’de. Tel Abyad’ı IŞİD çetesinden temizleyen Kürt güçleri Rojava’da iki kantonun birleşmesini sağladılar. Bu gelişme ile Türkiye’deki Kürt sorununda da bir kez daha silahlı çatışma döneminin düğmesine bastı AKP hükümeti. PKK’yi yeniden silahlı çatışma eksenine çekmek üzere gerçekleştirilen Suruç katliamını, PKK kamplarının çok yoğun bir hava bombardımanına tutulması takip etti. Bir kez daha Kürt kentlerinde 2011’dekine benzer bir keyfi gözaltı ve tutuklama kampanyası başlatıldı. Kürtler bu saldırılara özyönetim talebiyle karşı durdular. Keyfi gözaltılara, ev baskınlarına ve yargısız infazlara çeşitli mahallelerde hendekler ve barikatlar ile karşılık verdiler.
Erdoğan’ın ipleri tümüyle eline alarak 7 Haziran seçimlerini boşa çıkartması, hükümet kurulmasını engellemesi, Meclisin toplanamaması aslında fiilen bir hükümet darbesi anlamına geliyordu. Buna paralel biçimde Kürt hareketine gerek siyasal gerekse de askeri cephede ilan edilen savaşla birlikte PKK de kendisini savunacağını ve sürece Erdoğan-AKP ikilisinin noktayı koyduğunu açıkladı. 1 Kasım seçimlerine giden süreçte yaşanan 10 Ekim Ankara katliamına rağmen PKK, seçimlerin yapılabilmesi için tekrar ateşkes ilan etti, ancak bu da egemenleri yolundan döndüremedi.
Tablonun satırbaşları bunlarken, gelinen noktadan ötürü Kürt hareketini sorumlu göstermek, bir yanılsama değil, olsa olsa Türk burjuva aydınının geleneksel devletçi ve şoven reflekslerinden kaynaklanmaktadır.
Bir noktayı tekrar hatırlatmakta fayda var. Erdoğan-AKP yönetiminin Kürt politikasının tabutunun son çivisini çakan Suriye’deki gelişmeler olmuştur. Başlangıçta hesaba katamadığı ve sonra IŞİD aracılığıyla imha etmeye kalkıştığı Rojava’daki gelişmeler karşısında AKP ve TC egemen sınıfı, geleneksel inkârcı-imhacı çizgisine geri dönmüştür.
Çok açık bir gerçekle karşı karşıyayız. Kürt sorunu hiçbir zaman Türkiye ile sınırlı bir sorun olmadı. Kürtler Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de yaşayan ezilen bir halktır. Bu sorun tek tek hiçbir ülkenin değil, bir bütün olarak bölgenin sorunudur. Irak’ta ve Suriye’de yaşanan gelişmeler, Kürt sorununu uluslararası bir sorun haline getirmiştir. Bugün sorun çok daha karmaşık bir hale gelmiştir.
Kürt hareketi hem Türkiye’de hem de Irak ve Suriye’de büyük bir güç kazanmış ve demokratik bir güç/dinamik olarak Batı gözünde de önemli bir prestij sahibi olmuştur. Türkiye’deki Kürt hareketinin, sorunun demokratik ve barışçıl çözümü için diretmesi, Türkiye içerisinde “yerli” bir çözüm için çaba sarfetmesi, birlik yönünde bir eğilim sergilemesi, aslında Türkiyeli emekçiler için, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi için büyük bir şanstır. Ne var ki, TC’nin egemenlerinin genlerine işlemiş olan geleneksel korkularıyla giriştikleri imha saldırıları bu demokratik birlik eğilimini her geçen gün daha da zayıflatmaktadır.
Bunun sorumlusu, otoriter bir rejim inşa ederek dışarıda emperyalist maceracı bir siyaset izleyen, içeride ise Kürt halkının demokratik taleplerini görmezden gelerek Kürt hareketini ezmeye girişen ve toplumu kutuplara ayırıp düşmanlaştıran AKP iktidarı ve onu destekleyen düzen cephesidir.
link: Özgür Doğan, Kürt Sorunu ve Sahte Demokratlar, 5 Ocak 2016, https://marksist.net/node/4787
Arjantin Seçimleri Üzerine
Yargısız İnfazlar Devrimcileri Yıldıramayacak