60’lı yılların ortasından itibaren yalnızca başta Avrupa olmak üzere ileri kapitalist ülkelerde değil, Türkiye’de de işçi sınıfı hareketi açısından son derece önemli bir yükseliş söz konusu olmuştu. Bu noktada Türkiye’ye özgü olan şey, böylesi bir yükselişin ilk kez yaşanması, yani işçi hareketinin gerçek bir sınıf hareketine dönüşmesiydi. Tek tek bireyler olarak değil bir sınıf olarak kavga vermenin gereğini hızla öğrenen o dönemin işçi kuşağı, böylelikle atıldığı ve militanca yürüttüğü mücadelenin içinde kendisini bir yığın olmaktan çıkartıp kendisi için sınıf haline getirmişti. Gençliğine ve deneyimsizliğine rağmen mücadelenin kavurucu ateşi içinde çok hızla pişen işçi sınıfı, normal dönemlerde on yıllara ancak sığabilecek bir nitel dönüşümü birkaç yıl içerisinde tamamlayıvermişti. Cumhuriyet tarihinin ilk büyük ve kitlesel mitingi olmasına rağmen işçilerin geri bilinç düzeyini de yansıtan Saraçhane Mitinginden topu topu sekiz buçuk yıl sonra, işçiler 15-16 Haziran 1970’de yine İstanbul ve çevresinde ayağa kalkmışlardı. Ve bu kez dönemin hükümeti ve burjuva basın tarafından, “ihtilal provası” yapmakla suçlanacak kadar da ileri gitmişlerdi.
İşte 15-16 Haziran böylesi bir dönemin ürünü olarak patlak verdi. Bu yükselişi olduğu kadar onun zirve noktası sayılan 15-16 Haziran’ı da, DİSK olgusunu bir tarafa bırakarak anlamak mümkün değildir. Yükselişin temel dinamiklerinden biri, “referandum hakkımız, söke söke alırız!” sloganında dillendirilen sendika seçme özgürlüğü, yani DİSK’e geçme özgürlüğü idi. Böylelikle görüyoruz ki, sınıf mücadeleci bir sendikal anlayış ve bu anlayış temelinde girişilen militan mücadele işçi sınıfının geniş kitleleri için bir çekim merkezi haline gelebilmiştir. Bir proleter devrimci partinin olmadığı koşullarda bile DİSK’in verdiği mücadele burjuvazi tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanabilmiştir. DİSK, hem sınıf hareketindeki yükselişin bir ürünü olarak doğmuştu hem de bizzat onun varlığı yeni ve daha güçlü bir yükselişin temeli haline gelmişti.
DİSK’in, partilerüstü sendikacılık anlayışına karşı sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışını savunması, işçi hareketinin ücret sendikacılığının ötesine geçerek militan bir karaktere bürünmesine yol açmıştı. Bir öncü işçi kuşağı bu militan mücadelenin okulunda hızla gelişerek şekillendi. Bu öncü işçi kuşağı, işyerlerinde taban örgütlerine dayanan DİSK’i yalnızca söylemde değil, pratikte de bir mücadele örgütü haline dönüştürdü. İşçiler kendi taban-işyeri örgütlerine ve dolayısıyla DİSK’e sonuna kadar sahip çıkma bilincine ulaşmışlar ve sendikal mücadelenin aktif ve inisiyatif sahibi bilinçli kitlesi haline gelmişlerdi. DİSK, kendisine bağlı işyerlerinin hemen hepsini son derece militan mücadelelerle elde etmişti. Fabrika işgalleri, direnişler, boykotlar, hak grevleri, mitingler, yürüyüşler ve tüm bunların kaçınılmaz sonucu olarak devletin kolluk kuvvetleriyle hiç bitmeyen karşı karşıya gelişler içinde “hak verilmez alınır” bilinci gelişip olgunlaştı. Siyasete ve siyasal mücadeleye açık bir işçi hareketinin yükselişine bağlı olarak ve dönemin göreli demokratik özgürlük ortamından yararlanarak gelişmeye başlayan sol hareket de, tüm politik yanlışlarına ve zaaflarına rağmen yine de yükselen işçi hareketinin gittikçe siyasallaşmasını sağlayan bir faktör olarak şekillendi.
Ne var ki, hiç beklenmedik bir gelişme olmayan 15-16 Haziran genel direnişini yalnızca ulusal düzlemdeki gelişmelerin bir ürünü olarak yorumlamak doğru değildir. 1968 dönemecinden itibaren, Türkiye işçi hareketindeki ve sol hareketteki gelişmeler dünyanın genel siyasal atmosferindeki gelişmelerden kopuk olarak anlaşılamaz. Çünkü işçi hareketinin verili bilinç durumunu ve psikolojisini hele o dönemde sol hareketin genel yaklaşımlarından koparmak mümkün olmadığı gibi, sol hareketin genel yaklaşımlarını ve yürüttüğü tartışmaları da dünyada olup bitenlerden ayrı düşünmek olası değildir. O dönemin sol hareketinin dünyada olup bitenlere ilgisi ise, günümüzle karşılaştırıldığında bir hayli yüksek gözükmektedir. 15-16 Haziran direnişinin ardında yatan kendine güven duygusunun, gözüpekliğin ve militan cüretkârlığın, dünya çapındaki 1968 başkaldırısının bu topraklardaki bir uzantısı olduğu apaçık ortadadır.
İşçi hareketi üzerinde olduğu kadar sol hareket üzerinde de yarattığı sonuçlar itibariyle önemli bir dönemeç noktası sayılan 15-16 Haziran direnişi, bugün de hâlâ aşılamamış bir zirve noktası olarak işçi hareketi tarihimize kazınmıştır. Onu işçi hareketi açısından bir doruk noktası olarak ele almamızın nedeni, yalnızca harekete geçirdiği işçi kesimlerinin göreli sayısal büyüklüğü değil, çok daha önemlisi temsil ettiği militan mücadelecilik, gözüpeklik ve başkaldırı ruhudur. İstanbul ve İzmit çevresinde iki gün boyunca 150 binden fazla işçinin böylesi bir eylemini bugünün koşullarına aktardığımızda, 1 milyondan fazla işçinin başkaldırısından bahsediyoruz demektir!
15-16 Haziran, mücadele sınıfın kendi özgücüne ve örgütlülüğüne dayanarak yasal sınırları eylem içerisinde aşan bir çizgiye oturmadığı sürece, kazanım elde etmenin ve elde edilen kazanımları korumanın mümkün olmadığını dönemin işçi kitlelerinin bilincine kazıyan bir kendiliğinden patlama idi. Bu patlamanın gücü de, zaafları da kendiliğinden doğasından kaynaklanıyordu!
Kendiliğindenlikten ne anlaşılmalı?
Türkiye sol hareketinin büyük bir kesiminde 15-16 Haziran direnişinin kendiliğinden bir patlama olduğu hususunda yerinde bir fikir birliği sözkonusudur. Bunun bir istisnası sayılabilecek olan, devrimci gençlik örgütlerinin özellikle de DEV-GENÇ’in oynadığı rolün etkisini abartarak, aslında direnişin kendiliğinden olmadığını savunan kimi görüşlerdir. Bu yaklaşımın ise ne tarihsel açıdan ne de bilimsel açıdan bir geçerliliği vardır. Hareketin içerisinde devrimcilerin bulunması onu kendiliğinden bir eylem olmaktan çıkarmıyor. Bu açıdan bakıldığında hiçbir hareket kendiliğinden değildir. Her hareketin içinde kitleye oranla daha bilinçli, daha örgütlü devrimci bireylerin ve hatta grupların olması mümkündür. Fakat kitlelerin güvenini kazanmış devrimci bir siyasal önderliğin olmadığı koşullarda bu tip nüveler harekete geçirici ve ilk kıvılcımı çakan bir etkide bulunabilse dahi, hareketin gelişim çizgisi ve sonuçları üzerinde belirleyici olamazlar. İşçilerin DİSK’i yaşatmak için giriştikleri 15-16 Haziran direnişinin yine DİSK tarafından rahatlıkla denetim altına alınarak bitirilmiş olması da, dönemin devrimci örgütlenmelerinin hareketin bütünü üzerinde belirleyici bir etkisinin olmadığını kanıtlıyor.
Yine özellikle o dönemi yaşamış militan işçiler, büyük ölçüde sol hareketin DİSK yönetiminin tutumlarına dönük yanlış değerlendirmelerine ve onun rolünü küçümsemelerine tepki olarak, bu direnişin kendiliğinden olmadığını, direnişi başından sonuna kadar DİSK’in örgütlediğini söyleyerek bir başka yanlış görüşü savunuyorlar. Sol sekter tutumlara karşı militan işçilerin bu içten ve haklı öfkesi anlaşılır olmakla birlikte, bu görüş de bilimsellikten ve tarihsel gerçeklikten uzaktır. Kuşkusuz ki, direnişe giden yolun görünüşteki sebebi DİSK’i savunmaktır. Ve kuşkusuz ki, DİSK yönetimi, direnişe giden sürecin ilk kıvılcımını çakmış, onu genel olarak şekillendirmiş ve kanallarını döşemiştir. Ama bu direnişin 15 Haziranda patlak vermesinin olduğu kadar, büründüğü biçimlerin, radikalleşmesinin, düzenin yasalarını çiğnemesinin, kolluk kuvvetleriyle çatışır hale gelmesinin ve onları geriletmesinin kaynağında, işçilerin militan isyan duygularının kendiliğinden patlaması yatar.
Meselenin bu tarihsel gerçeklik boyutunu bir tarafa bırakıp, “kendiliğindenlik” kavramını Lenin’in nasıl değerlendirdiğine baktığımızda, durum çok daha netleşir. Kuşkusuz ki, genel anlamıyla kendiliğindenlik, belli bir önderliğin denetimi ve yönetiminden yoksun oluşu, önceden hazırlanmış bir eylem planının olmayışını, nereye kadar gidilip nerede durulabileceğinin ve gerekirse nereye kadar ve nasıl geri çekileceğinin önceden tasarlanmamışlığını ve tüm bunların sonucu olarak da belli bir dağınıklığı, doğallığı ve doğaçlamayı, her kafadan farklı bir ses çıkmasını, disiplinsizliği vb. içerir. Ama Lenin “kendiliğindenlik” kavramını, yalnızca bu teknik ya da biçimsel unsurlara indirgemez. Onun vurgularında öne çıkarttığı husus, hareketin ideolojik ve politik içeriğidir. Yani sendikalizmin (trade-unionculuk) ötesine geçmiş bir devrimci siyasal sınıf bilincinin yaygınlığı ve belirleyiciliğidir temel sorun. Lenin’in bu noktaya yaptığı vurgu kavranmaksızın, ne devrimci siyasal sınıf mücadelesinin önemi anlaşılabilir ne de böylesi bir mücadelenin ancak gerçek bir devrimci partinin kılavuzluğu altında yürütülebileceği. Yüz yıl önce şunları yazmıştı Lenin:
Hareketlerinin süreci içerisinde, çalışan yığınların kendi başlarına formüle edecekleri bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, tek seçenek şu oluyor -ya burjuva ideolojisi, ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık "üçüncü" bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji sözkonusu olamaz). Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir. Kendiliğindenlikten çok sözedilmektedir. Ama işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onun burjuva ideolojisine tabi olmasına, Credo programı doğrultusunda gelişmesine yol açar; çünkü kendiliğinden işçi sınıfı hareketi, trade-unionculuktur, Nur-geurerkschaftlereidir ve trade-unionculuk, işçilerin burjuvaziye ideolojik köleliği demektir. Demek oluyor ki, görevimiz, sosyal-demokrasinin görevi, kendiliğindenliğe karşı savaşmak, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin kanatları altına sokmak yolundaki bu kendiliğinden trade-unioncu çabadan uzaklaştırmak ve devrimci sosyal-demokrasinin kanadı altına sokmaktır. (Ne Yapmalı?, Sol Yay., 4.bsk, s.45)
Demek ki, sosyalistler, bir hareketin kendiliğindenliğinden bahsettiklerinde, onun şu ya da bu türden bir örgütlülüğün ürünü olmamasını değil, esas olarak bu hareketin ideolojik-politik içeriğinin sendikalizme hapsolmuş olmasını kastederler. Dolayısıyla 15-16 Haziran eylemi, tüm yönleri ve ulaştığı tüm boyutlarıyla DİSK tarafından planlanmış, yürütülmüş ve sonuçlandırılmış olsaydı bile, bu hareket kendiliğindenlik kategorisinin dışında yer almazdı.
Burjuvaziye ve onun kurumlarına güven olmaz!
60’lı yıllar boyunca yalnızca sendikacılarda değil, daha da önemlisi sol hareket içerisinde son derece yaygın olan ‘61 Anayasasına ilişkin fetişleştirme ve akabinde gelişen olaylar hatırlandığında, burjuvaziye ve onun kurumlarına güvenmenin işçi hareketi açısından yarattığı tehlike çok daha iyi anlaşılır hale gelir. Dahası 15-16 Haziran başkaldırısını gerçekleştiren işçiler de eylemlerinin siyasal meşruluğunu 61 Anayasasında görüyorlardı. Gerek eylem sırasında, gerekse de eylemin bitmesinden sonra işyerlerinde yürüttükleri pasif direnişlerde, öne çıkardıkları «Anayasaya aykırı kanun çıkaranlar işçi düşmanıdırlar», «Anayasa ve sendika özgürlüğünü elimizden alanlara derslerini vereceğiz» şeklindeki temalar bunu yeterince kanıtlıyor. Kemal Türkler’in, 16 Haziran akşamı sıkıyönetim ilan eden komutanların “ev sahipliği” altında yaptığı radyo konuşması da aslında bu fetişleştirmenin dışa vurumuydu. İşçileri sakin olmaya çağıran Kemal Türkler, “Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için hiçbir hareketimiz anayasaya aykırı olamaz” diyor ve ardından “şerefli Türk ordusu”na karşı tahriklere kapılmama uyarısında bulunuyordu.
İşçi hareketinin o dönemki yükselişinde olduğu kadar sonraki döneminde de büyük emeği geçen Kemal Türkler, bu konuşmasından ötürü, sekter sol çevrelerce hain olarak damgalanıp aforoz edildi. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen bu tür yanlış değerlendirmeler sürüyor. Oysa, “Anayasaya sımsıkı bağlılık” düşüncesi ve “şerefli Türk ordusu” vurgusu, Kemal Türkler gibi bir sendika liderinin icadı değildi. Tersine, gerçekten de son derece yanlış olan bu düşüncenin yaygınlık kazanmasının ve işçi sınıfının olduğu kadar öğrenci gençliğin saflarında da yankı bulmasının gerçek sorumlusu, sol hareketin ta kendisiydi. Başta “milli demokratik devrim” çizgisini savunanlar olmak üzere sol hareket, orduyu “emekçi halkın yanında, toplumcu, zinde bir güç” olarak görüyordu.
MDD tezinin baş mimarı Mihri Belli, Kemalizm ile ittifakı mutlak bir zorunluluk olarak öne çıkarıyor ve asker-sivil aydın kadroların “öncülüğünde”, “milli devrimci” bir hareketin örgütlenmesini esas alıyordu. MDD tezini savunanların yakın hedefi, ordu, gençlik, aydınlar ve milli burjuvazinin oluşturacağı “milli cephe”nin önderliği altında, bir milli devrimci iktidarın kurulmasını sağlamak ve ülkenin tam bağımsızlığını hedefleyen bir milli kalkınma hamlesini başlatmaktı! MDD’cilere göre, işçi sınıfının partisinin kurulması ve bir sosyalist devrimin hedeflenmesi, ancak ve ancak milli demokratik devrimin başarılması ve “tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye”nin kurulmasından sonra gündeme gelebilirdi! O zamana kadar kimsenin hakkı yoktu “sosyalist devrim” sloganını öne çıkarmaya! Bunu yapmak, “milli cepheyi bölmek” anlamına gelirdi çünkü! (Mehmet Sinan, Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği, MT, no: 3, Haziran 2005)
Bu yanlış kavrayışın temelinde, işçi sınıfının devrimci potansiyeline olan inançsızlığın ve Stalinist anlayışın yanısıra, Kemalizmin devrimci/ilerici bir güç olarak kavranması ve Kemalist rejim ve ideolojinin ordu tarafından temsil ediliyor olması da belirleyici rol oynuyordu. Yanlış bir anti-emperyalizm fikrinden kalkan bu kavrayış, işçi sınıfının devrimin öncüsü ve temel gücü olduğu fikrine küçük-burjuvaca burun kıvırıyor, gözü önünde serpilip gelişen işçi sınıfının varlığını dahi tartışma konusu yapıyordu. 1961 Anayasasının işçi sınıfının her türlü yasal hakkını güvence altına aldığı varsayılıyor, bu nedenle de bu Anayasaya ve orduya bağlılık sol hareketin büyük ölçüde ortak paydasını oluşturuyordu. Oysa 15-16 Haziranda, ellerinde Türk bayraklarıyla ve “işçi-ordu el ele” dövizleriyle yürüyen işçilere ordunun nasıl davrandığı görülecekti! Ardından gelen 12 Mart darbesi, Kızıldere katliamı ve Denizlerin asılmasıyla da birlikte, solun bir kesimi orduya karşı tutumunu değiştirmek zorunda kalacaktı. Ne var ki aradan geçen yıllar, genelde sol hareketin özelde ise küçük-burjuva devrimciliğin ve reformizmin milliyetçilikten kopamadığını, işçi sınıfına karşı güvensizlik duygusunu kıramadığını ve burjuva düzenin şu ya da bu kurumundan veya burjuvazinin şu ya da bu kesiminden medet ummaya devam ettiğini gösteriyor. Bugün statükocu burjuvazi tarafından gerçekte Kürt sorunu vesilesiyle yükseltilen anti-Amerikancı dalgadan milliyetçilik temelinde nasiplenmek isteyen oportünist çevrelerin, ‘68-71 döneminin geri söylemlerini kelimesi kelimesine tekrar etmeleri ve asker-sivil bürokrasiye yaranmaya çalışmaları bunun en tipik kanıtıdır.
Küçük-burjuva sosyalizminin alameti: proletaryaya güvensizlik
15-16 Haziran, Türkiye işçi sınıfının gücünün boyutlarını göstermiştir. Ne var ki bu apaçık göstergeye rağmen, 15-16 Haziran, solun geniş kesimleri nezdinde, devrimin önder gücü ve lokomotifinin ancak işçi sınıfı olabileceği ve sınıfın devrimci siyasal bir temelde örgütlenmesi gerektiği sonucunun çıkartılmasına ve genel kabul görmesine vesile olamadı. Bir kez daha görüldü ki, sol hareketin büyük bölümü, işçi sınıfına güvensizlik ve onun devrimci potansiyeline inançsızlık temelinde şekillenmişti.
Bu büyük direnişin kısmen ortaya çıkardığı muazzam gücü değil de direnişin sönümlenmesini dikkate alan küçük-burjuva akımlar, kentlerde yürütülecek bir mücadelenin başarıya ulaşma şansı olmadığını ileri sürmeye başladılar. Onlar farkında olmasalar da burjuvazi işçi sınıfının oluşturduğu tehdidin farkındaydı ve 12 Mart darbesiyle bunun intikamını aldı. Bu darbeyle estirilen terör ortamı döneminde, artık işçi sınıfına hepten sırtını dönen küçük-burjuva sol hareket gerilla savaşı vermek üzere kırlara çekildi ve bu kuşağın tüm devrimci önderleri kontr-gerilla baskınlarında, idam sehpalarında ve işkencelerde devlet tarafından katledildiler. Böylelikle ordunun devrimci bir güç olduğu “teorisi” ölümcül bir darbe aldı. Ne var ki, işçi sınıfının bir devrime önderlik edebileceğine inançsızlık devam etti ve “devrimde işçi sınıfının ideolojik önderliği” gibi saçma görüşlere sarılındı. Devrimin öncüsü kendi dar askeri-politik örgütleri olacaktı, tabanı ise başta köylülük olmak üzere tüm halk idi!
Sınıfa güvensizlik ve burjuva kurumlara bel bağlama hususunda TİP’in de MDD çizgisinden aşağı kalır yanı yoktu. MDD çizgisinin devamı olarak ortaya çıkanlar burjuva düzenin ordusundan umudu kesip kendi “politik-askeri” örgütlerini kurmaya girişerek, yanlış bir tarzda da olsa, en azından devrimci ruh ve duygularını dışa vurmuş oluyorlardı. Sol hareket içerisinde sosyalist devrim tezini savunur gözüken TİP ise burjuva parlamentosuna bel bağlıyordu. TİP, izlediği “barışçıl geçiş” çizgisiyle ve savunduğu reformist anlayışla militan kitle hareketlerinin önünde çoktan bir engel haline gelmişti. O da proleter devrime ve işçi sınıfının devrimci potansiyeline inançsızlığını bu şekilde açığa vurmuş oluyordu.
TİP’in sosyalist devrimden anladığı, milletvekili seçimlerinde çoğunluğu sağlayarak burjuva parlamentosunda iktidar olmaktı. Buna göre TİP, şayet hükümet olursa, “sosyalist Türkiye”yi parlamentodaki çoğunluğuna dayanarak kuracaktı! Tabii böyle bir “sosyalist devrim” için, ne başarılı bir proleter ayaklanmaya, ne de işçi sınıfının devrimde kendi iktidar organlarını (sovyetler, konseyler vb.) yaratmasına gerek vardı! Nasıl olsa işçi ve emekçiler “adına” hükümet eden TİP’li milletvekilleri, sosyalizmi inşa edebileceklerdi parlamentodaki fedakâr çalışmalarıyla! TİP’in sosyalizm diye öne sürdüğü şey, demokratik reformlar eşliğinde uygulanan sosyal adaletçi, emekten yana bir devletçi kalkınma projesinden öte bir şey değildi. (Mehmet Sinan, Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği, MT, no: 3, Haziran 2005)
TİP’in barışçıl geçiş anlayışının boş bir hayalden ibaret olduğu, hem 15-16 Haziran’la hem de 12 Mart darbesiyle açıkça ortaya çıkmıştı. Ama gerek “sosyalist devrim” kavramının arkasına saklanan reformizm biçiminde gerekse de şu ya da bu türden “demokratik devrim” anlayışları şeklinde, işçi sınıfının devrimci gücüne ve potansiyeline olan inançsızlık hâlâ devam ediyor.
Sabırla öğret ve örgütle!
15-16 Haziran direnişi, sınıfın birleşik gücünü ve neler yapabileceğini gösterdi. Dediğimiz gibi, onun dışa vurduğu militan gücü kadar, taşıdığı zaaflar da kendiliğinden bir hareket olmasından kaynaklanıyordu. Proleter devrimler çağında işçi sınıfının kendiliğinden patlamaları kaçınılmazdır. Bu nedenle de bu büyük direnişin kanıtladığı gerçeklerin en başında, işçi sınıfına önderlik edecek enternasyonalist komünist bir parti olmadıkça sınıfın en militan patlamalarının bile düzen tarafından şu ya da bu şekilde savuşturulabileceği gerçeği gelmektedir.
15-16 Haziran direnişinin üzerinden 36 yıl geçmiş bulunuyor. Bu zaman zarfında işçi sınıfımız sayısal olarak çok daha büyümüş ve o dönemkiyle karşılaştırılamaz bir niceliğe ulaşmıştır. Bu sıçrama yalnızca sayısal büyüklük açısından değil, işçi sınıfının artık toplumun çoğunluğunu oluşturması bakımından da böyledir. Ama bugün aradan geçen onca yıla rağmen işçi sınıfı hareketinin niteliksel düzeyine, bilinç ve örgütlülük seviyesine ve özgüven duygusuna baktığımızda tam tersi bir sahneyle karşılaşıyoruz. Burjuvazi 15-16 Haziran direnişinin intikamını 12 Eylül faşist diktatörlüğü ile fazlasıyla aldı. İşçi sınıfının kesintisiz süren niceliksel gelişimi ile bu diktatörlüğün sonucu olarak çeyrek asırdır süren niteliksel gerilemesi arasındaki karşıtlık her geçen gün kendisini daha da yakıcı biçimde hissettiriyor.
Bugünün işçi sınıfı geçen dönemlerle karşılaştırıldığında çok daha genç bir bileşime sahip. Ancak bu genç işçi kuşakları ile geçmişin mücadeleci ve devrimci işçileri arasındaki bağ tamamen kopmuş durumda. Diyebiliriz ki, “sıfır kilometrede” bir işçi sınıfı gerçekliği ile karşı karşıyayız. Bir başka deyişle, niteliksel olarak 60’lı yılların başlarına geri savrulmuş durumdayız. Bu büyük bir olumsuzluğu ifade ediyor. Ne var ki, Marksizm, hiçbir olgunun tek yanlı ve mutlak bir olumluluktan ya da olumsuzluktan ibaret olmadığını öğretir. Son derece olumsuz görünen bu tabloyu tersine çevirmek zorunlu olduğu kadar mümkündür de. Geçmişle karşılaştırıldığında çok daha genç, çok daha kentli, çok daha eğitimli, kırla bağını geçmişe nazaran büyük ölçüde koparmış, işçi olduğunun çok daha farkında ve sınıf atlama hayallerinden giderek daha fazla uzaklaşan bir işçi sınıfıdır sözkonusu olan. Geçmişin mücadele deneyimlerinden tamamen yoksun olduğu doğrudur. Ama bir o kadar da ağır yenilgilerin bozucu ve çürütücü etkilerini doğrudan yaşamamış bir genç işçi kuşağıdır sözkonusu olan.
80’li yılların depolitizasyon süreci hâlâ etkilerini gösteriyor. Ama aynı yıllara damgasını vuran yılgınlık koşullarından aynı şekilde bahsetmek pek mümkün değildir. Bugün sözkonusu olan yılgınlık değil, tek kelimeyle kendi gücüne güvensizliktir. Genç işçi kuşaklarına güven aşılayabilecek bir siyasal önderliğin var edilebilmesi, iktisadi-sendikal mücadelenin de sıçrama yapabilmesini mümkün kılacak, militan sınıf mücadelesi anlayışının sendikalarda tekrar canlanmasını ve sendikal bürokrasinin defedilmesini beraberinde getirecek ve sınıf hareketi, tıpkı 60’lı ve 70’li yıllarda olduğu gibi büyük bir canlanma içine girebilecektir. Ama bu kez, ona çok daha gelişmiş, hatalarından büyük dersler çıkarmış, neyi nasıl yapacağını bilen gerçek bir komünist önderlik rehberlik edecektir.
Bunu başarmanın kolaycı ve kestirme bir yolu bulunmuyor. Sınıfa yalnızca belli takvimlere bağlı olarak ya da kısmi eylemlilikler sürecinde müdahale etmeye çalışmak, yaşanan tıkanıklığı aşmak için türlü denemelere ve yeni icatlara girişmek bir çözüm sunmuyor. Sınıf içerisinde, uzun vadeli, planlı, sabırlı, titiz ve ne yaptığını bilen bir bilinçlendirme ve örgütlenme faaliyeti hayata geçirilmediği sürece, hiçbir “kestirme” yol sorunların çözümüne katkı sunamayacaktır. Lenin bize ışık tutuyor: “Sabırla öğret ve örgütle!”
link: Oktay Baran, Aşılması Gereken Bir Zirve: 15-16 Haziran Direnişi, Haziran 2006, https://marksist.net/node/4279
Aşırı Sıcaklar mı, Kapitalizm mi Can Alıyor?
Asgari Ücret, Azami Sınıf Çıkarları