“Dünya Afrikalı çocukların ölümünü seyrediyor.” Bu cümle internette okuduğum bir haberin başlığı. Dünya aslında sadece Afrikalı çocukların ölümünü değil, kapitalizmin pisliğinin bulaştığı her yerde, yani aslında tüm dünyada, ölümleri, işsizliği, sefaleti, savaşları, bir gezegenin yok oluşa doğru gidişini seyrediyor.
UNICEF verilerine göre, sadece 1,5 milyon kişinin yaşadığı Gambiya’da, bir ya da her iki ebeveynini kaybetmiş olan 55 bin çocuk var. Bu çocukların 7 bini HIV/AIDS yüzünden öksüz kalmış durumda. örgüt, Afrika’da çocukların hayatını olumsuz etkileyen en önemli iki başlığın silahlı çatışmalar ve HIV/AIDS olduğunu söylüyor. (Biz buna kapitalizm diyelim.) Beş yıldır ardı ardına yaşanan kuraklık ve kıtlık Eritre’de 300 bini çocuk 2 milyon 300 bin kişiyi açlıkla yüz yüze bırakmış durumda. Angola’da ise her 4 çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyor.
Etiyopya da aynı sorunla boğuşuyor. 150 binden fazla çocuk yetersiz beslenmenin yol açtığı sağlık sorunlarını yaşarken, yarım milyon çocuk yiyecek sıkıntısı çekiyor. Fakirlikle pençeleşen ülkede 2-3 milyon insan virüs kapmış durumda, yaklaşık 1 milyon çocuğun da AIDS yüzünden öksüz kaldığı söyleniyor. BM verilerine göre, geçen yıl AIDS nedeniyle 3 milyondan fazla insan yaşamını yitirmiş. Hastalığa yakalananların ise sadece %12’si tedavi görebilmiş.
Afrika ülkelerinde yaşanan bu acımasız katliamın nedenlerine gelince, bu sorunla “yakından” ilgilenen pek çok sivil toplum kuruluşuna göre sorunun kaynağı eğitimsizlik. Afrika’da eğitim sorunu bir çözülse bütün bunlar hallolacak! Halbuki eğitimsizlik tıpkı açlık gibi, AIDS gibi sadece bir sonuç. Kapitalizmin çirkinliğinin ve vahşetinin sonucu. İstediğiniz kadar sivrisinekleri öldürün, bataklığı kurutmadığınız sürece onlar yeniden ortaya çıkacaktır.
Kimilerine göre de Afrika’da bu yaşananlara bakıp farklı sonuçlar çıkartmak mümkün. Mesela “biz halimize şükredelim, bak insanlar ne koşullarda yaşıyorlar” gibi. Evet, biz yine de halimize “şükredelim.” AIDS yüzünden değil de, işsizlikten, yokluktan öldüğümüze şükredelim. Açlıktan değil de iş kazalarında öldüğümüze şükredelim. Başımıza bombalar yağmıyor da her gün yavaş yavaş ölüyoruz diye şükredelim. İnsanı insan olmaktan utandıran bu vahşete her gün tanık oluyoruz da, bizden uzakta oluyor diye şükredelim. EVSİZ YİNE DE HAYATTA OLDUğUNA, İşSİZ EVSİZE, ASGARİ üCRETLE çALIşAN İşSİZE, ASGARİ üCRETİN üSTüNDE üCRET ALAN ASGARİ üCRETLİYE BAKIP BAKIP şüKRETSİN!
Burjuvazi bize şükretmeyi öğretti ya, onun şükre ihtiyacı yok. Onun sadece daha çok şükredene ihtiyacı var. Ve haline şükredenler arttıkça burjuvazi daha da açgözlü olacak. Siz hiç burjuvaların elindekiyle yetinip “buna da şükür” dediğini gördünüz mü? Tabii ki diyemezler, çünkü gayet iyi biliyorlar ki, büyüyüp yayılmayan sermaye, ya bir başka burjuvanın eline geçer ya da yok olur. Bırakın şükretmeyi büyük şirketler, holdingler önlerine hep daha da büyüme hedefi koyup bununla da övünmezler mi? Ya da biz işçilere fabrikalarımızda verilen hedefleri düşünelim. şu kadar zamanda şu kadar iş çıkartacaksın denir bize. Ve saniyesi saniyesine de hesaplanır yaptığımız üretim. Ama kimse de çıkıp buna da şükür yaptığın üretim yeterlidir, fazlasına gerek yok demez. Aksine, hedefe ulaşıldıkça o hedef arttırılır. Yani burjuvazinin kitabında şükretmek yazmaz, kâr, daha çok kâr etmek yazar!
Ama biz işçiler bizden hep daha fazlasını isteyen patronumuza bize ekmek kapısı açıyor diye şükrederiz. Patronlar olmadan karnımızın doyamayacağını düşünürüz. Biz olmadan onların hiçbir şey üretemeyeceği nedense aklımıza gelmez. Dünyadaki kullanabildiğimiz ya da kullanamadığımız her şeyi ama her şeyi yaratanın biz işçiler olduğunu düşünmeyiz. Oysa Nazım’ın da dediği gibi “bu dünya öküzün boynuzunda değil, bizim ellerimizin üzerinde duruyor.”
Biz işçiler, bize ait olmayan bir şey istemiyoruz. Başkaları üretsin de biz yiyelim demiyoruz. Biz sadece üreten bizsek yöneten de, ürettiklerimizin sahibi de biz olalım istiyoruz. Hipnoz olmuşçasına tekrarladığımız şükür tekerlemesini bırakıp gözlerimizi açmalıyız artık. Sadece kendi sorunlarıyla ilgilenen, kendi kabuğunda yaşayan bireyler olmaktan çıkmalıyız. Bireysel kurtuluş mücadelesi değil örgütlü mücadele vermeliyiz. çünkü bizim gücümüz birliğimizden geliyor ve ancak birlik olup örgütlü bir mücadele verebilirsek dünyayı sarsabiliriz. Tıpkı bundan 88 yıl önce Rusya’da işçi kardeşlerimizin yaptığı gibi işçi iktidarına giden yolu açabiliriz. Ama pusulasız yol gidilmiyor. Bunun için bize yolumuzu gösterecek bir pusulaya ihtiyacımız var. Bu pusula işçi sınıfının bilimidir. Yani devrimci Marksizmdir.
KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ!
link: MT okuru bir matbaa işçisi, Patronlar da şükreder mi, 10 Ekim 2005, https://marksist.net/node/415
Yaşamı Taksitlere Bölmek
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /1