Özelleştirme kapsamında olan ve uzun zamandır satışı gerçekleştirilemeyen İstanbul Bakırköy Sümerbank Fabrikası, Doğa Madencilik A.ş.’ye satıldı. Satış işlemi gerçekleştirilmeden önce sırasıyla fabrikanın üretimi azaltıldı, işçiler ücretli izne çıkarıldı, üretim tamamen durduruldu ve ardından fabrikanın satışı geldi.
Fabrika Bakırköy sahilinde muazzam büyüklükte bir kompleks. Satışa sunulan fabrika birçok sermaye grubunun ağzının suyunu akıtacak derecede önemli bir emlak. Henüz devir teslim işlemleri gerçekleştirilmemekle birlikte, gerçekleştirildiğinde fabrikanın (arazinin) yeni sahiplerini büyük bir direniş bekliyor olacak.
Sümerbank işçileri Türk-İş’e bağlı Teksif Sendikası Bakırköy şubesinde örgütlüler. Fabrikanın satışı gündeme geldiğinden bu yana aktif bir biçimde eylem içinde olan Sümerbank işçileri “ölmek var dönmek yok” diyorlar. On aydır sürekli eylem içinde militanlaşan işçilerin, burjuva devletin polis, jandarma gibi baskı unsurlarından artık hiçbir korkuları yok ve eylem yöntemlerinde oldukça pratik kazanmış durumdalar.
Öncelikle fabrikada sürekli nöbet tutuyorlar, fabrika duvarlarında nöbete kalacak işçilerin mahallelerinin yazılı olduğu kağıtlar asılı. Fabrikada sadece bir iki müdür kalıyor. Onlar da hiçbir inisiyatif kullanamıyorlar. Fabrikada tüm inisiyatif şu an Sümerbank işçilerinin elinde bulunuyor.
Sümerbank işçileri, direnişi sıkı tutmak için belirli periyotlarla basın açıklamaları, yürüyüşler gerçekleştiriyorlar. Bunun dışında AKP’nin il ve ilçe binalarına sürpriz ziyaretler yaparak seslerini duyurmaya çalışıyorlar. İstanbul’a gelen ilgili milletvekillerinin törenlerinde hemen oracıkta bitiveriyorlar ve militan tutumlarıyla seslerini her seferinde duyurmayı başarıyorlar. Fabrikanın satışının olacağı gün Ankara’ya, Özelleştirme İdaresine doğru yola çıktıklarında İstanbul Emniyetini atlatmayı başardılar. Mücadele deneyimleri onlara dikkat etmeleri gereken her şeyi öğretmiş bulunuyor. Kendilerine olan sonsuz güvenle Sümerbank’ın kadın işçileri “bizden herkes korksun, mücadele nasıl olurmuş herkes görecek” diyorlar.
Sümerbank işçileri şu anda beklemedeler. Fabrikanın devir işlemleri gerçekleşirse sıkı bir direniş gösterecekleri kesin. En önemli sorun ise yaşadığımız topraklarda sendikal hareketin gittikçe gerilere doğru çekildiği bir dönemde mücadelelerinde yalnız kalıyor oluşlarıdır. Dışardan verilen destekler her yerde olduğu gibi bölük pörçük ve zayıf. Kendi sayıları 700-800 civarında olduğundan, yaptıkları eylemlerde güçsüzlük psikolojisi yaşamıyorlar. Bugün sendikalar herhangi bir basın açıklamasında 100-200 kişi ile toplanıyorken, Sümerbank işçileri, işçilerin çoğunluğunun katılımını sağlayarak eylemlerini başarıyla yapıyorlar.
“Direniyorum, kazanacağım!” Ama nasıl?
İşçilerin mücadele deneyimleri açısından olumlu geçen bu direniş sürecinde fabrikanın girişinde asılı olan pankartların yansıttıkları oldukça düşündürücü. Özelleştirmelere karşı milliyetçi, çarpık bir bakış açısıyla yüz yüze kalınan pankartlarda yazılanlar işçilerin ezberleri olmuş: “Sümerbank Vatandır, Satarken Düşünün” gibi.
Sümerbank işçilerinin militan eylemleri ne kadar sevindiriyorsa, pankartlarda yazılanlar da o kadar düşündürüyor insanı. Pankartlarda işçi sınıfının sınıfsal taleplerini içeren, ima eden hiçbir vurgu yok. On aylık aktif mücadele döneminde özelleştirmelerin, KİT’lerin satışının nedenleri, kapitalist devletin ne olduğu, vatanın ne olduğu tartışma konusu belli ki hiç yapılmamış. Özelleştirmelere karşı tamamen milliyetçi ve devletçi temelde bir yaklaşım sergileniyor. Bir yandan “özelleştirmeler emperyalizmin azgelişmiş ülkelerdeki oyunudur” deniyor, öte yandan Sümerbank’ı satın alanın yerli sermaye olduğu bile unutuluyor ve laf arasında kaybolup gidiyor. “Fabrikamız hırsızlara peşkeş çekiliyor” diyorlar işçiler ve sendika. Peki kapitalist sistemde dürüst patrondan ne anlamalıyız? İşçilerin sömürüsüne karşı olacak, işçinin ürettiğini onlarla paylaşacak, insanca yaşanacak ücret verecek bir patron olabilir mi? Elbette hayır, çünkü kapitalist sistem kendini işçi sınıfının sömürüsü üzerinde var eden bir sistemdir. Bizlerin karşı olması gereken şey de tam da bu sömürü ve onu zorunlu kılan kapitalist sistem olmalıdır.
Her özelleştirmede olduğu gibi, Sümerbank’ta da işçiler özelleştirmenin yapılış tarzıyla meşgul ediliyorlar. “Fabrika değerinde satılmıyor”, “değerinde satılsa biz niye karşı gelelim ki!” İşçilere kapitalizmin yalın gerçeği unutturuluveriyor. Fabrikaların mülkiyeti sermayedarların elindedir, patron ister devlet ister tek tek burjuvalar olsun, satışta cebine para girecek olan zaten hiçbir zaman işçiler olmayacaktır. Sanki işçiler hisse sahibiymiş gibi, satış koşullarının içeriği tartıştırılıyor. Değerinde ya da değerinin altında neye satılırsa satılsın bu durum kapitalist sistemde işçilerin çalışma ve yaşam koşullarına nasıl bir değişiklik getirebilir? “Değerinde satılsa biz neden karşı çıkalım ki” diyen işçiler, “yeter ki değerine satılsın, biz işten atılsak da olur” mu diyecekler? Elbette hayır! O halde işçilerin özelleştirmelere yaklaşımları kendi sınıf çıkarları doğrultusunda olmalıdır. Burjuvazinin devletinin bir fabrikayı değerinin altında sattığı kişi ya da kurum kendi sınıfının üyesidir. Kazanılan para kim olursa olsun burjuva sınıfın cebine giriyor. Burjuvazinin çok kazandıkça işçilere çok maaş verdiği tarihin hiçbir kesitinde görülmemiştir. İşçiler her zaman haklarını söke söke almışlar ve bunun için nice bedeller ödemişlerdir. O zaman bu yanılsamalardan kurtulmak ve doğru hedefler ve taleplerle mücadele etmek zorunluluğu karşımızda durmaktadır. Özelleştirmeler karşısında mücadele taleplerimiz, işten atılmalara karşı çıkmak, ücret ve sosyal haklarımızın korunması gibi sınıfsal taleplerimiz olmalıdır.
Özelleştirmeler vatana ihanet mi?
Özelleştirmeler, tüm dünyada 1980’li yıllarda neo-liberal rüzgarın esintisi olarak gündeme geldi. Türkiye’de ise kapitalizmin dünya pazarına entegrasyon çabalarının yoğunlaştığı dönemin ürünü olarak aynı yıllarda karşımıza çıktı. O günden bu yana pek çok kamu kuruluşu özel sektöre devredildi. Pek çok işyeri tasfiye edildi ve binlerce işçi işinden oldu. Bu saldırılar karşısında hiçbir anlamlı mücadele verilmediği gibi teorik temelde gerici fikirlerin had safhaya ulaştığı argümanlar yükseltildi. Satışı gerçekleştirilecek olan kurum, birden “vatanımız” ve “belkemiğimiz” haline geliverdi: “Telekom vatandır satılamaz”, “ Tüpraş ülkemizin belkemiğidir” vb.
Vatan kapitalistler için sadece bir iç pazardır, bu temelde çizilen sınırlardan oluşur. Çizilen bu sınırlar, içinde hüküm süren sermaye sınıfının sınıfsal çıkarlarını koruyan ve savunan kapitalist devletin sınırlarıdır. Vatan bizlere kutsal, uğruna ölümün göze alınması gereken topraklar olarak sunuluyor. Bizler de buna öyle inanıyoruz ki, Türkiye’ye gelen yabancı sermayeye işgalci güç diyor ve karşı çıkıyoruz. Ama karşı çıkarken, niyetten bağımsız olarak, yerli sermayeyi, yani bizi her gün sömüren ve iliğimizi kurutan sermayeyi savunur pozisyona düşüyoruz. Sermayenin vatanın olmadığı 156 yıl önce yazıldı çizildi. Sermaye sınıfı bunun bilincinde, ama işçi sınıfının kurtuluşunun sınırları aşan uluslararası mücadeleden geçtiği gerçeği var güçle karartılmaya çalışılıyor.
Uluslararası sermaye nasıl Türkiye’ye yatırım yapıyor, ucuz işgücü arıyorsa, Türkiyeli sermayedarlar da işgücünün daha ucuz olduğu ülkelere açılıp yatırımlarına hız vermenin yollarını arıyorlar. Yani başka yoksul ülkelerin kamu mallarını (“halkın malı”) satın alarak büyümeye devam ediyorlar. Türkiye işçi sınıfı olarak Türkiye’yi zavallı, güçsüz, az gelişmiş bir ülke olarak görmekten vazgeçmek zorundayız. Bu kavramlar sermayenin durumunu temsil eden kavramlardır. Dünyanın efendisi olan ABD zengin bir ülkedir, ama ABD işçi sınıfının karşılaştığı sömürü bizim yaşadığımızdan farklı değildir. Diğer taraftan Türkiye, gittikçe palazlanan ve bölgesinde yürüyen paylaşım kavgasından pay kapmaya çalışan bir ülkedir. Bizler bıraktık büyük emperyalist güçler tarafından ezilen bir ezilen ulus olmayı, bu topraklarda yaşayan Kürtleri ezen bir ulusun üyeleriyiz. Vatan kavramı sermaye sınıfının bizleri uyutmak için ihtiyaç duyduğu bir kavramdan başka bir şey değildir.
Özelleştirmeler boyunca işçi sınıfının mücadelesi örgütlenmemiş ve işçiler satışın ayrıntılarıyla, milliyetçi söylemlerle oyalanmıştır. İstisnasız tüm özelleştirmelerde klasik tutum, devletçi, yerli sermayeyi savunmacı yani milliyetçi temelde olmuştur. İlk önceleri cepheden HAYIR sloganı temelinde gösterilen yaklaşımlar tutmamış, ardından çok daha tehlikeli argümanlar ileri sürülmüştür: “Vatan”, “Devlet”, “Peşkeş”.
Her şeye rağmen Sümerbank işçileri mücadelelerinde desteklenmeyi bekliyorlar. Türk-İş’e bünyesinde kendini muhalif olarak ifade eden şubelerin bile bu on aylık dönemde Sümerbank işçilerine anlamlı bir destekleri olmamıştır. Sendika yöneticilerinin göstermelik destek açıklamaları veya ziyaretlerine bel bağlamak yerine, işyerlerini temel alan kalıcı örgütlenmeler yaratılarak mücadeleye girişilmelidir. Sınıf hareketine burjuva ideolojisinin parçası olan milliyetçi fikirleri pompalayan sendika bürokratlarının ve sözde sol siyasetçilerin bu tavırları teşhir edilmelidir. Sınıf perspektifinden uzak bir sendikal anlayışa karşı, işçi sınıfının enternasyonalist ideolojisini militanca savunmak öncü işçilerin sorumluluğundadır.
İşçiler sınıf bilimiyle donanmadıkça ve militan eylemlerinin sürekliliği sağlanmadıkça ve en önemlisi örgütlü mücadele yürütülmedikçe başarı kazanmak mümkün değildir.
İşyeri ve direniş komiteleri kuralım!
Kılavuzumuz Marksizm, mücadele bayrağımız enternasyonalizm olmalıdır!
link: Bakırköy'den MT okuru bir işçi, Ne Özel Ne Devlet Mülkiyeti, Çözüm İşçi İktidarında, 1 Temmuz 2004, https://marksist.net/node/359
Burjuvazinin ücretsiz eğitim adı altında yaptığı sömürü
Ford, General Motors ve III. Reich: Kârlı Bir İşbirliği Örneği