Türkiye’nin kapitalistleşme süreci, Batı’ya nazaran oldukça gecikmeli bir süreçtir. Bu tarihsel gecikme, Türkiye kapitalizminin üzerinde geliştiği Osmanlı toplumunun özgül sosyo-ekonomik yapısından kaynaklanıyordu. O nedenle, Türkiye kapitalizminin özgül yönlerini anlamak için, onun tarihsel arka planında yer alan Osmanlı’nın iktisadi ve sosyal tarihine kısa da olsa bir göz atmak gerekiyor.
Osmanlı devletinin kuruluşu 14. yüzyılın başında (1300 yılında) gerçekleşti. Fakat onun gerçek bir imparatorluğa büyümesi (ya da yükselişi), İstanbul’un fethinden (1453) sonra oldu. Osmanlı’nın kuruluşundan yıkılışına kadar geçen 600 yıllık tarihine bakarsak, bu toplumun birbirinden oldukça farklı özellikler taşıyan üç ayrı döneminden söz edebiliriz.
17. yüzyıla kadar süren birinci dönem, Osmanlı devletinin, Asya ve Avrupa’da toprak fethiyle sürekli genişlediği ve büyük bir imparatorluğa yükseldiği dönemdir. Bu dönemde Osmanlı Devleti, sosyo-ekonomik ve siyasal yapısı bakımından, Asyatik üretim tarzı üzerinde biçimlenen klasik bir Doğu despotizmi özelliğini yansıtmaktadır.
17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar süren ikinci dönem, imparatorluğun gelişmekte olan kapitalist Batı karşısında bocalama içerisine girdiği dönemdir. Bu dönemde Osmanlı despotizminin ekonomik temelini oluşturan toprak düzeni bozulmaya başlar; devlet yönetiminde yozlaşma ve istikrarsızlık artar; egemen yönetici sınıf bloku içinde iktidar mücadeleleri yoğunlaşır ve sistem kendi içine kapanır.
Ve nihayet 19. yüzyılın tamamını kapsayan üçüncü dönem, imparatorluğun her alanda çözülüp dağılmaya başladığı ve giderek Batı’nın yarı sömürgesi haline geldiği bir çöküş dönemdir.
Osmanlı toplumu ve Asyatik üretim tarzı
Marx, kapitalizm öncesi mülkiyet biçimlerinin ve üretim ilişkilerinin tarihsel evrimini incelerken, eski Doğu toplumlarında görülen “Asyatik üretim tarzı” ve “Doğu despotizmi” üzerinde de önemle durmuştu. Sözü edilen bu sosyo-ekonomik formasyon, ne antik çağın köleci üretim tarzıyla, ne de Orta Çağın feodal üretim tarzıyla örtüşmekteydi.
Batı’da belirli tarihsel koşullar altında ortaya çıkan antik köleciliğin ve Orta Çağ feodalizminin ortak özelliği, bu her iki üretim tarzının da, toprakta bireysel-özel mülkiyete dayanmasıydı. Bu toplumlarda, toprakta çalışan doğrudan üreticilerin (kölenin ve serfin) yarattığı artık-ürün, özel toprak sahibi soylular tarafından çekilip alınmaktaydı. Hem köleci devlet, hem de feodal devlet, büyük toprak sahiplerinin doğrudan üreticiler üzerindeki sömürücü egemenliğini güvenceye almak için örgütlenmiş özel baskı aygıtlarıydı.
Oysa Doğu toplumlarının tarihsel evrimine baktığımızda, bu toplumlarda, gerek mülkiyet biçimleri ve üretim ilişkilerinin, gerekse sınıfların ve devletin oluşumunun, Batı’ya nazaran çok farklı bir karakterde oldukları görülmekteydi. Asyatik üretim tarzının geçerli olduğu toplumlarda, toprakta özel-bireysel mülkiyet yoktu ve dolayısıyla, özel mülk sahibi bir sınıf da oluşmamıştı. Doğu toplumlarında tüm toprakların ve doğal kaynakların mülkiyeti, başında bir despotun bulunduğu “üstün topluluğa”, yani devlete aitti. Toprakların gerçek sahibi gözüken devlet, aynı zamanda bu topraklarda üretim yapan doğrudan üreticilerin (tarım komünlerinin) ürettiği artık-ürünün de gerçek sahibi oluyordu. Despotik devlet, tüm tarım topluluklarının üstünde yer alan birleştirici bir merkezdi ve bu toplulukların gözünde, düzenin koruyucusu olan “kutsal baba” görünümündeydi. Doğu toplumlarında egemen güç olan despotik devletin üç temel fonksiyonu vardı: Savaş ve fetih (dış talan), topraktan alınan vergiler (iç talan) ve yeniden üretim için gerekli olan bayındırlık işlerini yerine getirmek.
Marx’ın “Asyatik üretim tarzı” ve “Doğu despotizmi” üzerine yaptığı çözümlemeler, hem Grundrisse’de, hem de Kapital’de yer aldı. Marx, konuyla ilgili pek çok yazısında, Hindistan, Çin, İran ve Rusya’nın yanı sıra, Osmanlı’nın tarihini de, bir Doğu despotluğu tarihi olarak değerlendirmiştir. Marx elbette yanılmıyordu. Gerçekten de Osmanlı toplumu, en azından 19. yüzyıla kadar, gerek üretim tarzı ve gerekse devlet yapısı bakımından Doğu despotizminin tipik bir örneğini oluşturmaktaydı.
Osmanlı devletinin kuruluş ve genişleme döneminde, fethedilen topraklar devletin mülkiyetine geçer ve bu topraklarda yaşayan müslim ve gayrimüslim nüfus (doğrudan üreticiler), toprağa bağlı vergi yükümlüsü (reaya) haline getirilirdi. Devlete ait bu toprakların idaresi, askeri bürokrasi (sipahi) tarafından yerine getirilirdi. Osmanlı’da askeri bürokrasi, yönetici devlet sınıfı içinde en önemli ve ağırlıklı kesimi oluşturmaktaydı. Yönettiği topraklarda merkezi otoriteyi (padişah-devlet) temsil eden sipahi, toprakları denetlemek, reayanın ürettiği artık-ürünü (vergi olarak) toplamak ve savaş durumunda Osmanlı ordusuna asker yetiştirmekle yükümlüydü. Toprakta kurulan bu üretim ilişkisi, ekonomisi savaşa ve toprak fethine dayanan Osmanlı devleti için çok önemliydi. Çünkü, topraktaki bu üretim ilişkisi sayesinde, Osmanlı devleti büyük bir ordu besleme olanağını elde etmekteydi.
Osmanlı toplumunda, asker ya da sivil hiçbir yönetici kendi adına özel toprak mülkiyetine ve dolayısıyla üretici köylüler üzerinde kişisel sömürü hakkına sahip olamazdı. Mevcut statüko, kişilerin özel servet biriktirmesine ve bu serveti dilediği gibi kullanmasına izin vermiyordu. Yani Osmanlı düzeninde, ne “senyör-serf” ilişkisine, ne de patrisyen-köle ilişkisine benzer bir ilişki bulunmaktaydı. Klasik Osmanlı düzeninde devletin merkezi despotik yapısı ve toprakta devlet mülkiyetinin egemen biçim olması, merkeze karşı bağımsız bir gücün oluşmasına, yani senyörleşmeye asla izin vermiyordu. Osmanlı’da mülkiyetin ve egemenliğin tek sahibi, hükümdarın (padişah) şahsında kişileşen monolitik devletin ta kendisiydi.
Dolayısıyla, Osmanlı’da sömürü sistemi, bireysel değil kolektif işleyen bir sistemdi ve devlet dolayımıyla gerçekleşiyordu. Doğrudan üreticilerden vergi adı altında çekilip alınan artık-ürün, önce devletin hazinesinde toplanıyor, oradan da, yönetici sınıfa (saray erkanı, asker-sivil yüksek bürokrasi ve din uleması) maaş ve ödüller olarak dağılıyordu. Son derecede merkezi ve hiyerarşik-bürokratik tarzda örgütlenen bu yönetici sınıf piramidinin tepesinde, “toprakları tanrı adına yönettiği varsayılan ve bu nedenle kutsallık katına yüceltilmiş olan” bir despot (padişah) oturmaktaydı. Padişah, merkezileşmiş ve yoğunlaşmış devlet gücünün sembolüydü. Oysa, Batı’nın antik çağındaki köleci toplumda ve Orta Çağdaki feodal toplumda egemen sınıfların ve devletin oluşumu tamamen farklı bir yol izlemiştir.
Osmanlı toplumunun sınıfsal yapısı
Osmanlı toplumunun sosyal bileşimi, tepedeki yönetici-devlet sınıfı (saray, askeri-sivil bürokrasi, din uleması) ile tabandaki doğrudan üreticilerden (tarımcılar ve zanaatkarlar) ibaretti. Hem tarım komünleri, hem de kentlerdeki zanaatçı loncaları, merkezi devletin sıkı kontrolü altındaydı. Her türlü ekonomik işlem, devlet tarafından düzenlenmekte ve denetlenmekteydi.
Osmanlı’nın sosyal bünyesinde, Batı’daki gibi gelişmiş bir tüccar sınıfı yoktu ve olamazdı da. Çünkü tarım komünlerinde üretilen artık-ürünün tamamına yakını devletin elinde yoğunlaşmakta ve devletin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullanılmaktaydı. Dolayısıyla, geriye, özel ticarete ve serbest mübadele ilişkilerine konu olacak bir artık-ürün birikimi kalmıyordu. Bu koşullarda, elbette ki, sistemin içinde bir ticari sermayenin birikmesi ve dolayısıyla bir tüccar sınıfının oluşabilmesi de mümkün değildi. Osmanlı toplumunda ticaret, ancak sarayın (despotun), ordunun ve kentlerde oturan asker-sivil yüksek bürokrasinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan uzak mesafe ticaretinden ibaretti. Ne var ki, bu tür bir ticaret de, ya devletin görevlendirdiği memurlar ya da yabancı ülkelerden gelen tacirler (Osmanlı sistemine dahil olmayan kimseler) tarafından gerçekleştirilmekteydi. Yani devletin yaptığı şey değişim için değişim (meta ticareti) değil, kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kullanım değerlerinin bir değişimiydi.
Osmanlı’da ekonominin esas temelini oluşturan tarım komünlerindeki doğrudan üreticilerin (reaya) durumuna gelince; bu kesim, kentlerdeki ekonomik ve toplumsal hayatın tamamen dışındaydılar ve kendi içlerine kapalı bir yaşam sürdürmekteydiler. Asyatik karakterde olan bu tarım komünlerinde özel mülkiyet, meta ve mübadele ilişkileri hiçbir zaman gelişmemişti. Çok düşük düzeyde gelişmiş bir işbölümü, tarımla zanaatın ayrışmamış birliği ve her türlü ihtiyacın komün içinde karşılanması, bu toplulukları kendine yeterli ve dışa kapalı ekonomik birimler halinde tutmaktaydı. Bu özellikleri nedeniyle, tarım komünleri, Osmanlı despotizmi altında yüzlerce yıl sürekli kendini tekrarlayan, bitkisel bir yaşam sürdürdüler.
Marx bir yazısında, masum ve zararsız gibi görünen bu Asyatik tarım komünlerinin, varlıklarını sürdürdükleri her yerde, Doğu despotluğunun ekonomik temelini oluşturduklarını söylemişti. Özel mülkiyetin ve serbest mübadelenin olmadığı yerde, elbette ki pazarın ve kapitalist ilişkilerin gelişebilmesi de mümkün değildi. Bu nedenle Marx, Asyatik üretim tarzının egemen olduğu Doğu toplumlarında, kapitalizmi geliştirecek içsel dinamiklerin bulunmadığını ve bu toplumlara kapitalizmin ancak dışsal bir etken olarak girebileceğini söylemişti.
Osmanlı toplumunun evrimi, Batı’daki gelişmeyle tam bir tezat oluşturmaktadır. Batı’da devlet, bizzat toplumun geçirdiği evrime göre, yani toplumsal sınıfların ekonomik ilişkilerdeki ağırlığına göre biçimlenmiştir. Oysa Osmanlı’da bunun tam tersi olmuş, toplumsal ilişkiler ve sınıflar, devletin elinde yoğrularak biçimlenmiştir.
Osmanlı toplumunda üretici olmayan (asalak) unsurların (saray erkanı, asker ve sivil bürokrasi, din uleması) toplam nüfus içindeki payı, Orta Çağ Avrupa’sının feodal toplumlarına oranla çok daha büyük bir yer tutmaktaydı. Yönetici sınıfa mensup nüfusun bu denli kalabalık oluşu, Osmanlı kentlerinin oluşmasında da esaslı rolü oynamıştır. Fakat bu kentler, Batı’daki gibi merkezi otoritenin dışında oluşmuş “özerk kentler” değillerdi; tam tersine, bizzat devletin kurduğu ve devlet sınıfının (saray ve asker-sivil bürokrasi) ikamet ettiği bir tür yönetim karargâhlarıydılar. Yönetici sınıfın ihtiyaçlarının karşılanması zorunluluğu, bu kentlerde sanayi ve ticaretin organize olmasını da sağlamıştır. Fakat gerek sanayi gerekse ticaret, bağımsız bireylerin doğrudan pazar için faaliyeti olarak değil, devletlu sınıfın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir faaliyet olarak gelişiyordu. Ve bu nedenle, Osmanlı’nın kentlerinde sınai ve ticari faaliyet, devletin mutlak kontrolü altında bulunuyordu. Despotik devletin belirleyici olduğu bu üretim ilişkileri, Batı’daki gibi bir pazar sisteminin oluşmasını ve mübadelenin gelişmesini tarihler boyunca engellemiştir. Bu nedenle, 16. ve 17. yüzyılda Batı’da gelişen kapitalist ilişkiler ve ilkel sermaye birikimi süreci aynı yüzyıllarda Osmanlı’da hiç yaşanamamıştır.
Böyle bir sosyo-ekonomik yapı içerisinde, kapitalizmin gelişmesini sağlayacak içsel dinamiklerin oluşabilmesi kesinlikle olanaklı değildi. Engels de 1890’da Neue Zeit’da yayımlanan bir makalesinde şunları yazıyordu:
“Gerçekten de, tıpkı bütün Doğu egemenlikleri gibi, Türk egemenliği de, kapitalist bir toplumla uzlaşmayacak bir şeydir; çünkü elde edilen artık-ürünü zorba valilerin ve gözü doymaz paşaların pençesinden kurtarmak imkânsızdır; burada, burjuva mülkiyetinin ilk temel şartını, yani tüccarın ve malının emniyet altında bulunması halini görmüyoruz.” (Aktaran: Selahattin Hilav, K. Marx, “Türkiye Üzerine”, Önsöz, Gerçek Yay.,1966, s.9)
Batı kapitalizmi karşısında Osmanlı despotizminin bocalama dönemi
Amerika’nın keşfi ve yeni ticaret yollarının açılmasından sonra, Batı Avrupa’da hızlı bir ticari gelişme ve ilkel sermaye birikimi süreci yaşandı. 16. ve 17. yüzyıllar, Batı Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de feodal üretim ilişkilerinin çözüldüğü, yeni bir sınıfın (burjuvazinin) yükseldiği ve gelecekteki endüstri kapitalizminin önkoşullarının (manüfaktür) oluştuğu yüzyıllardır. Bu merkantilizm dönemine, Batı’nın dünya ölçeğinde yaygınlaştırdığı sömürgecilik politikası eşlik etti. Batı’da yaşanan bu hummalı kapitalistleşme süreci, 18. ve 19. yüzyıllarda da ivmelenerek sürdü.
Oysa aynı yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğunda durum tamamen farklıydı. Asyatik üretim tarzı gibi durağan bir yapı üzerine oturan Osmanlı devleti, gelişen Batı karşısında eski gücünü yitirmiş ve 17. yüzyıldan itibaren de tam bir duraklama dönemine girmiştir. Osmanlı’nın Asyatik toprak düzeni de bu dönemde bozulmaya başladı. Yeni toprak fetihlerinin olmayışı, Doğu ticaret yollarının önemini yitirmesi, kaçakçılığın artması, tarımsal üretiminin yetersizliği vb., Osmanlı devletinin gelirlerini iyice azaltmıştı. 17. yüzyılın başında, Osmanlı devletinin giderleri, gelirlerinin üç katına çıkmıştı. Bu koşullarda tam bir mali darlığın içinde kıvranan Osmanlı maliyesi, ivedi olarak yeni gelir kaynakları bulmak zorundaydı. Ama bu dönemde devletin toprak gelirinden başka el atacağı kaynak da kalmamıştı. Devlet, acil gelir sağlamak için, topraktan elde edeceği gelirleri (vergileri) toplama yetkisini, ihale ile ve belli bir bedel karşılığında satışa çıkarmak zorunda kaldı. Böylelikle devlet, kendi mülkiyetindeki toprakların idaresini, devletin görevlisi olan askeri bürokrasinin (sipahinin) elinden alarak, mültezim denilen özel kişilere (bunlar şu ya da bu yolla bireysel servet biriktirmiş nüfuzlu kişilerdi) vermeye başladı. Yapılan bu değişiklik, Osmanlı toprak düzeninin (dirlik düzeninin) tamamen bozulmasına ve çözülmesine yol açacak olan çok önemli bir değişiklikti. Çünkü, toprak düzeninde yapılan bu değişiklikle, tarımda üretimi ve artık-üretimi denetleyen güçler değişmekteydi. Tarımdaki artık-ürüne vergi adı altında doğrudan el koyan devletin yerini, şimdi özel kişiler almaktaydı. Ve bu yolla, devletin gelirlerine ortak olan yeni güçler türedi. Bu durum, ilerleyen süreçte devlet sınıfının (padişah ve asker-sivil bürokrasi) yanı sıra, yeni siyasal güç odaklarının da oluşmasının yolunu açacaktı. Nitekim bir süre sonra, esasen devlete ait olan toprakların mülkiyeti, hukuken olmasa bile fiilen, mültezim denen nüfuzlu kişilerin eline geçmeye başlamıştı bile. Böylece, devlet mülkiyetine dayanan eski Asyatik toprak düzeninin yanı sıra, şimdi bir de özel kişilerin fiili mülkiyetine (toprak gaspına) ve özel sömürü ilişkilerine dayanan yeni bir toprak düzeni (derebeylik ve ağalık) çıkmıştı ortaya. Bu nüfuzlu kişiler, toprağın mülkiyetini fiilen ele geçirdikleri bölgelerde, zamanla, özel silahlı birliklerini oluşturarak, derebeylik taslamaya ve merkezi otoriteyi dinlememeye başladılar. 18. yüzyıldan itibaren, bu derebeyleşme karşısında merkezi otorite (padişahlar) giderek çaresiz kalmış ve bu merkezkaç güçlerle baş edemez olmuştu.
Öte yandan bu dönemde, devlete ait toprağı bir biçimde ele geçirmeye çalışan diğer bir kesim de, bizzat devlet sınıfının içinde olan vezir, paşa, vali, din uleması gibi yüksek yöneticilerdi. Osmanlı kanunlarına göre, yöneticilerin bireysel olarak, özel toprak mülkiyetine sahip olmaları yasaktı. Fakat buna da bir çözüm bulmuştu yöneticiler. Osmanlı’da “dini hayır işleri” ve “sosyal yardımlaşma” için kurulan “vakıflar”a toprak tahsis edilebiliyor ve toprakların işletme hakkı vakıflara veriliyordu. İşte valiler ve paşalar, kurdukları bu vakıflar sayesinde devlet topraklarını ele geçirmeyi başardılar. Ve böylece, devlet toprakları, taşradaki derebeylerin ve ağaların yanı sıra, yüksek devlet bürokrasisi tarafından da yağmalanmaya başlandı. Türkiye’nin ekonomi tarihinde, kamu mülklerinin yağmalanmasında bu vakıf sisteminin çok önemli bir rolü olmuştur. Daha da ilginci, bu vakıf sisteminin cumhuriyet tarihinde de devam etmiş olmasıdır. Osmanlı’nın çöküşünden sonra, cumhuriyet devletine geçen vakıflar, burjuva devletin kanatları altında bugün de varlıklarını hâlâ sürdürmektedirler. Milyarlarca dolarlık mal varlığına ve yüzlerce işletmeye sahip olan bu devlet vakıfları, despotik Osmanlı geleneğinin bir kalıntısı olarak, bugün de yönetici bürokrasinin arpalığı olmayı sürdürüyor.
Osmanlı’nın toprak düzeninin bozulmasından en büyük zararı gören, elbette ki, toprakta çalışan üreticiler (reaya) oldu. Daha önce yalnızca devlete karşı sorumlu olan ve alıştığı vergileri ödeyen reaya, şimdi derebeylerin insafsız baskı ve sömürüsüne maruz kalmaktaydı. Çok geçmeden, derebeylerin, ağaların ve tefeci mültezimlerin (özel vergi tahsildarları) aşırı baskı ve sömürüsü, reayayı canından bezdirecekti. 17. ve 18. yüzyıllarda, baskılardan ve yağmalanmaktan yılan köylüler, topraktan kopuyor ve işsizleşiyordu. Fakat Osmanlı düzeninde, topraktan kopan bu kitleleri istihdam edecek bir sınai gelişme de olmadığı için, bunlar ya haydut çeteleri kurup dağlara çıkıyorlar ya da kentlere gidip, işsiz serseri güruhunu oluşturuyorlardı. İmparatorluğun merkezinden uzak bölgelerdeki topraklarda tam bir anarşi, düzensizlik ve kaos ortamı hüküm sürmekteydi.
Çözülme süreci
Fakat Osmanlı’nın geleneksel yapısında daha esaslı bir çözülme, 19. yüzyılda, Batı kapitalizmiyle girilen ilişkiler sonucunda oldu. Bu süreç, Osmanlı’nın yarı sömürge haline gelmesi ve nihayet yıkılmasıyla sonuçlandı. O bakımdan diyebiliriz ki, Osmanlı despotizminin nihai çözülüşünde asıl rolü, sisteme dışarıdan giren Batı kapitalizmi oynamıştır.
19. yüzyıldan itibaren, Osmanlı pazarı Batı kapitalizminin pazarı haline gelmeye başladı. Aynı zamanda bu dönemde, devletin dış borçlanma yoluyla Batılı bankerlere bağımlılığı da arttı. Öte yandan kapitalist pazarın gelişmesinde vazgeçilmez bir temel olan demiryolları ve iletişim ağının kuruluşu da yabancı sermaye tarafından bu dönemde gerçekleştirildi. Deniz taşımacılığı, gemi yapımı, bazı madenlerin açılarak işletilmeye başlanması ve bazı askeri amaçlı fabrikaların kurulması vs. bu dönemin gelişmeleridir. Maddi altyapıdaki bu dönüşümlerin yanı sıra, toprakta özel mülkiyetin gelişmesi yolunda da birtakım önemli adımlar atıldı. Bu gelişmeler çerçevesinde, önemli bir bölümünü liman kentlerindeki gayrimüslimlerin oluşturduğu bir komprador burjuvazi gelişti.
20. yüzyılın başında Batı’da kapitalizmin emperyalist aşamaya geçiş süreciyle birlikte, Osmanlı’nın bu uzun çözülüş süreci de son evresine girdi. Osmanlı İmparatorluğu, tıpkı İran ve Çin imparatorlukları gibi, kelimenin gerçek anlamında bir yarı-sömürge haline geldi. Örneğin Fransız sermayesi tarafından kurulan Osmanlı Bankası süreç içinde Osmanlı parasının yönetimini devralarak Merkez Bankası işlevini görmeye başladı. Yine Osmanlı maliyesi ağır borç krizlerinin ardından Batılı devletlerin temsilcilerinden oluşan bir idareye, Düyun-u Umumiye’ye teslim edildi.
Osmanlı için genel bir gerileme ve çöküş anlamına gelen bu süreci, Osmanlı hâkim sınıfı ne pasif bir biçimde kabullendi ne de yekpare davrandı. Duruma ayak uydurabilmek için başta ordu olmak üzere devlet aygıtını güçlendirebilmek üzere, Rus Çarlığındakine benzer şekilde bazı yenilikler yapılmak zorunda kalındı. Ve tüm bu gelişmeler genel olarak Osmanlı yönetici sınıfı içinde çıkar ve görüşleri zıt, kabaca iki ayrı kesimin oluşmasına yol açtı. Her iki kesim de kendince Osmanlı devletini kurtarmayı amaçlıyordu. Bir kesim bunun eski despotik geleneklerin muhafazası yoluyla mümkün olacağını iddia ederken, diğer kesim “Batılılaşma” ve “modernleşme” yolunu savunuyordu. Jön Türk hareketi olarak somutlanan bu yenilikçi kesim daha sonra İttihat ve Terakki adı altında bağımsız siyasal örgütlenmesini oluşturdu. Uzun bir mücadele ve çatışmalar sürecinin ardından, bu kesim 1908 yılında iktidarı ele geçirmeyi başardı ve anayasal-meşruti monarşiyi ilân etti. İlerleyen tarihlerde burjuva cumhuriyetin kuruluşuna önderlik edecek kadroların hemen tamamı bu hareket ve örgütlenmenin içinden çıkmıştır.
Milliyetçi İttihat-Terakki önderliği, o günün dünya konjonktürü içinde, kurtuluş çaresini Alman emperyalizmine yakınlaşmakta ve ardından onun yanında dünya savaşına girmekte bulmuştu. Yükselişte olan Alman emperyalizmi 19. yüzyılın son dönemi ve 20. yüzyılın ilk yıllarında, diğer rakiplerinin aleyhine olarak Osmanlı üzerinde büyük bir nüfuz kurmuş ve onu mali tutsaklığa mahkûm etmişti. Zayıf ekonomisi ve güçleriyle Almanya’nın yanında savaşa giren Osmanlı devleti savaştan mağlup ve perişan çıktı. Birinci Savaşın sonunda, Anadolu’nun ortasındaki küçük bir bölge dışında imparatorluk topraklarının tamamı emperyalist güçler tarafından işgal edildi. Bu durum Osmanlı yönetici sınıfı içindeki çelişkilerin keskinleşmesine ve daha sonra burjuva cumhuriyetin kuruluşuna önderlik edecek olan kanadın diğerlerinden kesin olarak kopmasına yol açmıştır.
Ulusal bağımsızlık savaşı ve burjuva cumhuriyetin kuruluşu: 1919-1923
Türkiye topraklarında kapitalizmin gelişmeye başlaması açısından, 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan burjuva cumhuriyeti tarihsel bir dönüm noktası oluşturur. Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ötürü, Osmanlı toplumunda Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar Batı’daki gibi bir kapitalist gelişme yaşanmamıştı. Dolayısıyla, Batı’daki gibi bir ulusal burjuva sınıfı da yeterince oluşmamıştı. O nedenle, Birinci Dünya Savaşında Anadolu’yu işgal eden Avrupalı emperyalist işgalcilere karşı milli bağımsızlık mücadelesinin önderliğini, eski “devlet sınıfı” olma geleneğini sürdüren Osmanlı ordusunun subayları üstlendi. Milli mücadelenin önderliğini üstlenen Osmanlı paşası Mustafa Kemal ve arkadaşlarının amacı, Anadolu’da işgalden kurtarılmış topraklarda, Batı tipi kapitalist bir ulus-devlet yaratmaktı. Yani bir anlamda ulusal burjuvazinin tarihsel misyonunu Osmanlı paşaları yerine getirecekti.
Türkiye’de burjuva cumhuriyetinin kurulması ve kapitalizme geçiş, dünyada emperyalizm çağına girildiği bir dönemde gerçekleşiyordu. Bu dönem aynı zamanda, büyük Ekim Devriminin emperyalist-kapitalist zinciri parçaladığı ve onun halkalarından birini sistemden kopardığı tarihsel bir dönemdi. İşçi ve köylü sovyetleri iktidarının kuruluşu, bir anda ezilen halkların kurtuluşu için esin kaynağı haline gelmişti. O nedenle, SSCB’nin komşusu olan Türkiye’deki ulusal bağımsızlık mücadelesi de iki farklı eğilimin etkisi altında gelişti. Biri Ekim Devrimi ve Bolşeviklerin etkisi, diğeri burjuva milliyetçiliğinin etkisi. Dolayısıyla, Anadolu’da işgalci emperyalist güçlerin karşısında siyasal çizgileri farklı olan iki ayrı bağımsızlıkçı hareket oluşmuştu. Bunlardan birincisi, M. Kemal’in önderlik ettiği, Osmanlı Ordusunun subaylarından ve eski İttihatçı kadrolardan, Anadolu’daki ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinden oluşan milliyetçi hareketti. İkinci hareket ise, henüz gelişmekte olan genç komünist örgütlenmeyle de dirsek temasında bulunan ve bir ölçüde Rusya’daki devrimden ve köylü sovyetlerinden etkilenen Yeşil Ordu hareketiydi. Bu hareket, daha çok köylülüğe dayanan ve esasen gerilla savaşı yürüten düzensiz birliklerden oluşuyordu.
Osmanlı paşalarının ve bürokratlarının önderlik ettiği milliyetçi hareket, dünya savaşının sona ermesi ve Ekim Devrimiyle oluşan yeni dünya dengelerini başarılı bir şekilde istismar ederek hedeflerine ulaştı. Her ne kadar Anadolu’nun büyük bir bölümünü işgal etmiş olsalar da, emperyalist güçler aslında dünya savaşından oldukça zayıflamış olarak çıkmışlardı. Hem Avrupa’da işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde büyük bir devrimci huzursuzluk ve kaynaşma baş göstermiş, hem de sömürgelerde bağımsızlık yanlısı güçlü hareketler yükselmeye başlamıştı. Ayrıca Sovyet Rusya’daki yeni devrimci rejimin önderliğinde, bu her iki dinamiği de kucaklamaya ve önderlik etmeye çalışan yeni ve devrimci bir Enternasyonal kurulmuştu. İşte hem bu nesnel zemin, hem de Sovyetler Birliği ve Komünist Enternasyonal’in varlığı genel olarak emperyalist güçlerin elini zayıflatan bir faktördü. Anadolu’daki milliyetçi önderlik emperyalistlerin bu zaafının üzerine gitmesini bildiği gibi, Sovyetler Birliği’ne de şirin gözükmek için azami gayreti göstermeyi ve ondan hayati önemde mali ve askeri yardım koparmayı bilmişti.
İngiliz işgali altında bulunan İstanbul’daki padişah hükümetinden bağımsız olarak hareket eden milliyetçi önderlik, daha 1920’de Ankara’da yeni bir Ulusal Meclis ve hükümet kurarak bir tür ikili iktidar durumu yaratmıştı. M. Kemal’in liderliğindeki burjuva milliyetçi hareket daha bu dönemde İngiliz emperyalizmiyle diplomatik görüşmeleri başlattı. Bu temaslarda İngilizler Sovyetler Birliği’ne karşı mesafeli durulmasını ve genç komünist hareketin ve Yeşil Ordunun köylülerden oluşan gerilla güçlerinin tasfiye edilmesini istediler. Nitekim tüm bu unsurlar 1921 dönemeciyle birlikte aynen İngilizlerin istediği gibi tasfiye edilecek ve Ankara hükümeti 1921 Şubatında Londra’da yapılan konferansa davet edilmeyi başaracaktı.
M. Kemal’in önderliğindeki düzenli ordu, sanılanın aksine emperyalist güçlerle doğrudan bir askeri çatışmaya girmemiştir. Çünkü 1921 Londra Konferansından sonra Batılı işgalci güçler askeri birliklerini Anadolu’dan çekmeye başlamışlardır. Sonuç olarak, Kurtuluş savaşı denilen şey, gerçekte doğuda Ermenilere ve en çok da batıda Yunan işgaline karşı yürütülen bir savaş olmuştur. Ne İstanbul ve çevresini işgal eden İngilizlere karşı, ne Ege ve Akdeniz bölgelerini işgal eden İtalyanlara karşı, ne de Anadolu’nun güney ve güneydoğusunu işgal eden Fransızlara karşı bir savaş yürütülmüştür. Fransız kuvvetlerine karşı küçük çaplı bir silahlı direniş olmuşsa da, buradaki Fransız kuvvetlerinin gerçekte Ermenilerden oluşturulmuş birlikler olduğu unutulmamalıdır.
Ve nihayet 1923 yılında Lozan’da yapılan Antlaşmayla M. Kemal’in Ankara hükümeti emperyalist devletler tarafından resmen tanınmıştır. Temmuzda yapılan anlaşmadan hemen üç ay sonra (29 Ekim 1923) cumhuriyetin ilân edilmesiyle, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Anadolu toprakları üzerinde yeni bir devletin, Türkiye burjuva cumhuriyetinin doğumu gerçekleşmiş oluyordu.
Cumhuriyetin kuruluşu döneminde son derecede cılız ve korkak olan Türk burjuvazisi, bir yandan emperyalist Batı karşısında kendi ulusal bağımsızlığı için mücadele ederken, öbür yandan Anadolu’da gelişebilecek Sovyet devrimine benzer bir halk hareketinden de korktuğu için, burjuva demokratik devrimin gereklerini yerine getirmekten geri duruyordu. Bu nedenle Türk burjuvazisi, Osmanlının eski despotik, Asyatik devlet geleneğini kökten tasfiye etmemiş, tersine bu devlet geleneğini biraz cumhuriyet yağına bulayarak olduğu gibi devralmıştır. O nedenle M. Kemal’in kurduğu yeni burjuva cumhuriyetinin demokratik muhtevası son derecede cılız, buna mukabil baskıcı, totaliter karakteri çok belirgin olmuştur.
Bu nedenlerden ötürü, Türkiye’de modern kapitalizmin gelişmesi için gerekli olan sosyal ve siyasal reformlar, köklü bir burjuva demokratik devrimin ürünü olarak değil, tepeden inmeci, yani devlet tarafından, Bismarckvari yöntemlerle yapıldı. Böyle olduğu için, Türkiye’de burjuva demokratik anlamda bir toprak devrimi hiç yaşanmadı ve köylüye toprak dağıtılmadı. Aksine, 1923’te kurulan yeni burjuva cumhuriyeti, toprak ağalarıyla uzlaşarak ve iktidarını onlarla paylaşarak, tam kırk yıl süreyle (1960’lara kadar) Prusya tipi bir kapitalist gelişme yolu izledi. O nedenle Türkiye’de kapitalizmin gelişme süreci, son derecede gecikmiş, sancılı bir süreç oldu.
1923’te kurulan siyasal iktidarın sınıfsal bileşimi şu unsurlardan oluşmaktaydı: Devlette geleneksel (Osmanlıya özgü) yönetici sınıf konumunu hâlâ sürdürmekte olan asker-sivil bürokrasi; ticaret burjuvazisi; Anadolu’daki büyük toprak sahipleri. Bu egemen sınıflar bloğunda hegemon olan, liderliğini M. Kemal’in yaptığı asker-sivil bürokrasiydi. Kemalist iktidar kapitalizm yolunu tutacağını 1923 yılında İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde açıklamıştı. Böylece yeni hükümet, liberal ilişkilere dayalı kapitalist bir ekonomiden yana olduğunu, yabancı sermayeyle arasında hiçbir sorun olmadığını ilan ediyordu. Nitekim, Ankara hükümeti Osmanlı’nın borçlarını üstlenmiş ve emperyalist ülkelerin Osmanlı döneminde elde ettikleri gümrük muafiyetlerine ve imtiyazlarına altı yıl süreyle dokunmamayı taahhüt etmişti.
Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşu
TKP Ekim devriminin doğrudan etkisi altında, Komintern’in bir seksiyonu olarak 1920’de kurulmuştu. Bu partinin kuruluş kongresi Baku’da Bolşeviklerin himayesi altında yapıldı. Fakat M. Kemal’in burjuva milliyetçi hareketi, KP’nin büyümesinden ve Ekim Devrimine benzer bir işçi-köylü devriminin gelişmesinden çekindiği için, daha baştan genç komünist hareketi tecrit etme siyaseti uygulamaya koyulmuştu. Burjuva milliyetçi önderliğin bu tutumu, İngiliz emperyalizminin Ekim Devriminin sonuçlarından ve yayılmasından duyduğu endişe nedeniyle izlediği siyasetle de tam çakışıyordu. O nedenle, burjuva milliyetçi önderlik, TKP’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra İngiliz emperyalizmiyle anlaşarak komünistlere karşı bir takım karanlık tertiplere girişti. Ulusal kurtuluş savaşına katılmak üzere Sovyet Rusya’dan Anadolu’ya geçmeye çalışan TKP’nin ilk genel sekreteri Mustafa Suphi ve MK üyesi 14 yoldaşı, burjuva milliyetçilerin hazırladığı bir provokasyon sonucunda, 28 Ocak 1921’de Karadeniz’in derin sularında katledildiler.
Tarihin bu sayfası Türkiyeli komünistler açısından tam bir trajedidir. Çünkü Mustafa Kemal önderliğindeki burjuva milliyetçi hareket, tam bir ikiyüzlü siyaset izleyerek, bir yandan Türkiye komünist hareketini ezmek için emperyalistlerle gizli anlaşmalar yapıyor ve en sinsi entrikalara başvuruyor, ama öte yandan Sovyetler Birliği’nden yardım alabilmek için de kendini anti-emperyalist, halkçı bir hareket olarak sunuyordu. Ve ne yazık ki, bu konuda izlediği taktiklerde oldukça da başarılı oldu. Burjuva milliyetçi hareket, ülke içinde komünistleri ezerken, Sovyetler Birliği’nden askeri ve parasal yardım almayı da becerdi. Aslında yaşanmış olan bu tarihi gerçeklik, ulusal kurtuluş mücadelesinde burjuvaziye güvenme ve onu müttefik olarak görme yanılgısının çarpıcı bir örneğini oluşturuyordu. Benzer bir örnek, Çin’de Çan Kay-şek’le yapılan ittifakta da yaşanmıştır.
Türkiye’deki sosyalist hareket, Bismarck tipi bir burjuva lideri olan Mustafa Kemal’in misyonunu ve onun adıyla anılan Kemalizmin gerçek niteliğini uzun bir süre doğru tahlil edememiştir. Yıllar boyunca Türk solu, Kemal’in hareketini gerçek bir anti-emperyalizm olarak algıladığı için, onu temel müttefiki olarak değerlendirme yanılgısına düşmüştür. Türkiye’de sosyalist hareketin büyük çoğunluğunun temel zaafı, anti-kapitalist içerikten yoksun sözde bir anti-emperyalizm kavrayışına sahip olmasıdır. Bu nedenle sosyalist hareket içinde bir Kemalizm sempatisi uzun yıllardır süregelmiştir ve ne yazık ki bugün de hâlâ devam etmektedir. Yine Türkiye’de sosyalist solun bir diğer yanılgısı, cumhuriyetin ilk döneminde Kemalizmin uyguladığı devletçi kalkınma modelini neredeyse sosyalizmle özdeşleştirmiş olmasıdır. Türk solu, kapitalizmi besleyip büyüten ve yerli burjuvaziye sermaye birikimi sağlamayı temel amaç edinen bu devletçiliği koruyup kollamayı da adeta kendi görevi bilmiştir. Ne hazin, ama gerçek budur! Bu nokta çok önemlidir. Kemalizmin sınıf karakterini değerlendirmedeki bu derin yanılgı, Türkiye sosyalist hareketinin Kürt sorununda benimsediği sosyal şoven yaklaşımların da temelini oluşturmuştur. Bu nedenle, Türkiye’de yıllardır ezilen Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesi karşısında doğru tutum takınılmamış ve ezen ulusun komünistleri kendi üzerlerine düşen görevleri yerine getirmemişlerdir.
Türkiye’de burjuva cumhuriyetin tarihi, işçi sınıfı ve sosyalist hareket üzerindeki asla sona ermeyen zulüm, yasak ve devlet terörünün tarihidir. Örneğin Türkiye’nin en eski sosyalist partisi TKP, 70 yıllık ömrü boyunca sadece 2 yıl legal olarak çalışabilmiştir. Geri kalanını, illegalite ve gizlilik koşullarında sürdürmüştür.
TKP neredeyse tüm ömrü boyunca resmi Stalinist Sovyet çizgisini izlemiştir. Geçmişte TKP içinde bazı muhalefet grupları ortaya çıksa da, bunlardan hiçbiri Stalinizmden kopamamıştır. TKP tarihinde bunun tek istisnası, 1932’de örgütlenen ve büyük şair Nazım Hikmet tarafından desteklenen “İşçi Muhalefeti”dir. Fakat bu muhalefet grubu Troçkistlikle suçlanmış ve Stalinist parti liderliği tarafından tasfiye edilmiştir.
Kemalist iktidarın ilk evresi: 1923-1930
M. Kemal’in önderliğinde kurulan burjuva devletinin ilk on yılında uygulanan iktisat politikası, Batı kapitalizmiyle ilişkileri geliştirme arayışları çerçevesinde, liberal iktisat politikaları oldu. Bu politikaların temel amacı, kapitalist kalkınma yolundan yürünerek, bir ulusal ekonominin yaratılmasıydı. Fakat Türkiye’de kapitalist yatırımlara öncülük edecek ne bir milli burjuva sınıfı, ne de yeterli bir sermaye birikimi vardı. O nedenle devlet bu dönemde özel kapitalist girişimciliği destekleyici ve teşvik edici iktisadi politikalara ağırlık verdi. Osmanlı subaylarının öncülüğünde kurulan genç burjuva devleti, yıllardan beri gayrimüslim komprador burjuvalar tarafından Avrupa’ya akıtılan sermayeyi, Türkiye’de tutmak ve yerli burjuvazinin kullanımına sunmak istiyordu.
Bu dönemde siyasal iktidarda ağırlık gene asker-sivil bürokrat kadrolarda kaldı. Bir bakıma bu kadrolar, henüz oluşmakta olan milli burjuvazinin hamiliğini yapmaktaydılar. Bu nokta, Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin özgül yönlerinden biridir. Bu siyasal kadronun amacı, gerçekten Batılı anlamda bir burjuva sınıfı ve burjuva devlet yaratmaktı. İşte Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) de bu amaçla, bizzat devleti yöneten asker-sivil bürokrasi tarafından örgütlenmiş bir partiydi.
Bu dönemde, ekonomik alanda uygulanan tüm liberal politikalara ve kapitalizmi teşvik edici yasalara karşın, ne kapitalist bir sanayi hamlesi başarılabilmiş, ne de istenen düzeyde bir “milli” burjuva sınıfı yaratılabilmiştir. Çünkü bunun için gerekli olan bir yerli sermaye birikimi olmadığı gibi, Batı’dan Türkiye’ye bir yabancı sermaye girişi de olmamıştı. Bu dönemde Kemalist iktidarın Batılılaşmayı (kapitalistleşmeyi) hedefleyen genel politikasına karşın, Batılı kapitalist devletler, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne hâlâ ikircikli yaklaşıyorlardı. Dolayısıyla Türkiye, bu ilk evrede, sanayisi gelişmemiş ve kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin hâlâ varlığını sürdürdüğü bir “tarım ülkesi” görünümünü sürdürüyordu.
Cumhuriyetin bu ilk yıllarında, ağırlıklı olarak, kapitalist gelişmenin üst yapısal çerçevesini oluşturan çeşitli reformlar gerçekleştirildi. Bu reform hareketine öncülük eden milliyetçi hareketin lideri M. Kemal, genç burjuva cumhuriyetin hedefini şöyle açıklıyordu: “Batı’nın çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak.” Bu anlamda, M. Kemal’in sosyal alanda giriştiği “Batılılaşma” reformları, Osmanlı’nın devamı olan bir topluma benimsetilmesi gerçekten zor olan reformlardı. Üstelik bu üst yapısal reformların kalıcı olabilmesi için, alt yapısal alanda da buna uygun dönüşümlerin (sanayileşme, toprak reformu vb.) gerçekleştirilmiş olması gerekiyordu. Özellikle Doğu ve Güneydoğuda, Kürtlerin yaşadığı bölgede toprak ağalığı sistemi devam ediyordu. Üstelik, Kemalist bürokrasinin hegemonyası altındaki genç Cumhuriyet devleti, toprak ağalığını tasfiye etmek yerine, onunla ittifak kurmuştu. Böyle olunca, sosyal alandaki üst yapısal reformların çoğu, biçimsel olmaktan öteye geçemeyen ve “halka yabancı olan” değişiklikler olarak kaldılar.
Kapitalizmin dünya krizi ve Türkiye’de “devlet kapitalizmi” dönemi: 1930-1946
1930 yılına girildiğinde, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik durumu hiç de iç açıcı değildi. Bir diğer önemli nokta, dünya kapitalist sisteminde derin bir bunalımın tam da bu dönemde (1929-33) patlak vermesiydi. Bu kriz, dış ticaret yoluyla Türkiye ekonomisini de etkilemişti. Özellikle ihracatı tarıma dayalı olan Türkiye’de tarım ürünlerinin fiyatının düşmesi, hem devlet gelirlerini hem de toprak sahiplerinin gelirlerini azaltmıştı. Bu dönemde Türk parası önemli ölçüde değer yitirdi. Ayrıca, Osmanlı borçlarının ilk taksidinin de aynı döneme rastlaması, devlet maliyesini çok güç duruma sokmuştu. Bu borçlar neredeyse devlet bütçesinin yüzde onunu alıp götürüyordu.
Bu olumsuz koşullar, genç burjuva devletini yeni bir ekonomik strateji geliştirmeye zorluyordu. Sanayileşme hamlesinin başlatılması ve ulusal bir ekonominin inşası için, devletin ekonomik yaşama doğrudan müdahalesini (devletçilik) öngören bir stratejiydi bu. Kaldı ki, devlet yönetiminde hegemon konumda olan asker-sivil bürokrat kadronun ruh hali de bu stratejiyi uygulamaya çok yatkındı. Çünkü Osmanlı devletinde de yönetici sınıf konumunda olan bu kesim, şimdi de kendini hem devletin sahibi hem de toplumun koruyucusu olarak görmekteydi. Kemalist bürokrasi, Türkiye’de bir “milli” kapitalizmin ancak devlet eliyle kurulabileceğine inanmaktaydı. Nitekim gelişen dünya konjonktürü de onların bu düşüncesini pekiştirmekteydi. Ayrıca bu dönemde, devletçiliğe dayanan Sovyetler Birliği ekonomisinin, kapitalist dünya krizinden hiç etkilenmemesi ve tersine büyümeyi sürdürmesi, SSCB’nin komşusu olan Türkiye’de dikkatle izleniyordu.
İşte bu koşullar altında, Türk devleti de bir bakıma Sovyetler’dekine benzer bir biçimde, beş yıllık ekonomik planlar hazırlamaya girişti. 1930 ile 1946 arasındaki yılları kapsayan bu dönem, ekonominin her alanında mutlak “devletçilik”in egemen olduğu bir dönemdir. Bu dönemde siyasal yaşam, resmi devlet partisi olan ve daha çok da bürokrasinin egemenliğini temsil eden CHP’nin tek parti diktatörlüğü altında geçmiştir. Bu partinin isminde “halk” kelimesinin de bulunmasına rağmen, onun halkla ve halkın çıkarlarıyla hiç bir ilgisi yoktu. Tam tersine bu parti, emekçi halkın karşısında “bürokrasi-burjuvazi-büyük toprak sahibi” blokunun temsilcisiydi.
Bu dönemde kapitalizm, devletin güdümünde ve yönlendiriciliği altında gelişti. O nedenle, Türkiye’de kapitalizm, Batı’daki gibi rekabetçi bir dönemi hiç yaşamadı. Bu devlet kapitalizmi döneminde devlet işletmeciliği hızla yayıldı ve sanayinin ekonomi içindeki payı iki katına çıktı. 1950 yılına kadar, bankacılık, büyük sanayi kuruluşları, madencilik, enerji, kimya, ulaşım, iletişim (haberleşme), tekstil, alkollü içki, sigara vb. devlet tarafından işletilmekteydi. Bu devletçilik ya da “devlet kapitalizmi” uygulamasının temel ve uzun erimli amacı şuydu: Ülke içinde emeğin aşırı sömürülmesiyle hızlı bir sermaye birikimi sağlayarak, yerli kapitalist sanayinin ve bir “ulusal burjuva” sınıfının gelişmesinin olanaklarını yaratmak. Nitekim bu hedefin bir parçası olarak, 1930’lardan 1946’ya kadar hem sendikalar hem de parti kuruluşu yasaklanmıştır.
Bu yıllardaki devletçilik uygulaması, tam bir otoriter ve baskıcı siyasal çerçeve içinde hayata geçirilmiş ve geniş emekçi kesimlerin ne seslerinin çıkmasına izin verilmiş ne de bu kitlelerin yaşam standartlarında dişe dokunur bir düzelme olmuştur. Fakat devlet, emeğin aşırı sömürülmesine dayalı bu kapitalist politikayı, genel bir “halkçılık” ve “anti-emperyalizm” söyleminin ardına gizlenerek uygulayabilmiştir. Kemalist iktidarın bu uygulamaları, o dönemde Stalinist bir parti olan TKP’nin bazı yöneticilerinden de destek görmekteydi. TKP’nin liderlerinden bazıları (bunlar arasında partinin o dönemdeki Genel Sekreteri de vardı), partiyi Kemalist iktidarın kuyruğuna takmak istediler. Hatta bu yöneticilerden bazıları TKP’den ayrılarak, CHP’nin devletçiliğini desteklemek üzere ayrı bir yayın organı (Kadro isimli bir dergi) çıkardılar. Kemalist iktidarın burjuva milliyetçi sınıf karakterini görmezden gelen bu insanlar, bu iktidarın uyguladığı devlet kapitalizmini, halkçı ve anti-emperyalist bir politika olarak alkışladılar. Dergilerinde şöyle yazdılar: “Bizim devletçiliğimiz, bağımsızlık savaşı veren dünya uluslarına örnek olabilecek, hiçbir sınıfa dayanmayan bir milli devletçiliktir.” Nitekim, devletçiliği sosyalizmle ve sınıfsız toplumla özdeşleştiren bu derin yanılsama, daha sonraki yıllarda da ve hatta bugün bile, Türkiye sol hareketinde izlerini hâlâ sürdürmektedir.
Daha önce “ebedi şef” ilan edilmiş olan Mustafa Kemal’in 1938 yılında ölmesinin ardından, tek parti diktatörlüğünün yapısında en küçük bir değişiklik olmamış ve onun yerini, “milli şef” ünvanı verilen başka bir Osmanlı paşası, İnönü almıştır. Türkiye İkinci Dünya Savaşına girmemiş olmakla birlikte, emekçi kitleler adeta bir savaşa girilmişçesine büyük bir sefalete sürüklenmiş, ağır bir baskı ve terör altında inletilmişlerdir. Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni, Yahudi vb. çeşitli azınlıklar bu baskılardan fazlasıyla nasiplerini almışlardır. Nazi Almanyası’nın uygulamalarını hatırlatır biçimde, azınlıklara karşı “Varlık Vergisi” adı altında yürütülen operasyonlar sonucunda, bu insanların malları ellerinden alınmış ve çoğu çalışma kamplarına sürülmüşlerdir. Askeri harcamaların büyük oranda yükselmesi, buna mukabil üretimin yıllık % 5-6’lar düzeyinde küçülmesi, üretici nüfusun büyük oranda silah altına alınması, savaş vurgunculuğunun dört bir yanı kuşatması, yokluk ve sefaleti hızla arttırmıştır. Bu koşulların baskısı ve ayrıca egemen sınıfın farklı kesimleri arasında da huzursuzluğa ve çelişkilerin keskinleşmesine yol açan kimi iktisadi ve politik tedbirler, savaş sonrasında egemen sınıf bloğunun politik bölünmesini hazırlamıştır.
Bu arada Türkiye savaşta taraf olmamasına rağmen savaşın muhtemel galibi olacak emperyalist kampa yamanmak üzere hazırlıklarını yapmaktan geri durmadı. Örneğin Nazi Almanyası’nın kazanma ihtimaline karşı, devlet içinde Nazilerle işbirliği halinde olan ırkçı faşist bir eğilimin gelişmesine göz yumuldu. Ancak Almanya’nın yenileceği kesinlik kazandıktan sonra bu akım tasfiye edilmiştir.
Savaş sonrası dönem: Yeni dünya dengeleri ve Türkiye (1946-1950)
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı boyunca kaypak bir tutum izlemesi, Avrupalı müttefiklerin safında Nazizme karşı savaşa katılmaması yüzünden, müttefiklerin nezdinde güvenilmez bir konumdaydı. Fakat, İkinci Dünya Savaşının bitimine yakın bir tarihte, Almanya’nın yenilgisi kesinleşince Türkiye Batı karşısında olumsuz görünümünü ortadan kaldırmak için Almanya’ya savaş ilan etmişti.
Savaş sona erdiğinde Türk egemen sınıfı kendisini büyük ölçüde değişmiş yeni bir dünya konjonktürü karşısında buldu. Faşizmin yenilgiye uğratılmasından sonra Avrupa’da liberal rüzgârlar esmeye başlamıştı. Türkiye de kendisini bu değişime uydurmak için, görünürde de olsa, siyaset alanında birtakım liberal düzenlemeler yapmaya zorlandı. Çünkü, Türk burjuvazisinin, ekonomik sıkıntılarını aşmak için Batı kapitalizminden gelecek ekonomik yardımlara ihtiyacı vardı. Bu bağlamda, özellikle ABD emperyalizmine yanaşmak istiyordu. İşte bu yeni dünya konjonktüründe tek parti diktatörlüğünü artık devam ettiremeyeceğini gören Türk devleti, 1946 yılında yeni siyasal partilerin kurulmasına göz yummak zorunda kaldı.
Özetle ifade etmek gerekirse, gerek dünyada değişen koşullar ve gerekse de Türkiye’nin ABD emperyalizmiyle girdiği yeni ilişkiler, ilerleyen süreçte siyasi yaşamda yansımalarını bulacaktı. Yaşanan değişimlerin sonucu olarak, bürokrasinin hakimiyeti altındaki CHP artık egemen sınıfların bazı kesimleri (özellikle büyük toprak sahipleri ve tüccarlar) için tatmin edici olmaktan çıkmıştı. Bu yüzden egemen sınıfların CHP içinde oluşturdukları koalisyon esaslı bir bölünmeye uğradı. Büyük toprak sahipleri ile tüccarlar CHP’den ayrılarak Demokrat Partiyi kurdular. Aslında bu yeni partinin kuruluşu, palazlanan büyük toprak sahipleriyle ticaret burjuvazisinin Kemalist bürokrasinin siyasal vesayetinden kurtulma hamlesiydi. Nitekim, 1950 yılında Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle, 30 yıldan beri hüküm süren CHP’nin tek parti diktatörlüğü son bulacaktı. Böylece, cumhuriyet tarihinin bir dönemi de kapanmış oluyordu.
Tek parti diktatörlülüğünün ağır baskılarından yılmış olan geniş halk kitleleri 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’ye oy vererek onu büyük bir meclis çoğunluğuyla iktidara taşıdı. Oysa DP gerçekte toprak ağaları ve kapitalistlerin çıkarlarını yansıtan halis bir düzen partisiydi. Önüne başka bir seçeneğin çıkmasına izin verilmeyen halk, CHP istibdadından ne olursa olsun kurtulmak adına DP’ye sarıldı. DP sözde demokrasi ve özgürlüklerden yanaymış gibi görünerek tepkinin kendi kanallarına akmasını kolaylaştırdı. Oysa DP de en az CHP kadar işçi sınıfının ve solun azılı düşmanı olduğunu iktidara geldikten sonra uyguladığı zulümle göstermiştir.
Ama öte yandan, bu partinin yanısıra 1946 yılında sol partiler de kurulmuştu. Örneğin, 25 yıldan beri yasaklı olan ve ancak gizli bir faaliyet yürütmek zorunda kalan TKP, kendisi legal olarak örgütlenemese bile, (çünkü hâlâ komünist parti adında bir parti kurmak yasaktı) legal alanda iki ayrı sosyalist parti kurdurmuştu. Bunlardan birincisi “Türkiye Sosyalist İşçi Köylü Partisi” ikincisi ise “Türkiye Sosyalist Partisi” idi. Ne var ki, son derecede korkak ve kaypak olan Türk burjuvazisi, bir yandan siyasal alanda liberal reformlar yapar gözükürken, diğer yandan sol partilere ne kadar tahammülsüz olduğunu gösterdi. O dönemde hâlâ iktidarda olan Kemalist CHP, bu iki sosyalist partiyi kuruluşlarından altı ay sonra kapattı.
Öte yandan, İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan bu yeni politik konjonktürden yararlanarak Türkiye işçi sınıfı da legal sendikal örgütlenmelere gitmişti. Cumhuriyetin kuruluşundan beri yasaklı olan işçi sendikaları da ilk kez bu dönemde legal olarak kurulabiliyordu. Türkiye işçi sınıfı bu olanaktan yararlanarak yüzlerce sendika kurmayı başardı. Kurulan bu yerel sendikalar, binlerce işçiyi örgütlemişti. Ve görünen oydu ki, işçi sınıfının sendikal hareketi çığ gibi büyüyecekti. Fakat işçi hareketindeki bu gelişme de Türk burjuvazisinin paniğe kapılmasına yetmişti. Sendikaların kuruluşundan altı ay sonra özellikle sosyalistlerin ve komünistlerin kurduğu legal sendikalar ardarda kapatıldı ve yöneticileri tutuklandı. Burjuvazi gelişebilecek olan güçlü bir sendikal hareketin önünü bu tür baskıcı yöntemlerle kesmeye çalışıyordu ve bunda da muvaffak oldu.
Yeri gelmişken belirtelim ki, Türkiye cumhuriyetinin tarihi, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal hakları bakımından bir engellemeler, yasaklar ve baskılar tarihi olmuştur. Türkiye’de çalışma yaşamını düzenleyen bir İş Yasası, burjuva cumhuriyetin ilanından tam 13 yıl sonra, 1936 yılında çıkartıldı. Fakat bu yasada işçi sınıfına sendika kurma, grev ve toplu pazarlık yapma hakkı gene de tanınmadı. İşçiler sendika kurma hakkını cumhuriyetin ilanından 24 yıl sonra, 1947’de kazandılar. Ancak grev hakkı ve toplu pazarlık hakkı gene yasaktı. Bu hak Cumhuriyetin ilanından tam 40 yıl sonra 1963’te elde edilebildi. Diğer yandan, 1960 yılına kadar hiçbir sosyalist partinin legal kuruluşuna izin vermedi burjuva devlet. 1936 yılında Mussolini’nin faşist ceza yasasından alınan “komünist propagandayı yasaklayan maddeler” ülkemizde tam 60 yıl yürürlükte kaldı. 1990 yılında bu yasa sözde kaldırıldı ama bu kez de başka bir yasa maddesinin içine sokuşturularak kamufle edildi.
Demokrat Parti iktidarı dönemi: 1950-1960
Büyük toprak sahiplerinden ve ihracatçı-ithalatçı tüccarlardan yana bir ekonomik politikanın uygulanması sonucunda, bu dönemde tarımda sıçramalı bir kapitalist gelişme yaşanmıştır. Tarımsal üretimde sağlanan artış, dış borçlanma kaynaklarının da genişlemesini sağladı. Bu dönemde dünya ekonomik konjonktüründeki gelişmeye paralel olarak, Türkiye ekonomisinde de hızlı bir gelişme ve önemli sayılabilecek bir sanayileşme hamlesi başladı. 1950’li yıllardaki bu gelişmenin itici gücü, yeni toprakların tarıma açılması ve tarımda ileri girdilerin kullanılması, yani tarımda kapitalist üretimin gelişmesiydi.
Siyasal alandaki gelişmelere gelince; devletin ekonomiye tam müdahalesinden yana olan geleneksel asker-sivil bürokrat kadroların devlet yönetiminden tasfiyesine bu dönemde başlandı. Siyasal iktidar bu dönemde ticaret burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri koalisyonuna geçti. Fakat ekonomide müdahaleciliği savunan geleneksel kesim ile, ekonomide liberalizmden yana olan burjuva kesim arasındaki çatışma bitmeksizin sürdü.
Türkiye’nin ABD emperyalizmi ile ilişkileri bu dönemde sıkılaştı. NATO’ya girilmesi (1952), ABD’nin Türkiye kapitalizmini Marshall Yardım Planına dahil etmesi, Güney Doğu Asya Paktı’nın oluşturulması vb. hep bu dönemde gerçekleşti. Gene bu dönemde Türkiye, Kore Savaşına asker göndererek, ABD’nin soğuk savaş politikasının yanında aktif olarak yer aldı ve onun Ortadoğu’daki en sağlam müttefiklerinden biri haline geldi.
Türkiye’de burjuva devleti, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak artık işçi sınıfının sendikal hareketinin yalnızca yasaklar ve baskılarla engellenemeyeceğini hesaba kattığından, sendikal örgütlenmeyi denetim altına almak istiyordu. Bu amaçla, ABD’nin telkinleriyle de hareket ederek 1952 yılında devlet denetimi altında sendikacılık yapacak olan Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (Türk-İş) kurdurdu. Bu konfederasyon adeta bir yarı-resmi örgüttü. Türkiye’de Amerikan tipi sendikacılığı egemen kılma çabası nedeniyle, bu konfederasyonun kuruluşuna AID’den ve çalışma bakanlığından verilen yardımlar eşlik etti. Devlet sektöründe çalışan işçilerin sorunsuz biçimde Türk-İş’e üye yapılmaları, devletin işçi hareketini kendi denetimi altına almak için izlediği yoldur.
1950 ile 1955 yılları arasında geçen süre, ekonomide tam bir liberalizm dönemidir. Fakat aynı zamanda bu dönem, çok kısa bir süre sonra gelecek olan ekonomik ve mali krizin ön şartlarının mayalandığı dönem oldu. Çünkü bu dönemdeki burjuva hükümetler, tarımsal ihracat gelirlerine güvenerek, hem dış borçlanmayı çok arttırdı, hem de tek boyutlu (sadece tarımsal yatırım) bir yatırım politikası izledi. Bu durum, o dönemde emperyalist sermayenin de işine geliyordu. Gerek ABD gerekse Avrupa sermayesi, Türkiye’ye doğrudan yatırım yapmak yerine, yüksek faizli ödünç para vermeyi ve mallarını satarak kâr etmeyi yeğliyorlardı. Ama bu durum, bir süre sonra Türkiye kapitalizmini tam bir ekonomik ve mali çıkmaza sürükleyecekti.
Türkiye’de kapitalizmin ilk ciddi krizi 1958 yılında patlak verdi. Mali kriz ve dış ödemeler krizi, DP iktidarının devrilişine giden yolu hazırladı. Bu dönemde dış ticaret açığı ihracatın yüzde 60’ına ulaşmıştı. Sanayi için gerekli olan girdilerin (makine, teçhizat, ham madde) ithalatı artık yapılamaz olmuştu. Dolayısıyla yatırımlar azaldı ve ekonomi daraldı. Fert başına milli gelir düştü, sosyal harcamalar kısıldı. Ve nihayet Türkiye devleti, 1958 yılında dış borçlarını ödeyemez duruma düştü. Tüm bu gelişmelerden en çok zarar gören kesim, kuşkusuz, emekçi sınıflardı. Ama bunun yanı sıra, ödenekleri kesilen ordudaki küçük rütbeli subayların ve devletin diğer kademelerindeki memurların da geçim koşulları günbegün kötüleşmekteydi.
DP iktidarı, ekonomik krize rağmen, büyük toprak sahiplerine devlet fonlarından ve bankalarından kaynak aktarmayı sürdürdü. Fakat buna karşılık, sanayicileri yeterince desteklemedi. Bu da elbette sanayi burjuvazisinde hükümete karşı önemli bir tepkinin gelişmesine yol açmıştı. Öte yandan, DP iktidarı, askeri bürokrasinin ödeneklerini kısıtlayarak ve siyasal etkisini iyice kırarak, orduyu da karşısına almıştı.
Sanayi burjuvazisi, büyük toprak sahiplerinin hâkimiyetinin son bulmasını istiyordu. Öte yandan, emperyalizm de Türkiye’de kapitalist gelişmenin önünde engel oluşturan toprak ağalığı hakimiyetinin son bulmasından ve sanayi burjuvazisinin öncülüğünde kapitalist gelişmenin yaşanmasından yanaydı. Fakat ekonomideki bu köklü değişimin mevcut siyasal iktidarla yapılamayacağı da ortadaydı. Çünkü büyük toprak sahiplerinin ve tüccarların hakimiyetindeki DP iktidarı buna yanaşmıyordu.
27 Mayıs askeri darbesiyle açılan yeni dönem: 1960-1970
DP iktidarının son günlerinde hükümet karşıtı birçok kitlesel öğrenci gösterisi patlak verdi. Hemen hemen tüm şehirli sınıf ve katmanlarda biriken iç çelişkilerin sonucunda, orta ve alt kademe subaylar bir askeri darbe gerçekleştirdiler. Darbeden kısa bir süre sonra DP’li başbakan Menderes ve iki önde gelen bakan yargılanarak idam edildiler.
DP’nin iktidardan düşmesi, nesnel olarak, hem sanayi burjuvazisinin hem de emperyalizmin işine yarayacaktı. Nitekim, hangi gerekçeyle yapmış olurlarsa olsunlar, ordudaki küçük rütbeli subayların gerçekleştirdiği hükümet darbesi, uzun dönemde, hem sanayi burjuvazisinin hem de ABD emperyalizminin çıkarlarına ters düşmediği için, bu kesimlerin sert muhalefetiyle karşılaşmamıştır. Darbeci subaylar kendilerine göre, DP iktidarının anti-demokratik uygulamalarına karşı, özgürlükleri savunmak, cumhuriyetin kurumlarını ve Atatürk ilkelerini korumak için “devrim” yapmışlardı! Ama öte yandan bu “devrimci” subayların, iktidarı ellerine geçirir geçirmez yaptıkları ilk politik açıklama şuydu: “Bütün uluslararası antlaşmalara saygılıyız. NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız!” “Devrimci” cuntanın bu açıklaması, ABD ve Avrupa emperyalizmine endişelenmemeleri için yeterli güvenceyi vermişti elbette.
1960 darbesinden hemen sonra, M. Kemal’in kurduğu eski “devlet partisi” CHP, darbeci subaylar tarafından yeniden iktidara çağrıldı. CHP hem İş Bankası çevresinde toplanmış kentli burjuvaziyi, hem de burjuva aydınlarını ve asker-sivil bürokrasiyi bünyesinde topluyordu. Bu çevreler, devletin öncülüğünde planlı bir kapitalist sanayileşme hamlesinin başlatılmasını (onlar buna “karma ekonomi” diyorlardı) ve ülkeye yabancı sermaye girişinin sağlanmasını istiyorlardı. Bunun için, emperyalist Batı’nın da yardımıyla bir “devlet planlama örgütü” kurarak, beş yıllık kalkınma planları hazırladılar. Bu planlarda, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin tasfiyesi, bir toprak reformunun yapılması ve esas olarak da büyük toprak sahiplerinin aleyhine, tarımdan sanayie kaynak transferi öngörülmekteydi.
Daha sonra Türkiye’nin olağan parlamenter rejimi işlemeye ve seçimler yapılmaya başlandı. Böylece, 1965 yılında DP’nin devamı olarak kurulan ama eskisinden farklı olarak artık sanayi burjuvazisinin de sözcülüğünü yapan Adalet Partisi (AP) iktidara geldi. AP sanayiye, özellikle de montaj sanayiine ağırlık verilmesi politikasını güttü. Holdingleşme artıyor, dolayısıyla sermaye giderek yoğunlaşıp merkezileşiyordu.
Öte yandan, 1960 yılı Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi ve işçi sınıfı hareketinin kitleselleşmesi bakımından önemli bir dönemeç noktasıdır. 27 Mayıs 1960 yılında küçük rütbeli subayların gerçekleştirdiği askeri bir darbe sonucunda yeni bir anayasa yapıldı. Siyasal ve sosyal yaşamda görece bir demokratikleşmenin geldiği yeni bir dönem açıldı.
Cumhuriyetin ilk kırk yılında devlet kapitalizminin sağladığı sermaye birikimi sayesinde palazlanıp, gelişen yerli burjuvazi, sanayi yatırımlarına girişti. Bu yıllarda özel kapitalist sanayinin artık sıçramalı bir gelişme kaydetmesiyle birlikte, işçi sınıfı da sıçramalı olarak büyümeye ve hareketlenmeye başladı. 60’lı yıllarda tüm toplum, politik ve kültürel bir canlanma eğilimi sergiledi. Her kesim kendi örgütünü, derneğini, kooperatifini, vb. kurmaya girişti. Neredeyse 40 yıldan beridir yasaklı ve baskı altında olan sol kitaplar ilk defa açıktan yayınlanmaya başladı, sosyalist düşünceler geniş aydın kesimlerin ilgisini çekiyordu. Görüleceği gibi, bu gelişmeler sıçramalı bir sürece işaret ediyor olsa da, Avrupa ülkelerindeki işçi hareketlerinin tarihiyle karşılaştırıldığında ne kadar da gecikmeli bir süreçtir bu!
1960 sonrasında işçi sınıfı hareketini doğrudan ilgilendiren önemli gelişmeler yaşandı. 1961 yılında, cumhuriyet tarihinde ilk kez olarak bir kitle partisi niteliğine ulaşacak olan bir legal sosyalist parti, TİP kuruldu. TİP’in kuruluşu başlangıçta sendikacılar tarafından gerçekleştirildi ve daha sonra yönetimine sosyalist aydınlar da katıldı. Daha kuruluşundan itibaren sendikalarda aktif işçilerin doğrudan ilgisini çeken TİP, hem kentlerde hem de kırsal kesimde oldukça ses getirdi ve o dönemlerin görece demokratik seçim sistemi sayesinde 1965 seçimlerinde parlamentoya 15 milletvekili seçtirdi. Bu dönemde yeni ve güçlü bir solukla başlayan işçi mücadeleleri daha ilk adımlarında önemli bir kazanım getirdi. 1963 yılında grev ve toplu sözleşme yasası çıkartıldı. 1963’ten sonra sınıf hareketi yükselen bir grafik izledi. İşçi sınıfının yükselen ekonomik mücadelesine o günlerdeki tek işçi konfederasyonu olan ve devlet güdümünde bir örgüt olan Türk-İş’in sendikal çerçevesi dar gelmeye başladı. Türk-İş yönetiminin işçilerin davasına ne denli yabancı olduğu açığa çıktı ve işçi sınıfının ekonomik mücadelesini sahiplenmemesi Türk-İş içersinde güçlü bir sendikal muhalefetin doğmasıyla sonuçlandı. Yeni işçi kuşağı ve onun önderleri Türk-İş’in “partiler üstü ve siyaset dışı sendikacılık” kılıfı altında burjuva devlete sımsıkı bağlı sendikacılık anlayışını eleştiriyor ve sendikal mücadeleye yeni bir kanal açmak istiyorlardı. Türk-İş’ten ihraç edilen dört sendika (Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Gıda-İş) Şubat 1967’de DİSK’i (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurdular. Bu sendikalar o güne dek verilen mücadelelerde hep en öndeydiler ve özellikle özel sektörde örgütlenmişlerdi.
DİSK o dönemde tüm Türkiye çapında sendikal mücadelede bir çekim merkezi haline geldi ve işçi sınıfı içinde çalışma yürüten sosyalist çevrelerin ilgi odağı oldu. Ve böylece Türkiye işçi sınıfının tarihinde bir başka önemli dönemeç noktasını oluşturan 1968 yılına gelindi.
1968’de Avrupa gençliğinin eylemleri ve işçi sınıfının genel grev dalgası, derhal Türkiye’deki gençliği de etkiledi ve harekete geçirdi. Türkiye işçi sınıfının, o dönemde başlayan ve burjuvazinin yasal çerçevesini aşan eylem dalgası yükseldikçe yükseldi. İşçi sınıfının kendiliğinden gelişen fakat devrimci bir öz taşıyan, fabrika işgalleri, boykotlar, yasadışı grevler gibi eylemleri patlak verdi. Ve hemen buna gençliğin yükselen ulusal bağımsızlık talepleri ve kırsal kesimde köylülerin gösterileri, toprak işgalleri eşlik etti. DİSK güçlendi, Türk-İş sendikalarına bağlı işçiler de DİSK’e geçmek için mücadeleye giriştiler.
1968’lerde Türkiye’de tek kitlesel legal sol parti TİP’ti. Farklı siyasal anlayışlara sahip pek çok sol çevre ya da kişi bu parti içinde çalışma yürütmekteydi. 1920’de kurulan ve kuruluşunu takiben burjuvaziden ağır darbeler yiyen ve uzun yıllar boyunca da üyelerinin tek tek polis takibi altında yaşatıldığı illegal TKP ise 1973’e dek ayrı bir örgütlenmeye gitmedi ve o da TİP içinde çalıştı. Kaldı ki, zaten TİP’in yönetiminde ağırlıklı olarak eski TKP üyeleri vardı. Buna rağmen TKP’nin eski kadrolarıyla, 1960 sonrası yükseliş döneminin genç kuşakları arasında tam bir kopukluk olmuştu ve genelde genç kuşaktan sosyalistler, TKP ve onun tarihi konusunda doğru dürüst hiçbir şey bilmiyorlardı. Oysaki TKP, Türkiye’nin en eski ve bir anlamda tarihi partisiydi ve gerçekte TİP de dahil pek çok siyasal oluşum üzerinde doğrudan ya da dolaylı etkisi vardı.
60’lı yılların ortalarından itibaren Türkiye’de yaşanan siyasal canlanma ve yükseliş süreci içinde, o dönemlerde pek çok ülkede de olduğu gibi özellikle gençlik hareketi içinde gerillacılık ve Maoculuk akımları örgütlenmeye başladı. Bu ve buna benzer faktörler, başlangıçta çeşitli sol fraksiyonları bünyesinde toparlayan TİP’in giderek kronik bir bölünme yaşamaya başlamasına neden oldu. O günden bugüne dek, artık hiçbir zaman, Türkiye’de TİP’in ilk yükseliş döneminde olduğu gibi, işçi sınıfını görece kitlesel anlamda etkileyen bir legal sol parti örgütlenemedi.
TİP içinde 1968’lerde bir yanda gerillacılık ve Maoculuk, diğer yanda ise işçi sınıfı içinde çalışmayı başa alan proleter devrimciler olmak üzere esaslı bir bölünme gerçekleşti. O dönemde toplumun her kesiminin harekete geçmesi ve en önemlisi, en başta DİSK ile birlikte işçi sınıfının mücadeleye daha sıkı bir şekilde atılması, devletin baskıyı ve terörü de artırmasını beraberinde getirdi.
Örneğin bu dönemde devlet, yükselen sol hareketi bastırmak için, paramiliter sivil faşist çeteleri ve dinci gerici hareketleri örgütlemeye ve eylemlerde işçi ve öğrencilerin üzerine salmaya başlıyordu. Bu gerici örgütlenmeler doğrudan ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki ARAMCO gibi Arap-Amerikan petrol şirketlerince finanse ediliyordu.
Burjuvazi işçi sınıfının yalnızca sendikal örgütlülüğüne değil ama genelde sendikal haklarına saldırmak için hazırlığa başladı. O dönemin burjuva hükümeti (AP iktidarı), DİSK’in varlığını ortadan kaldıracak yasal düzenlemeleri meclise getirdi. İşçi sınıfı bu saldırılara kitlesel bir eylemle yanıt verdi. 15-16 Haziran 1970’te yaklaşık 170 işyerini ve 150 bin işçiyi kapsayan bir işçi direnişi yaşandı. 15-16 haziran 1970, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde çok önemli bir tarihtir. Modern sanayi proletaryasının beşiği olan İstanbul ve İzmit sokakları iki gün boyunca işçi eylemleriyle çalkalandı. İşçi sınıfının bu görkemli şahlanışını gören patronlar, ya korkudan kendilerini evlerine kapattılar, ya da derhal İstanbul’u terk ettiler. Polis ve ordu birlikleri işçilerin üzerine silahlarla saldırdı; sonuç 3 ölü, 200 yaralıydı. Burjuva hükümeti iki ay sıkı yönetim ilan etti ve sokağa çıkma yasağı getirerek olayları engellemeye çalıştı. Fakat herşeye rağmen işçi hareketindeki ve soldaki yükseliş dalgasını engelleyemedi. Türkiye’nin tarihinde ilk kez böylesine güçlü bir sol rüzgar esiyordu.
1970-1980: Türkiye’de sermayenin tekelleşmesi dönemi
Bu dönem, sanayide tekelleşme sürecinin hızlanarak geliştiği bir dönemdir. Banka ve sanayi sermayesinin kaynaşması, Batı’daki gibi finans kapital gruplarının (holdinglerin) oluşması ve bunların siyasal iktidara kesin olarak ağırlıklarını koymaları bu dönemde gerçekleşti. Ayrıca kapitalist sınıf içindeki ayrışma bu dönemde daha da gelişti. Örneğin, banka ve sanayi sermayesine dayanan büyük burjuvazi, bu dönemde ayrı bir örgütlenmeye gitti. Bugün Türkiye’de “Zenginler Kulübü” diye anılan TÜSİAD da 70’li yıllarda kuruldu ve o günden bu yana siyasal iktidarlar üzerinde belirleyici bir ağırlığa sahip oldu.
Bu dönemde kapitalist gelişmenin ayırt edici özelliği, dış borçlanmaya ve “ithal ikameci” üretime dayanan bir sanayileşme modelinin uygulanmasıdır. Bunun somut ifadesi, 1970’li yıllarda montaj sanayiindeki hızlı gelişme oldu. Örneğin, Türkiye’deki Otomotiv sektörü ve dayanıklı tüketim malları üreten sektör, başlangıçta montaj sanayii olarak kuruldular. Bu sektörlerde üretilen malların her türlü parçası (aksamı) dışardan ithal ediliyor ve montajı ülke içinde yapılıyordu. Bu sektörlerde yatırım yapan kapitalistler, çalıştırdıkları işçilere son derecede düşük ücretler vererek ve sömürü oranlarını arttırarak, kısa zamanda büyük bir sermaye birikimi sağladılar.
12 Mart 1971 askeri darbesi
Cumhuriyetin kuruluşundan beri uyguladığı baskı politikaları sayesinde işçi sınıfını pasifize ettiğini düşünen Türk burjuvazisinin içi bir dönem boyunca rahat olmuştu. Ne var ki, biraz liberal bir ortam doğduğunda ve demokratik haklar işlediğinde, işçi sınıfının toplumsal muhalefetinin nasıl bir çığ gibi büyüdüğünü gören burjuvazi, derhal önlemini almaya girişti. Böylece, aradan henüz 10 yıl geçmişti ki Türkiye’de ikinci bir askeri darbe geldi. İşçi hareketindeki sıçramalı yükseliş ve militanlaşma, gençliğin anti-Amerikancı eylemlerinin artması vb., hem Türkiye’deki egemen sınıfları hem de ABD emperyalizmini ürkütmüştü. Öte yandan, anti- Amerikancılık, ulusal bağımsızlıkçılık akımları ordu içinde de gelişmekteydi. Ve egemen güçler çareyi, bir askeri darbe tezgahlayarak (12 Mart 1971), parlamentonun faaliyetlerini askıya almakta buldular. Başlangıçta sol bir darbe izlenimi verilen ve kimi küçük-burjuva devrimcileri fena halde yanıltan bu darbe, aslında ABD güdümünde hazırlanmış bir sağ darbeydi.
1971’den 1974’e kadar devam eden bu olağanüstü baskıcı yarı-askeri rejim döneminde, hem işçi hareketi, hem de gelişmekte olan sosyalist hareket ağır bir darbe yedi. İşçi sınıfının tek legal partisi olan TİP kapatıldı. DİSK’e bağlı sendikaların, gençlik derneklerinin faaliyetleri yasaklandı. Binlerce sosyalist aydın, işçi, devrimci genç, sendikacı vb. tutuklandı, işkencelerden geçti. Sol hareket alabildiğine parçalandı ve örgütler dağıldı. Türk burjuvazisi, daha 20’li yaşlarında üniversite öğrencisi olan üç gençlik liderini, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ı anayasayı ihlal ettikleri gerekçesiyle idam etti. Burjuvazinin amacı, devrimci gençliğe gözdağı verip sindirmek, sosyalistleri ve devrimcileri halktan tecrit etmekti. Türk burjuvazisi, o günden itibaren işçi sınıfına göz açtırtmamak için neredeyse olağanüstü siyasal rejimi (baskıcı polis devleti uygulamalarını) olağan hale getirdi.
Üç yıl süren bu ikinci askeri diktatörlük dönemi, burjuvazi açısından daha sonra gelecek olan 12 Eylül 1980 askeri faşist rejiminin bir provasıydı. Burjuvazi kendi adına pek çok dersler çıkarmıştı. Bir yandan solun gelişmesini ve kitleselleşmesini engelleyecek yeni yasaklar getirdi. Görece daha liberal olan 61 Anayasasını baştan ayağa değiştirerek, bu anayasadaki demokratik maddelerin tümünü iptal etti. Sosyalistlere karşı yeni ceza yasaları yaptı. Öte yandan, işçi sınıfını aldatmak için, elli yıllık devlet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisini sosyal demokrat bir parti kılığına soktu. Bu manipülasyonun mimarı olan kişi Bülent Ecevit’tir.
1973 sonrası ve yükselen işçi hareketi
1973 yılının sonunda seçimler yapıldı ve 1974 yılında sol görünümlü Ecevit’in partisi iktidara geldi. Hem burjuvazi hem de sol hareket için yeni bir siyasal dönem başlıyordu. Sol hareket, askeri darbe döneminden tamamen parçalanmış ve onlarca örgüte bölünmüş olarak çıkmıştı.
1970-1980 döneminde irili ufaklı pek çok örgüte bölünmüş olan Türkiye sosyalist hareketinde, ideolojik ve siyasal çizgileri bakımından iki ana eğilim ayırt edilebiliyordu: Birincisi, işçi sınıfı içinde ve sendikal harekette örgütlenmeyi başa alan ve SBKP’nin çizgisini izleyen geleneksel Stalinist eğilimdi. İkinci eğilim ise, daha çok öğrenci gençlik kesiminde, kentli ve taşralı küçük burjuva katmanlar arasında örgütlenen devrimci popülist eğilimdi. Bu eğilimin de ideolojik-teorik besin kaynağı esasen Stalinizmdi. Siyasal-örgütsel çizgisi ise ya Maoculuk ya da gerillacılıkta somutlanıyordu.
Öte yandan, bu dönemde devrimci Marksizm temelinde örgütlenmiş, enternasyonalist komünist bir eğilim mevcut değildi. Gerçi enternasyonalizm ve dünya devrimi konusunda Troçki’nin fikirlerini benimseyen ve Stalinizmin “ulusal sosyalizm” anlayışını eleştiren küçük aydın çevreler vardı ama, bu çevreler sol hareket içinde etkin bir siyasal örgütlenme ve hatta anlamlı bir düşünce akımı dahi oluşturamadılar. Çünkü Türkiye sol hareketi içinde Stalinizm oldukça güçlü bir akımdı ve “Stalinist devlet sosyalizmi” anlayışı sosyalist aydınlar arasında geniş kabul görüyordu. O yıllarda sosyalistler arasında, Troçki’ye ve Troçkizme karşı düşmanca bir tutum yaygındı. Kafaları Stalinist doğmalarla ve tahrifatla şartlanmış olan kadroların gözünde kötü bir Troçki imajı yer etmişti.
Uzun yıllar boyunca Moskova’da bir harici büro olarak varlığını sürdüren TKP de bu dönemde, 1973 yılında ülke içinde illegal temelde yeniden örgütlenme kararı aldı. Türkiye sol hareketi içinde en eski tarihi köklere sahip olan ve cumhuriyetin kuruluşundan beri, ulusal bağımsızlık yanlısı sol eğilimli aydınları da her zaman etkilemiş bulunan illegal TKP, 1970-80 arasında yaptığı örgütsel atılımla, kısa sürede önemli bir popülerlik kazanmayı başardı. Bunun başlıca nedeni, TKP’nin illegal örgütünün yanı sıra, çevresinde geniş bir legal kitle hareketi yaratması ve DİSK yönetimine egemen olarak, sendikal hareketi büyük ölçüde kendi siyaseti doğrultusunda etkilemeyi başarmış olmasıydı. 1970-80 arasında illegal TKP’nin pek çok üyesi, onlarca sendikanın ve legal kitle örgütünün yönetimine seçilmeyi başarmıştı. Ayrıca doğrudan partinin kontrolünde kurulan ve on binlerce üyesi olan legal gençlik, öğretmen, teknik eleman ve kadın dernekleri vardı. Bunun yanı sıra fabrikalarda, işçilerin oluşturduğu yüzlerce parti hücresi vardı.
Aslında TKP’nin örgütlenme tarzı genel hatlarıyla yanlış değildi; fakat, hem siyasal çizgisi, hem de önderliği bütünüyle sosyal reformist, uzlaşmacı bir yapıdaydı. Bunun temel nedeni ise, TKP yönetiminin Sovyet bürokrasisine bağımlı olması ve onların çizdiği siyasal hattı körü körüne izlemesiydi. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, TKP içinde bir süre sonra, devrimcilik-reformculuk temelinde bir bölünmenin yaşanması oldu. Aynı dönemde TKP’nin yanı sıra pek çok legal ve illegal sosyalist parti de kurulmuştu. Fakat bunlardan hiç birisi, işçi hareketinde TKP kadar etkili olamadı.
1970-80 döneminde işçi hareketindeki kitleselleşme daha önceki yıllarla kıyaslanamayacak düzeye ulaşmıştı. Aynı şekilde sosyalist fikirler de işçi sınıfı içinde yaygınlaşmaktaydı. TKP yönetimi altındaki DİSK, elli yıldan beri yasaklı olan ve neredeyse işçi sınıfına unutturulan 1 Mayıs gününü ilk kez 1976’da kitlesel bir miting organize ederek yeniden gündeme getirdi. Bu mitinge 200 bin kişi katıldı. Hemen ardından, Türkiye’nin tarihinde yaşanmış en uzun süreli grevler patladı. O dönemde DİSK’in en militan sendikası olan ve başkanlığını Kemal Türkler’in yaptığı metalürji işçileri sendikası (Maden-İş), özel sektöre bağlı 120 fabrikada, 30 bin işçinin katıldığı ve on bir ay süren grevleri başlattı. Bu grevlerin etrafında çok geniş ve güçlü bir dayanışma hareketi oluştu. Gençlik hareketi, emekçi kadın hareketi, aydınlar vb. aylarca grevci işçilerle birlikte grev çadırlarında nöbet tuttular, grevci işçilerin ailelerini yalnız bırakmadılar.
O yıllarda işçi hareketindeki bu militanlaşma burjuvaziyi ürkütüyor ve önlemler almaya itiyordu. Burjuvazi bir sonraki 1 Mayıs gösterilerinin çok daha kitlesel olacağını ve rüzgarın soldan esmeye başladığını kestiriyordu. Nitekim burjuvazi yanılmamıştı. 1977 1 Mayısına toplumun her kesiminden 500 bin kişi katıldı. Ne var ki, yerli ve yabancı sermayenin gizli örgütleri daha baştan önlemini almış, solun ve işçi hareketinin bu kitlesel yükselişini durdurmak için her türlü provokasyonu hazırlamıştı. Bu karşı devrimci eylemin baş mimarı gene ABD emperyalizminin gizli servisleri olacaktı.
Bu büyük 1 Mayıs mitingi, tam bitimine yakın bir zamanda, CIA’nın ve Türk kontr-gerillasının hazırladığı kanlı bir provokasyona sahne oldu. 500 bin göstericinin üzerine kontr-gerilla timleri tarafından çevre binalardan yaylım ateşi açıldı. Yaklaşık 39 işçi kurşunlanarak ya da panzerler tarafından ezilerek can verdi.
1977 1 Mayısı, ilerleyen yıllar içinde 1 Mayıs katliamının unutulmaması ve hesabının sorulması bakımından tarihi bir gün olarak işçi sınıfının ve devrimcilerin bilincine kazınmıştır. Ve her koşul altında 1 Mayısın kutlanması Türkiyeli devrimciler için bir gelenek haline gelmiştir.
1977 1 Mayısından sonra siyasal atmosfer değişmeye başlamıştı. Burjuvazi karşı devrimci provokasyonlarına hız verdi. Her zaman yaptığı gibi, bu sefer de, sol hareketin yükselişini askeri bir darbeyle engellemeye hazırlanıyordu burjuvazi. Fakat daha önce, sosyal demokrat şalına bürünmüş Bülent Ecevit ve partisi CHP’nin anti komünist atakları başlayacaktı. Ecevit, DİSK içinde TKP’nin etkisini kırmak ve DİSK’i pasifize etmek için kolları sıvamıştı.
Öte yandan, o dönemde kentlerde ve özellikle işçi semtlerinde faşist MHP’nin öncülüğünde örgütlenen paramiliter silahlı güçlerin, işçi liderlerini ve devrimcileri hedef alan saldırıları başlamıştı. Devrimci mücadelede ve işçi hareketinde tanınmış isimleri hedef seçerek, birer birer öldürmeye başladılar. Faşist yayın organlarında ölüm listeleri yayınlanıyor, bir sonraki silahlı ya da bombalı katliam için hedef gösteriliyordu. Derken, CIA tarafından eğitilen kontr-gerilla güçleri tarafından düzenlenen ve önemli siyasal kişileri hedef alan siyasal cinayetler gerçekleşmeye başladı. Her gün onlarca kişi öldürülüyordu. Bu yolla tam bir kitle pasifikasyonu yaratılmak isteniyordu.
Nihayet, Amerikan emperyalizmi destekli Türkiye burjuvazisinin darbe planında önemli bir dönemeç noktası oluşturan bir katliam gerçekleştirildi. Türkiye işçi sınıfı hareketinin başı çeken gücü metalürji işçilerinin lideri ve DİSK’in genel başkanı olan ve genelde tüm işçi sınıfı tarafından tanınıp sevilen Kemal Türkler İstanbul’da evinin önünde vuruldu. Cenaze törenine İstanbul ve dışından, çeşitli sendikalara bağlı ya da sendikasız üç yüz binden fazla işçi katıldı. Fakat ne yazık ki işçi sınıfı hareketi, mücadeleyi daha ileriye taşıyacak ve askeri darbeye karşı direnecek gerçekten devrimci bir önderlikten yoksundu. TKP’nin bürokrat liderliği tam bir teslimiyet içinde geri çekiliyor ve burjuva Ecevit hükümetiyle, yüz kızartıcı bir uzlaşıcılık sergiliyordu. TKP artık neredeyse işçi sınıfını yatıştırıcı bir papaz rolü oynamaya soyunmuştu.
12 Eylül askeri darbesi
Yükselen işçi hareketi, işte bu olumsuz koşullar nedeniyle 1 Mayıs 77’den sonra geri çekilmeye başladı ve işçi sınıfı pasifize oldu. O nedenle sonuç, aslında tam da darbecilerin gerçekleştirmeye çalıştıkları gibi, kitlesel bir korku, pasifizm ve yılgınlık oldu. Türkiye burjuvazisi, 1980 öncesinde yoğunlaşan ekonomik ve siyasal bunalımını tanklarla, toplarla, tüfeklerle kontrol altına almaya karar vermişti. Ve 12 Eylül 1980’de Türkiye’de üçüncü askeri darbe gerçekleşti. Anayasa feshedildi, parlamento lağvedildi, burjuva partileri de dahil tüm siyasi partiler kapatıldı. Parti liderleri içeri alındı, DİSK kapatıldı, sendikacılar tutuklandı, toplu sözleşmeler iptal edildi, ücretler donduruldu. 12 Eylül askeri-faşist diktatörlüğü döneminde onbinlerce insan gözaltına alındı, işkencelerden geçirildi; onlarcası öldürüldü, idam edildi ve sakat bırakıldı. Bu döneme ilişkin birkaç çarpıcı rakam verelim. Askeri diktatörlük altında geçen 1981-1983 yıllarında;
- 650 bin kişi gözaltına alındı ve çoğu işkenceden geçirildi.
- 50 bini aşkın kişi siyasi mülteci olarak Avrupa ülkelerine sığınmak zorunda kaldı.
- 700 idam cezası istendi, 480 idam cezası kesinleşti, 216 idam cezası mecliste bekletildi, 48 kişi idam edildi.
- Yaklaşık 200 kişi işkencede öldü.
- 23.677 dernek faaliyetten men edildi.
12 Eylül askeri-faşist darbesi, yükselen işçi ve sol harekete karşı, burjuvazinin verdiği karşı-devrimci yanıttır. Bu faşist askeri rejim, yalnızca burjuvaziyi o dönemdeki açmazından kurtarmakla kalmamış, fakat etkisi bugün de devam edecek şekilde burjuva siyasal düzeni gericilik temelinde yeniden yapılandırmıştır. 1983 yılında yapılan sözde parlamento seçimleriyle Batı’ya askeri rejimin artık son bulduğu imajı verilmek istenmiş olsa da, Türkiye içinde bir şey değişmemiştir. İşçi sınıfından ve sol örgütlenmelerden duyduğu korkuyu bir türlü atlatamayan burjuvazi, baskıcı rejimini 1983 yılından itibaren sözde parlamentarizm şalıyla örtüleyerek sürdürdü. Fakat bu durum, burjuva düzeni açmazdan kurtaramadı; tersine onu daha da batağa götürdü. Burjuvazi uyguladığı bu sözde parlamenter rejimiyle, ne kendi ülkesindeki insanları ne de dünyayı kandırabildi.
Kısacası, Avrupa ülkelerinin geçmiş tarihlerinde yaşanmış olan farklı deneyimler; işçi hareketindeki yükseliş-gerileyiş, kitle katliamları, faşist saldırılar, kanlı askeri diktatörlük, vb., hepsi Türkiye’de 1960’ların ortalarından başlayıp günümüze uzanan 40 yıllık bir zaman diliminde, kesintisiz olarak peş peşe, tüm yoğunluğuyla yaşanmıştır.
12 Eylül rejiminin bir diğer hedefi de, 80’lere kadar benimsenen iç pazara dönük sermaye birikimi dönemini artık aşabilmek olmuştur. Askeri rejimin ekonomi alanında simgesi haline gelen “24 Ocak Kararları”, ihracata dönük bir ekonomik yapılanma döneminin yolunu açmıştır. Yeniden yapılanmanın önündeki engelleri düzleyen Özalcı çizgi (Thatcherizmin Türkiye’deki uzantısı), Türkiye’nin emperyalizmle entegrasyonu doğrultusunda ciddi adımlar atmıştır. Bu adımlardan birisi, bugün hâlâ sancıları çekilen AB üyeliği konusudur.
Türkiye’de kapitalist gelişmenin yolu Batı’daki klasik çizgiden çok farklıdır. Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluşuna sivil siyaset güçleri değil, ağırlıklı olarak askeri bürokrasi damgasını basmıştır. Bu nedenle bu topraklarda burjuva rejim hiçbir zaman Batı’daki burjuva demokrasisi gibi işlememiştir. Burjuvazi işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin mücadelesindeki yükseliş karşısında her başı sıkıştığında, çareyi hep orduyu imdada çağırmakta ve siyaseti askerin sözünün geçtiği bir olağanüstü rejime terk etmekte bulmuştur. Türkiye kapitalizminin 80’lerdeki hummalı yapısal değişim sürecinde de burjuvazi geleneksel kurtarıcısı ordunun ve askeri-faşist rejimin ardına sığınarak işini yürütmüştür. Açıktır ki, Türkiye’nin siyasi hayatının özgün yönünü oluşturan askeri vesayet rejimi son dönemde ortaya çıkmış bir olgu değildir.
Kapitalizmin klasik yoldan gelişmesine sahne olan Batılı ülkelerde siyaset alanı, kapitalist özel mülkiyetin ve bunun ifadesi olan sivil toplumun gelişim sürecinin önünü açacak tarzda işlev üstlenmiş ve öyle biçimlenmiştir. Fakat bizde geleneksel burjuva siyaset alanı genelde sivilleşmenin düşmanı olmuş ve ancak devlet korumacılığındaki bir kapitalist gelişme sürecine destek çıkmıştır. Türkiye’nin despotik devlet geleneğinin bir uzantısı olan bu siyaset tarzı ve yapılanması, giderek dünyaya açılan Türkiye kapitalizminin değişen ihtiyaçlarıyla bağdaşmamaya ve yeni sürecin önüne bir engel olarak dikilmeye başlamıştır.
Türkiye’de burjuvazinin bazı kesimlerinin siyasette sivilleşmeyi savunmaya başlaması, işte bu engelin aşılması ihtiyacından kaynaklı olarak ve Batılı ülkelere kıyasla son derece gecikmiş biçimde gündeme gelebilmiştir. Aynı tarihsel nedenlerle, Türkiye kapitalizmi ne Batı’da olduğu gibi bir Sosyal Demokrat Parti yaratabilmiş ne de siyasi yaşamda liberal çizginin gelişmesine fırsat sunmuştur.
Türkiye’de tüm bu husus ve olguların burjuva çevreler tarafından sorun edilip tartışma gündemine sokulması, 1980 sonrasında yer alan olağanüstü burjuva rejimlerin ekonomide yapısal bir değişimi gerçekleştirmesinin ertesine denk düşer. İşte tam da bu noktada bir parantez açarak, Türkiye’de işleyen sürecin bu kesitine dair bazı değerlendirmelerimizi hatırlatabiliriz. (Daha geniş bir okuma için bkz. E. Çağlı, Bonapartizmden Faşizme)
12 Eylül askeri faşist darbesini önceleyen dönemi incelediğimizde, büyük burjuvazinin sanayi, ticaret, bankacılık vb. alanlarındaki çeşitli unsurlarının tam anlamıyla bir mali sermaye oluşumu içinde sentezlenip güçlendiğini görürüz. ‘80 dönemeci, finans kapitalin ülke içinde ahtapot kollarıyla her alanı hegemonyası altına aldığını ve artık dış pazarlarda atılım yapmayı şiddetle istediğini kanıtlayan çok önemli bir dönemeç noktasıdır.
Büyük sermaye bu dönemeç noktasında, gerek içte muazzam bir kapitalist sıçramayı gerçekleştirmek ve gerekse dörtnala dış pazarlara açılmak için önündeki engellere tam bir vuruş yapmaya hazırlanmıştır. Gelişen ve sermaye üzerinde hegemon konuma yükselen mali sermaye açısından, geçmiş dönemlerin iç pazara dönük birikim tarzının yarattığı tıkanıklığın aşılması ve yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Zira Türkiye kapitalizminin uzun yıllar boyunca içe kapalı işleyişinden kaynaklanan yapısal bunalımı iyice olgunlaşmış, çözümü ertelendiği için de problemler alabildiğine büyümüştür.
Büyük sermaye, gerçekleştirmeyi arzuladığı atılımla mevcut durum arasındaki devasa gerilim nedeniyle, ekonomik, siyasal tüm cephelerde saldırıya geçmiştir. Nitekim büyük sermaye, 24 Ocak kararlarıyla dışa açılmanın önündeki engellerin tasfiyesi için yapısal değişim hamlesini başlatırken, 12 Eylül askeri rejimi ile de sınıf hareketinin yükselişini durdurmayı ve burjuva düzeni tehdit eden devrimci durumun ortadan kaldırılmasını amaçlamıştır. 12 Eylül faşizminin atomize ettiği, örgütlü mücadeleye karşı derin bir korku aşıladığı işçi sınıfı, uzun süre belini doğrultamayacak denli ağır bir yumruk yemiştir.
12 Eylül 1980 sonrası dönem
Türkiye’nin siyasal yaşamında zaten büyük bir ağırlığı olan ordunun rolü, 12 Eylül rejimiyle daha da yoğunlaştırılmış ve pekiştirilmiştir. Askeri bürokrasinin parlamenter rejime indirdiği darbeler ve getirdiği yasal düzenlemelerle (en başta da halen yürürlükte olan 1982 Anayasası), bu askeri diktatörlük dönemi, ordunun siyasi yaşamdaki rolünü neredeyse ebedi biçimde garanti altına almayı arzular biçimde yapılanmıştır. Bu durum, askeri cuntanın 1983 seçimleriyle iktidardan çekilip yerini parlamentoya terk etmiş görünmesine karşın, ordu kurmayının siyasetteki etkisinin güçlenmiş biçimde uzun yılları kapsamasına neden olmuştur.
Avrupa ülkelerinde ılımlı bir askeri rejim olarak tanıtılan 12 Eylül kanlı askeri diktatörlüğü zaman içinde çözülmeye başlamışsa da, aslında bugün bile etkisi devam etmektedir. Her ne kadar anayasanın bazı maddeleri değiştirilmiş olsa da askeri cuntanın getirdiği yasalar esasen hâlâ yürürlüktedir.
Tüm bunların dışında çok önemli bir başka gerçekse, TC’nin Kürt ulusal hareketini bastırmak için yürütmüş olduğu kirli savaşın, burjuva devletin askeri-despotik yanını büsbütün güçlendirmiş olduğudur.
Kürt ulusal direnişine karşı TC ordusunun yürüttüğü bu savaş döneminde 30 bin Kürt öldürülmüş, 10 bini zindanlara atılmış, binlercesi işkencelerden geçirilmiş, yüz binlerce Kürt köylüsü topraklarından sürülmüş, köyleri yakılmıştır. Büyük kentlere göç etmek zorunda kalan bu insanlar, işsizliğe ve açlığa mahkum edilmişlerdir.
Dünyada neo-liberal rüzgârların estirildiği bir konjonktürde ve 1983 parlamento seçimleriyle başbakanlık koltuğuna kurulan Özal döneminde ekonominin dümeni, bizzat 24 Ocak kararlarının mimarı olan Özal’ın ellerine bırakıldı. Türkiye’de uzun yıllar boyunca dokunulmazlar listesinde yer alan ekonomik kurallar bu sayede TÜSİAD’ın istemleri doğrultusunda değişikliğe uğratıldı. Örneğin Türk parasını koruma kanunu gibi ulusalcı ve korumacı önlemler ilga edilerek dış ticaret rejimi serbestleştirildi. Özal iktidarı, toplumun tüm çivilerinin yerinden çıkması pahasına, Türkiye kapitalizminin finans kapitalin arzusu doğrultusunda yapısal bir değişim geçirmesini (dışa açılmasını, emperyalist işleyişe daha fazla entegre edilmesini) başardı.
Türkiye’nin özgün yönleri biliniyor. Türkiye’de ordu kurmayı, Avrupa ülkelerinde görülmeyen bir biçimde siyasetin içinde olmuştur. Bu askeri bürokrasi, kendisinin siyasal yaşamdaki ağırlığını azaltmaya yönelik burjuva sivil inisiyatifleri bir iç tehlike, rejime yönelik bir tehdit addetmiş ve tavır almıştır. Sonuç olarak 1980’den günümüze uzanan süreç de irdelendiğinde, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, Türkiye’de burjuvazinin olağanüstü yönetim biçiminin ne zaman sona erip ne zaman olağan bir burjuva parlamenter rejime geçildiğini söylemek bir bakıma gerçekten de zordur.
Nitekim 1983 sonrasında da burjuva düzen, bir yanda parlamenter bir işleyiş diğer yanda olağanüstü rejimin yerleştirdiği kurum ve uygulamalar olmak üzere bir hilkat garibesi gibi 2002 genel seçimlerine uzanmıştır. Bir başka deyişle, Batı Avrupa’daki örneklerine oranla zaten çok daha güdük bir demokratik çerçevesi olan Türk parlamenter sistemi, 12 Eylül rejiminin etkisiyle daha da güdükleşmiş biçimde 3 Kasım 2002 seçim sandığı sınavına girmiştir. Ve geniş halk kitleleri, devletçi-baskıcı statükocu güçlerin temsilcisi olarak gördükleri siyasal partileri bu sınavda çaktırarak yeni bir alternatif diye baktıkları AKP’yi iktidar koltuğuna oturtmuşlardır.
Bugün bu dönemler geride kalmış gibi görünse de şurası asla unutulmamalı ki, büyük burjuvazi ve onun TÜSİAD gibi örgütleri, önce askeri cunta başkanlığındaki faşist diktatörlüğün ve ardından da Özal başkanlığındaki Bonapartist rejimin başlıca destekçileri olmuşlardır. Bu güçler, olağanüstü burjuva rejimlerin ekonominin dışa açılması ve devrimci hareketin, işçi hareketinin ezilip geriletilmesi için gerçekleştirdiği hamleleri mutlu ve uysal biçimde izlemişlerdir.
12 Eylül rejimi tartışılırken üzerinden atlanmaması gereken önemli hususlar var. Türkiye’de faşizmin son buluşu, bir zamanlar İspanya, Yunanistan, Portekiz ya da kimi Latin Amerika ülkelerinde yaşanan sürece benzemedi. Bu ülkelerde kaydedildiği üzere, faşist diktatörlüğün artık gücünü yitirdiği bir süreçte onu alttan gelen bir darbeyle çökerten bir gelişme Türkiye’de yaşanmadı. Keza, yine söz konusu örneklerde gözlemlenen işçi-emekçi kitle hareketi, devrimci ayaklanmalar ve bu yükselişi devrim yolundan geri döndürmek amacıyla burjuva demokrasisinin yeniden inşası yönünde yürütülen hararetli seferberlikler Türkiye’de yer almadı. Askeri faşist diktatörlükleri göçertmek üzere kitlelerin ayağa kalktığı örneklerde, isyancı dalganın zoruyla cuntacı generaller suçlu koltuğuna oturtulurken, Türkiye’de faşist cuntacılar, iktidar makamları sayesinde şişirdikleri cüzdanlarıyla gözden uzak köşelerinde istirahata çekildiler.
Geçmiş döneme ilişkin unutulmaması gereken önemli bir gerçeklik daha var. Faşizmin çözüldüğü dönemde Türkiye’de burjuva düzen, bu kez de ezilen Kürt ulusunun başlattığı ulusal kurtuluş mücadelesiyle sarsılmaya başlamıştır. Korkak ve zalim Türk burjuvazisi, kutsal ordusunun bu savaşı ezmesi umuduyla uzun bir süre demokrasiden dem vurmamış, sesini çıkartmamıştır. Ne var ki, TC’nin yıllardır kanlı bir bastırma politikası sayesinde yüzleşmekten köşe bucak kaçmayı başardığı Kürt sorununun bu biçimde su yüzüne çıkması, verili tüm siyasal dengeleri altüst etmiş, paradigmaları değiştirmiş, bir tarihsel-toplumsal katalizör işlevi görmüştür.
Büyük sermaye örgütleri, ülkenin siyasi tarihine damgasını basan askeri vesayet olgusundan, ancak bu gerçekliğin ucu artık kendi çıkarlarına dokunmaya başladığında şikâyet etmeye koyulmuşlardır. Türkiye’de burjuvazi içinden AB tipi burjuva demokrasisini savunan seslerin yükselmeye başlaması bu durumun bir ifadesi olmuştur. Yine bu bağlamda kimi yazar ve yayın organlarının öncülüğünde bu topraklarda bir siyasal liberalizm de yeşermeye başlamıştır.
Kuşkusuz büyük sermaye gruplarının demokratikleşmeden başlıca muratları, kendilerini ülke içine kapanmaktan koruyup daha da fazla dışa açılmalarını sağlayacak bir siyasal iklimin yaratılmasıdır. Bazı kangrenleşmiş sorunların çözümü de yalnızca buna bağlı olarak ve bu ölçüde burjuvazinin gündemine girebilmektedir. Özetle TÜSİAD burjuvazisinin AB’ye endeksli ve de son derece istikrarsız biçimde takipçisi olduğu “demokratikleşme” ihtiyacının altında bu tür sınıfsal çıkarlar yatmaktadır.
İşçi sınıfının, devrimcilerin, Kürt halkının mücadelesiyle elde edilecek geniş bir demokrasi ise, kuşkusuz büyük sermeyenin “demokratikleşme” paketinin kapsama alanı içinde değildir! Tam tersine, büyük sermaye çevrelerinin demokratik açılımlar konusundaki tutumu, söz konusu mücadelelerin yükselişinden duyulan sınıfsal endişelere bağlı olarak son derece istikrarsız ve gitgelli bir seyir izlemektedir. Zaten TÜSİAD gibi halisane bir büyük sermaye örgütünden, demokrasi konusunda kapsamlı ve istikrarlı bir tutum beklemek tamamen abestir.
Günümüzde de düzen karşıtı mücadelenin seyrine ve burjuvazi içi kapışmanın konjonktürel önceliklerine göre TÜSİAD sık sık ağız değiştiriyor. Sol liberal köşe yazarları ise demokratik açılımların takipçisi olmak konusunda TÜSİAD’dan kararlı ve istikrarlı bir tutum sergilemesini bekliyorlar. Oysa dünyanın hiçbir ülkesinde büyük sermaye örgütleri bu gibi konularda böyle bir tutuma sahip değildir. Demokrasi onlar için ekonomik kazançlarını artırıp garanti altına aldığı sürece ve aldığı ölçüde gereklidir. Bu bakımdan askeri vesayet rejiminin son bulması, Kürt sorununun çözümü gibi konularda ısrarlı bir burjuva demokratik çizgi izleyen sol liberal yazarlarla, büyük sermaye örgütlerinin “demokratik çözüm” konusundaki tutumlarının birebir örtüşmediği göz ardı edilemez.
Sol liberaller için, Türkiye’yi Batı’daki gibi bir burjuva parlamenter işleyişe kavuşturacak siyasal demokrasi mücadelesi ilkesel bir önem taşıyor. Büyük sermaye açısından ise, bazı “demokratikleşme” paketlerinin yürürlüğe konması zamana ve zemine göre (en çok da dış güçlerin dayatmasıyla!) acil bir ihtiyaç haline gelebiliyor. Bu farklılık noktasında, sol liberaller aleyhine vurgulamamız gereken bir olumsuzluk da yatmaktadır.
Sol liberaller, TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinin “demokratikleşme” istemlerine olduğundan fazla misyonlar yükleyerek işçi-emekçi kitlelerin bilincini çarpıtıyorlar. Demokrasinin büyük sermaye eliyle gelebileceği yanılsamasını yaygınlaştırmak, işçilerin, Türk ve Kürt yoksullarının daha geniş bir demokrasinin kazanılması için mücadeleye atılmaları gereğini gölgelemekte, karartmaktadır. Büyük sermaye ise, sol liberallerin dediklerine pek de aldırmadan kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hareket edip eşyanın doğasına uygun şekilde yol alıyor.
Askeri vesayet rejiminin tasfiyesi ve Türk siyasal yaşamında bir demokratikleşmenin gerçekleşmesi gibi sorunlar büyük burjuvazinin gündemine hep dışa açılma ihtiyacıyla bağlantılı olarak ve ekonomik ihtiyaçların dayatmasıyla girmiştir. Yine aynı şekilde, Kürt sorununun ve Kıbrıs sorununun çözülmesi gereğinin büyük burjuvazinin gündemine girmesinde de Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşmesi ya da ABD ile uyum içinde Ortadoğu’da yeni misyonlar üstlenmesi gibi faktörler rol oynamıştır.
Ancak ekonomik ihtiyaçların dayatmasıyla gündeme sokulan bu sorunlar, 2002 genel seçimleri öncesinde peşpeşe kurulan muhtelif burjuva koalisyon hükümetleri tarafından çözümlenmemiş ve tersine pek çok noktada kilitlenmiştir. Böylece katlamalı biçimde yakıcılaşan sorunlar, nihayet 2002 genel seçimlerinden sonra tek başına iktidar koltuğuna kurulan ve çözüm vaat eden AKP’nin önüne dikilivermiştir. Birinci ve ikinci AKP hükümetleri dönemi, bu sorunların çözüm yoluna konulacağı yeni bir dönem olarak görünmeye başlamıştır.
Ancak yukarda da değindiğimiz gibi, Türkiye’de ekonomi-siyaset ilişkisi Batılı ülkelere nazaran farklı ve özgün yönler içerir. Tarihsel gelişme çizgisinin açıkladığı üzere, bu topraklarda yıllar boyunca asker ve sivil bürokrasiye dayanan bir askeri vesayet sistemi biçimlenmiş ve etkisini sürdürmüştür. Bu durumun bir sonucu olarak Türkiye’de ordu güdümlü burjuva siyaset alanı, Batılı kapitalist ülkelere benzemez biçimde kendine özgü kırmızıçizgiler ve ekonominin gereklerine uymayan direnç noktaları yaratmıştır.
Despotik-devletçi gelenek nedeniyle, Türkiye’nin egemen resmi tarihi Batılı ülkelerde pek de olağan sayılmayan bir niteliğe sahiptir. Bu ülkede burjuva siyaset arenasındaki olguların adlandırılması ve değerlendirilmesi açısından bile resmi söylemle gerçekler arasında ciddi farklılıklar mevcuttur. Örneğin resmi tarihe bakılacak olursa, Kemalist laikliği savunan aynı zamanda çağdaş, demokrat hatta devrimci addedilir. Oysa gerçekte uzun yıllar siyasette asker-sivil bürokrasi ve devlet partisi CHP tarafından temsil olunan bu çizgi statükocudur ve siyaseten gericidir.
Kemalist bürokrasinin “gerici” yaftasını yapıştırarak yıllar boyunca siyasi yaşamdan dışlamaya çalıştığı “merkez dışı” kesimler ise, askeri vesayet rejiminin son bulmasını isteyen ve bu kadarıyla liberalizmi savunan siyasi akım ve güçler yaratmışlardır. Dahası, geçmişteki başlıca örneği Demokrat Parti ve son örneği AKP olmak üzere, bu niteliği bünyesinde barındıran siyasal partiler halkın ezici çoğunluğunun oylarını alarak dönemin burjuva hükümetlerini oluşturmuşlardır.
Evet, asker-sivil bürokrasi statükocudur, gericidir. AKP ise geleneksel devletçi statükoya ve Kemalist devlet yüceltmesine cephe alan bir siyasi nitelik sergilemiştir. AKP, siyaset arenasında ipliği pazara çıkmış CHP gibi batak devletçi partiler karşısında bu özellikleri nedeniyle ezici bir üstünlük sağlamıştır. Yine aynı nedenlerle, kendini liberal-demokrat ve de yoksul halk kitlelerinden yana bir parti gibi gösterebilmiştir. Ancak gerçekliğin terazisiyle ölçüldüğünde, tüm bu görünümlerin birer yanılsamadan ibaret olduğu anlaşılır.
İşin doğrusu şudur: Türkiye’de askeri vesayet rejimi gibi özgün bir sorun olmasa, AKP gibi bir partinin ve ona dayanan siyasi çevrelerin aslında burjuva demokrasisi ve siyasal liberalizmden pek de nasibini almamış bir nitelik taşıdığı kabak gibi açığa çıkacaktır. Ayrıca AKP gerçekte işçi-emekçi halkın temsilcisi ya da koruyucusu değil, bal gibi bir burjuva partisidir. Hem de işçi sınıfının alabildiğine sömürülmesiyle palazlanan o yeniyetme sermaye gruplarının çıkarlarına tercüman olan halisane bir büyük burjuva partisidir.
Bu yeniyetme büyük sermaye grupları ve onların siyasi sözcü ya da temsilcileri, bugün yeni-Osmanlıcılık tezleri eşliğinde bölgede emperyalist yayılmacılık için can atan burjuva güçleri oluşturuyorlar. Diğer yandan, bu kesimler tarafından dile getirilen emperyal arzular sadece boş bir geçmiş özleminin yansımasından da ibaret kalmıyor. Yayılma tutkusunun güdülediği ekonomik gerekler, egemen sınıf içinde yaşanan yoğun iç çatışmalara rağmen, AKP iktidarına dışa açılma yönünde bir hayli yol aldırmıştır. AKP iktidarının askeri vesayet rejimi yanlılarından ve laikçi geçinen büyük sermaye gruplarından aldığı tepkiler her ne olursa olsun, Türkiye kapitalizminin eskiye oranla daha büyük bir gücü temsil eder hale gelmesi bu burjuva iktidara nasip olmuştur.
Son dönemde ABD egemen çevrelerinde de Türkiye’ye biçilen yeni rol çerçevesinde dillendirilen “stratejik ortaklık” konusu aslında önemli bir gerçekliğe işaret etmektedir. AKP iktidarı bu konuyu kendi başarısının bir göstergesi olarak sunuyor ve savunuyor. Bu tutum Türkiye’nin alt-emperyalist konumunun pekiştirilmesi arzusunun bir işaretidir.
Bugün AKP ve çevresi, kendi iktidarları altında Türkiye’nin bir periferi ülke olmaktan çıkıp bir küresel güce dönüşme süreciyle övünüyor. İşin aslına bakılacak olursa, bu süreç fiilen Özal dönemiyle başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Balkanlar’dan Ortadoğu’ya ve Türkî cumhuriyetlere uzanan yeni paylaşım savaşı, dışa açılan ve alt-emperyalistleşen Türkiye’nin yayılma planlarıyla çakışmıştır. O zaman Özal’ın önünü açtığı yeni burjuva kesimlerin bu bölgelerde yayılma hamlesinin idelojik kılıfı da yeni-Osmanlıcılık olmuştur.
Bir zamanların az gelişmiş kapitalist ülkesi Türkiye, 1960 sonrasında yaşanan sıçramalı kapitalist gelişme neticesinde orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler arasına katılmıştır. ‘80 sonrasında ise, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri zapturapt altına alıp sermaye için adeta dikensiz gül bahçesi yaratan olağanüstü burjuva rejimler altında, dışa açılma yönünde hummalı bir yapısal değişim süreci yaşanmıştır. Bunun neticesinde, Türkiye orta gelişkin kapitalist ülkeler kategorisi içinde yukarılara tırmanmış ve bir alt-emperyalist ülke konumuna terfi etmiştir.
Kapitalizmin küresel işleyişi içinde Türkiye gibi kapitalist ülkelerin zamanla geçirdiği değişimi doğru şekilde kavramak önemli bir ihtiyaç oluşturuyor. Türkiye’de kapitalizm emperyalist güçlere bağımlı da olsa önemli gelişme ve sıçramalar kaydetmiştir ve Türkiye artık alt-emperyalist bir ülkedir. Bu değişim sürecinin bir ürünü olarak, Türkiye’de burjuvazi de hanidir bir kabuk değiştirme sürecinin sancılarını yaşıyor. Nitekim burjuva iktidar bloku içinde uzun süredir devam eden iç çatışmalar bu durumun bir yansımasıdır. Bugün Türkiye’de burjuvazi, ülke ve dünya siyasetinde öne çıkan sorunların algılanması ve karşılığında siyasal tutumlar geliştirilmesi bakımından temelde ikiye bölünmüş durumdadır.
Kuşkusuz genel kural, nihayetinde ekonomik temelin ve gereksinimlerin belirleyici olduğudur. Ne var ki, Türkiye’nin geleneksel siyaset kabuğunu parçalayıp artık küresel ekonomiye eklemlenen bir siyasal yapı oluşturması son derece gecikmeli, zahmetli ve çatışmalı biçimde gerçekleşmektedir. Bu bağlamda gelişmeleri kısaca değerlendirip bazı önemli sonuçlar çıkartacak olursak, açıkça ifade edilmesi gereken birkaç hususa dikkat çekebiliriz.
Birincisi, bu ekonomik itkilerin Türkiye’nin son dönemine güçlü biçimde damgasını basmasına rağmen siyasal alandaki gerginlik henüz devam ediyor. Nesnel olarak artık askeri vesayet rejimini savunan taraf güç yitiriyor olsa da, sivilleşmeyi savunan liberal güçlerle askeri vesayet yanlıları arasındaki siyasi mücadelenin halen kesin sonucu alınmış değildir.
İkincisi, nihayetinde burjuva çerçeveyi aşmasa da, Türkiye’nin gerçekleri açısından bakıldığında, siyasi arenada burjuva demokrasisini savunan güçlerin ve sol liberallerin vb. yer alması kötü değil iyi bir şeydir.
Üçüncüsü, uzun yıllar boyunca askeri vesayet rejiminin ya doğrudan sultası ya da dolaylı biçimde gölgesi altında yaşayan siyaset sahnesinin burjuva anlamda normalleştirilmesini istemek bu topraklarda olumlu bir adım teşkil eder. Fakat sol liberallerin bunu bir “sivil devrim”, “demokrasi devrimi” diye abartarak sunmalarına da papuç bırakılmamalıdır.
Dördüncüsü, Türkiye’nin gerçekleri bakımından bu tür bir değişim müspet bir değer taşısa da son derece gecikmiş bir biçimde gündeme getirildikleri unutulmamalıdır. Kapitalizmin krizler içinde kıvrandığı ve bunun sonucu olarak gelenekselleşmiş burjuva demokrasilerinin bile çerçevesinin daraltıldığı bir dünyada, Türkiye’de tıkır tıkır işleyecek bir “burjuva demokrasisi” hayali yaratmak son derece tehlikelidir.
Beşincisi ve son olarak, sol liberallerin yaklaşımı da dahil olmak üzere, bugün Türkiye’de tartışma gündemine sokulan ve AKP iktidarından beklenen “demokratikleşme” olgusu ilhamını ağırlıklı olarak büyük burjuvazinin küreselleşme ihtiyacından alıyor. Oysa günümüz dünyasında varlık nedenini, meşruiyetini ve gücünü işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve Kürt yoksullarının devrimci mücadelesinden alan bir demokrasi mücadelesine ihtiyaç olduğu o kadar açık ki… Ayrıca her fırsatta vurgulamaya çalıştığımız gibi, hangi alanda ve hangi kapsamda olursa olsun, ancak örgütlü mücadeleyle elde edilen ve korunan kazanımlar kalıcı olabilir!
Temmuz 2012
link: Marksist Tutum, Türkiye’de Kapitalist Gelişme Sürecinin ve İşçi Hareketinin Kısa Tarihi, 4 Temmuz 2012, https://marksist.net/node/3401
Küresel Kriz Sürüyor, İşsizlik Artıyor
Otoriterleşen İktidarın “Baş Belâsı” İnternet