Şubat ayının ikinci haftasında (12 Şubat) Eğitim-Sen şubelerinde genel kurullar yapıldı. Benim üyesi olduğum şubede de aynı gün yeni yönetimi belirlemek üzere kongre toplandı. Ben böyle bir kongreye ilk kez katıldım ve sizlere bu toplantıya dair kısa izlenimlerimi aktardıktan sonra örgütlülükle ilgili düşüncelerimi belirtmek istiyorum.
Kongre sırasında, konuşmacıların değindikleri konular genel olarak birbirine çok yakındı. Başlıklar şunlardı: Önümüzdeki dönemin sendikal mücadele açısından çok yoğun geçeceği, saldırıların giderek pervasızlaşacağı, sıkı bir mücadele hattının örülmesinin aciliyeti, sendikamızdaki üye kaybı ve sendika yönetiminin giderek bürokratlaşması ve bunun sakıncaları vs. vs... Baştan sona izlediğim bu konuşmalarda en çok dikkatimi çeken şey ise, ataması yapılmadığı için birkaç yıl sözleşmeli olarak çalışmak durumunda kalan, bir sonraki yıl iş güvencesinin olmadığını söyleyen, “Kamu Personel Yasası” ve onun bir ayağı olan “Performans Değerlendirmesi”nin uygulanması halinde yeniden işsiz kalabileceğini belirten, aynı sıkıntıları bir kez daha yaşamak istemediğini dile getiren bir öğretmen arkadaşın sözleri oldu.
Ben de aynı kaygıyı taşıyorum. Çünkü daha birkaç gün önce okul müdürümüz, performans değerlendirmesine geçileceğini resmen muştuladı (tabii Kamu Personel Yasa Tasarısı ile bağlantısını pas geçerek). Söz konusu tasarının uygulamaya geçmesi halinde bu performans değerlendirmeleri gerekçe gösterilerek insanlar işlerinden çıkartılmakla tehdit edilecek ve daha ucuza çalıştırılabilecekler (okulumuzda sözleşmeli çalışan arkadaşlar var ve yaşadıkları sıkıntıları biliyorum). Ben sözleşmeli çalışmak istemiyorum ve performansımın da okulumuzu küçük esnaf mantığı ile yöneten müdürümüz tarafından değerlendirilmesini istemiyorum. Çünkü Toplam Kalite, Performans Değerlendirmesi, Esnek Çalıştırma vs. icatları ile çalışanları birbirinin rakibi durumuna getiren, bizi okulumuzun döner sermayesinin daha da hızlı dönmesi için “yaratıcı fikirler ve faaliyetlere” zorlayan, velilerin nimet (velinimetimiz) kabul edilip her durumda haklı görülmesini dayatan (çünkü kayıt esnasında hayli “bağış” yapmışlardır) bir idare ile uzlaşmak istemiyorum. Böyle bir idareyi bize dayatan yasalarla, o yasaları yapanlarla, yaptıranlarla uzlaşamam. İnsanların temel ihtiyaçlarını piyasalaştıran (ki eğitim sözde parasız), öğretmeni, doktoru, sömürüyü arttırmak için birer araç durumuna sokan, iş güvencesini ortadan kaldırmakla tehdit eden bu sistemle uzlaşamam.
Fakat, bireysel varoluş mücadelesinin insanı nasıl soysuzlaştırabileceğinin, işsizlik ve ardı sıra gelecek kepazeliklerin insanı nerelere sürükleyebileceğinin de idrakindeyim. Sorun tam da burada, bireysel varoluşta... Varoluşun bireyselliğe indirgenmesinde sorun.
Bizler, emek gücünü satarak varolanlar, üreten ama yönetemeyenler, ücretli köleler, emek gücünü satamazsa, işsiz kalırsa kölece varoluş hakkı bile bulamayanlar, taksit ödeyenler, kira ödeyenler, harç ödeyenler. Ömrünü bu sisteme peşin peşin ödeyerek ölenler. BİZ BİR SINIFIZ. Ve varlığımızı, varoluş mücadelemizi, bu bilinç üzerine oturtamadığımız, örgütlenemediğimiz sürece satmaya mahkum olduğumuz ömrümüzde “yaşadım” diyebileceğimiz anların toplamı gitgide azalacak. Yani,
ÖRGÜTLÜYSEK HER ŞEYİZ ÖRGÜTSÜZSEK HİÇBİRŞEY!
link: MT okuru bir eğitim emekçisi, Eğitimde “Reform”un Özü Eğitim Emekçilerine Saldırıdır!, 3 Mart 2005, https://marksist.net/node/337
Gazi'yi, 1Mayıs'ı Unutma
Üniversite Öğrencilerinin SEKA İşçilerini Ziyareti