Biz dünyayı emekleriyle döndürenler, kendimiz için bir arada değilsek hiçbir şeyiz. Son birkaç ayda fabrikamızda bu durumu örnekleyen birçok olay yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.
Sizlere önce çalıştığım fabrikadan bahsetmek istiyorum. Dünyanın birçok coğrafyasında motorlu taşıt tekellerine yedek parça üretimi yapan fabrikaların Türkiye kollarından birinde çalışıyorum. Yaklaşık 1000 kişi kapasiteli, “sendikal örgütlenmenin” olduğu bir fabrika. Bu fabrika, en ileri teknolojiyle, muazzam işgücü verimliliğiyle ve en yoğun sömürüyle çalıştığımız, devasa büyüklükteki sermaye tekelleri tarafından takdirle onaylanmış durumda.
Bundan birkaç ay öncesine kadar hepimiz, sendikalı olmak üzere toplam 960 işçiydik. İşveren yeni projelerin hazırlık aşamasında, geri kalanları daha çok çalıştırmak ve maliyeti kısmak için işçi çıkarmayı hedefliyordu. İşçileri buna alıştırmak için aylar öncesinden, 300 kişinin işten çıkartılacağı söylentisi yayıldı. Bu söylenti de diğerleri gibi, işverenin sendikanın katkılarıyla uygulamaya soktuğu bir ayak oyunuydu. İşten atılmalar kurban bayramına “ertelendi” ve 145 kişiyle “sınırlı” kaldı. Geri kalan 815 işçi, “kısa çalışma” adı altında, esnek çalışmaya, düşük ücretlere, haftanın hangi günü çalışacağını bir gün öncesine kadar bilmemeye, daha da fazla yukarı çekilen üretim hedeflerine razı kalmak zorunda bırakıldı.
İşverenin işten çıkarma söylentilerinin erkenden yayılmasını sağlaması etkisini göstermişti. İşini kaybetme korkusu herkeste öyle yoğundu ki, “bu gerginlik bitsin de sonuç ne olursa olsun” psikolojisinin ağırlığıyla bayram tatiline girildi. Aylardır, “sıra bende mi, arkadaşlarımda mı, işimden olacak mıyım, yeni bir iş bulacak mıyım?” kaygısı içindeki işçilerin bayram öncesi vedalaşmaları, çok gerekmedikçe birbirine selam bile vermeyen insanların kucaklaşmaları, kaderlerimizin birbirimize ne kadar bağlı olduğunun farkına varılmasının bir göstergesiydi. Bayram dönüşü kimler aramızda olmayacak sorusu kafalarda, evlere gidildi. İş akdinin feshedildiğini kimisi APS ile gelen postadan, kimisi bankadan para çekerken aylık ücreti dışında tazminatının da ödendiğini gördüğünde, kimisiyse telefon ettiğinde fabrika güvenliğinden aldığı yanıttan öğrendi. Tek bir işçi dahi başına gelenleri işyerinden öğrenemedi.
Ben işten çıkarılanlar arasında değildim ve tatil dönüşü fabrika servisini beklerken merak ve tedirginlik içindeydim. Servisteki arkadaşlarsa bu ruh halimi paylaşmaktan çok uzaktılar. Herkes büyük bir rahatlama içindeydi. Yüzler gülüyordu. Servistekiler olayı “kazasız belasız” atlatabilmişlerdi. Fabrikaya girer girmez aynı ruh hali diğer işçilerde de gözlemlenebiliyordu. Çıkarılan arkadaşları için üzülen olsa da, genel anlamda huzursuzluk yok olmuştu. Kışın ortasında sokağa atılan 145 işçinin akıbetini düşünen de yoktu, kendisinin bu insanlardan biri olabileceğini aklından geçiren de. Çünkü sorunlarımız ve kaderimiz ortak olsa da, çözüm yollarımız henüz ortak değil.
Ertesi gün, fabrika müdürleri bizleri toplayarak neden işçi çıkarmak zorunda kaldıklarına dair bir yığın yalan söyledi. Bu küçülmeden (onlar işçi kıyımını böyle adlandırıyorlar) dolayı çok üzüldüklerini fakat şimdi ileri atılma zamanının geldiğini “müjdelediler”. Bize teşekkür ettiler, çünkü biz öyle olgun bir kadroymuşuz ki, bazı arkadaşlarımız aramızda olmasa da, gülen yüzlerimizle üretim hedeflerimize ulaşabiliyormuşuz. Üzücü bir olay yaşasak da ileriye bakarak, çok çalışarak, yeni arkadaşlarımıza iş olanağı yaratacakmışız. Zaten bize bu işi sağlayan da, fabrikanın bizden önce çok sıkı çalışan 300 kişilik ekibiymiş.
Bizden önce çok sıkı çalışan ekiptekilerin çoğu bugün işsiz. Onlar maliyeti düşürmek için işten atılan arkadaşlarımız ve aynı sebeple bizler onların yerine işe alındık. Onlar öyle sıkı çalıştılar ki, daha ucuz işgücü gerektiğinde sokağa atılmaları hiçbir külfet getirmedi işverene. Yine de işverenimiz “ileriye bakmamız lazım” derken, bunları değil kendi sermayesinin büyüdüğünü görmemizi istiyor. Sıra bize gelinceye kadar sadece çok sıkı çalışan bir ekip olmamızı istiyor, çünkü biliyorlar ki onların yaşam şansı bizim sessizliğimizle güçleniyor.
İşveren bir işten çıkarma operasyonunu daha başarıyla atlattı. İşsiz kalma korkusu daha yoğun olan, görece daha yüksek ücretli eski işçiler, işten çıkarmalarda yeni arkadaşlarımıza öncelik verildiği için en adil olanın yapıldığını dahi düşündüler. Buna rağmen bir hafta boyunca vardiya değişim saatlerinde polis otoları fabrikadan ayrılmadı. Kartlarımızı fabrikanın dış kapısında okutmaya zorlandık. Sendika bürokratlarının uyanık varisleri olan sendika temsilcileri, tepkilerimizi gözlemek için hatlarımıza neredeyse akınlar düzenlediler. Öyle ya, hiçbir işçi velinimeti olan işverenin onca insanı sokağa atmasını sorgulamamalıydı!
Bu durum bize şunu gösteriyor ki, meşru haklarımız ve taleplerimiz için mücadele etme ihtimalimiz bile patronlar sınıfını korkutuyor. Bu ihtimal gerçeğe dönüştüğünde yaşayacakları korku, yüzyıllardır uyguladıkları sömürü, yarattıkları açlık, sefalet, çürüme ve ıstırap düşünüldüğünde acaba yeterli olacak mıdır?
Varlığımız, kanımız ve emeğimizle yarattığımız tüm zenginliklere el koyanları tarihin çöp sepetine fırlatıp atabilmek için bugün yapmamız gereken bilinçlenmek, sınıf mücadeleleri tarihimizi hatırlayıp sahip çıkmak, bu tarihi yazmaya devam edebilmek için sendikalarımızı sınıfımıza ihanet eden sendika ağalarının, bürokratların elinden çekip almak, tabanda mücadeleci bir sendikal anlayışı yaygınlaştırmak gerekiyor. Her şey olmak için, örgütlenip tüm varlığımızı ortaya koymak gerekiyor. Çünkü biz insanlığı çürümeden kurtarabilecek yegâne sınıfın neferleriyiz. Özgürlük ve bütün güzellikler biz savaşırsak gelecek.
link: Ümraniye'den MT okuru bir işçi, Bana Gelmez Deme, Sıra Hepimizde!, 7 Nisan 2004, https://marksist.net/node/326
Anket İşçileri
Seçimleri kim kazandı