Gazeteler ve televizyonlar asker cenazelerinin haberleriyle dolu. Buna, burjuva medyada yer almasa da, anaların yüreğini aynı derecede yakan gerilla cenazelerinin haberleri eşlik ediyor. TC’nin Kürt sorununda çözümsüzlük ve savaşta ısrar eden politikaları yüzünden, Türk ve Kürt, gencecik insanların bedenleri toprağa düşüyor. Komşumuz Suriye’de de her gün onlarca insan hayatını kaybediyor. Kanlı Esad rejimiyle muhalefet güçleri arasındaki çatışmalar, giderek daha fazla iç savaşa dönüşecek biçimde gelişiyor. Esad’ın ordusuyla muhalefet güçleri sadece kendi adlarına değil, emperyalist güçler adına da savaşıyorlar. Bir tarafta içinde Türkiye’nin ve Körfez ülkelerinin de yer aldığı Batılı emperyalist kamp, diğer tarafta ise İran-Rusya-Çin’in yer aldığı kamp bulunuyor. Ortadoğu coğrafyasının geri kalanında da durumun pek parlak olduğu söylenemez. Suriye ve İran’a yönelik emperyalist müdahale kapıda beklerken, İsrail ordusu Filistin halkına zulmetmeye devam ediyor. ABD’nin “demokrasi ve özgürlük götürmek” sloganıyla işgal ettiği Irak’ta da durum daha iyi değil. Kısacası Türkiye her açıdan bir savaş alanının orta yerinde bulunuyor.
Tablo o kadar net ve savaşın sıcaklığı o kadar yakıcı ki, durumun vahametinin herkes bir biçimde ve düzeyde farkında. Halkın çoğunlunun farkında olmadığı şey ise bu tablonun kaçınılmaz olmadığı. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi henüz yeterli olmadığı için ya AKP’nin yalanlarına büyük oranda kanıyor ya da burjuva muhalefetin peşine takılıyor. Sınıfa yönelik saldırılara, anti-demokratik uygulamalara ve emperyalist-haksız savaşlara karşı mücadele etmesi gereken sendikalara ise kahredici bir duyarsızlık hâkim. Sendikal hareket, bürokrasinin sultasında felce uğramış durumda.
Tamamen AKP’ye ve devlete yedeklenmiş Türk-İş ve Hak-İş bürokrasisinden kaynaklı olarak, bu konfederasyonlardan savaş karşıtı en ufak bir söz dahi çıkmıyor. Kendini sınıfın sorunlarına ve demokrasi mücadelesine duyarlı bir konumda tarif eden DİSK, KESK gibi konfederasyonlarla Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP) gibi Türk-İş merkez yönetimine muhalif az sayıdaki sendika ise ya yeterince duyarlı davranmıyor ya da basın açıklamalarıyla, küçük çaplı eylemlerle durumu idare etmeye çalışıyor. Çünkü ne tabanı harekete geçirecek bir örgütlülüğe sahipler ne de buna mecalleri var. Bu yüzden de, alevleri Türkiye’ye kadar uzanmış olan emperyalist savaşa ve Kürtlere karşı yürütülen haksız savaşa karşı sendikal cenahta dişe dokunur bir tutum alınamıyor. İşçi sınıfı savaş karşıtlığı temelinde seferber edilemiyor. Nitekim 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde yapılan mitingde sendikaların anlamlı bir varlık gösterememesi de bunun kanıtlarından biri olmuştur.
Sendikalara milliyetçi-devletçi ve uzlaşmacı bir anlayış hâkimdir
Kuşkusuz 1 Eylül mitinginde görülen tablo yeni bir şey değildir. Türkiye’de sendikal hareketin emperyalist ve haksız savaşlar karşısında aldığı ya da alamadığı tutumlar nedeniyle sicili öteden beri bozuktur. Ne 1950’lerde Kore’ye asker gönderilirken, ne 70’lerde Kıbrıs harekâtı sırasında ve ne de 80’lerden beri ülke gündeminin başköşesini işgal eden Kürt sorununda doğru veya anlamlı bir tavır takınabilmişlerdir. Benzer sorunlu yaklaşımlar demokrasi mücadelesi konusunda da mevcuttur. Örneğin cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde askeri darbelere karşı sendikalardan ciddi bir tepki yükselmemiştir. Sendikal mücadelenin tarihi, maalesef, ya teslimiyetçilikle ya da darbe şakşakçılığıyla doludur. Çeşitli hükümetlerin işçi sınıfına, devrimcilere veya muhalif kesimlere yönelik anti-demokratik uygulamalarına karşı da sendikal hareket içinde köklü bir mücadele geleneği bulunduğundan bahsedilemez. 70’lerin Maden-İş ve DİSK örneği, kısa ömürlü bir istisna olmanın ötesine geçememiştir. Son dönemde ayyuka çıkan KCK tutuklamalarına, Terörle Mücadele Yasası’na yahut gemi azıya alan polis terörüne karşı kaç sendikanın dişe dokunur anlamda tavır aldığından bahsedilebilir?
Bu durumun temel sebebi tabii ki sendikalara egemen olan ve onları devlet güdümüne sokan tepe bürokrasisidir. Üst düzey sendika yöneticilerinin devlet erkânı ve burjuvaziyle iç içe geçmişliği, doğal olarak, sendikaları işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda mücadele eden araçlar olmaktan çıkarıp, fiilen düzenin payandası haline dönüştürüyor. Hâkim sendikacılık anlayışı, sınıfın örgütlü gücüne güvenerek mücadele etmek değil de devletin çeşitli kurumlarına ve iktidar partisine ya da en azından iktidara gelme olasılığı olan, mecliste belli bir ağırlığı bulunan burjuva partilere yakın durmak ve onunla iyi geçinerek işini görmek olduğundan; kendini solda ve duyarlı olarak tanımlayan sendikaların dahi çoğu CHP kuyrukçuluğunun ötesine geçemiyor. Çoğu sendika yönetimi, gerçek anlamda muhalif bir konuma geçerek militan bir sınıf mücadelesi vermek yerine, burjuva muhalefetinin sınırları içinde kalmayı ve onun siyasetinin kuyruğuna takılmayı daha güvenli buluyor, bununla yetiniyor. Küçük-burjuvazinin devlet fetişizminin etkisi altındaki sendika yöneticileri, tekelci kapitalizmin azgın ve aman vermez saldırıları karşısında çareyi devletin kanatları altına sığınmakta, devleti de kendilerini daha fazla kayıran bir konuma çekmeye çalışmakta buluyorlar. Az sayıdaki dürüst ve bir şeyler yapmaya çalışan sendikacı ise, bu genel tablonun çıkışsızlığı içinde kayboluyor.
Hal böyle olunca da, tepeden aşağıya doğru, işyeri temsilcilerine ve üye tabanına varıncaya kadar burjuvazinin milliyetçi ideolojisi sendikalara egemen hale geliyor. Milliyetçi ve muhafazakâr anlayışın toplumun genelinde de yaygın olması nedeniyle zehrin sendikaların gövdesine yayılması daha kolay gerçekleşiyor. Sol düşünceye ve mücadeleci bir çizgiye sempati duyan ya da bu gelenekten gelen sendika yöneticileri dahi, alttan ve üstten gelen basınçların arasında kalarak, örneğin savaş sorununda burjuva muhalefetin ortalama tepkisini aşan tutumlar alamıyor.
Sendikaları esir almış olan bu milliyetçi ideolojiye, Türkiye gibi ülkeler özelinde, bir de devletçiliği eklemek gerekir. Asyatik tarihsel arka planın ve uzun yıllara yayılan askeri vesayetin ürünü olan bu devletçilik en az milliyetçilik kadar tehlikeli bir zehirdir. Türkiye cumhuriyetinin kurucu ideolojisi olan Kemalizmden beslenen bu devletçilik, sol harekete hâkim olan Stalinizmin etkisiyle de pekişmiş, burjuvazinin işçi hareketi içindeki ajanı konumundaki sendika bürokratlarının işini de epey kolaylaştırmıştır.
İşte bu milliyetçi-devletçi ideoloji yüzünden gerek sendika yöneticilerinde gerekse de tabandaki işçilerde neredeyse bir refleks ve ezber oluşmuştur. Patronla anlaşmazlığa düşüldüğünde sendikacının da işçinin de önce devletten medet umması ve çözümü ondan beklemesi bundandır. Ne işçi ne de sendikacı, kendi gücüyle mücadele ederek istediğini bileğinin hakkıyla almayı düşünür. Bu anlayışı kıracak yöndeki örnekler ve eğilimler her seferinde boğulmuş ve sınıf içinde kök salarak bir gelenek haline gelmesi engellenmiştir. Bugün hemen her kanattan sendika yöneticisinin ve dolayısıyla da çoğu işçinin yegâne özlemi, eskinin “sosyal devlet” uygulamalarına geri dönülmesidir. “Sosyal devlet” diye bir olgunun olup olmadığının, bu kavramla ifade edilenin aslında ne tür tarihsel ve siyasal koşulların ürünü olduğunun ya da Avrupa’da işçi sınıfına verilen haklar bağlamında kastedilen “sosyal devlet” uygulamalarının Türkiye’de hiçbir dönem elde edilmemiş olmasının onlar açısından bir önemi yoktur. Geçmiş dönemlerde sendika bürokratları için “sosyal devlet”in anlamı, mücadele vermeden sendikacılık yapmak olmuştur.
Türkiye’deki sendikal harekete damgasını vurmuş olan bu kültür, sınıf uzlaşmacılığının ve işbirlikçiliğinin sendikalarda hâkim hale gelmesinin de nesnel zeminini oluşturmuştur. Hatırlanacak olursa 90’ların sonlarına kadar büyük ölçüde varlığını ve ekonomi içindeki ağırlığını koruyan devlet işletmelerinde sendikaya üye olmak fiilen zorunluydu. Yani sendika yönetimlerinin örgütlenme gibi bir derdi yoktu. Aidatlar işçilerin maaşlarından otomatik olarak kesilmekteydi ve bir ihtilaf yaşandığında da mesele grev gibi radikal ve “komünist işi” yöntemlerle değil, her biri birer devlet bürokratından farksız sendika yöneticileriyle işletme müdürleri arasında “güzellikle” çözülmeye çalışılırdı. Olmadı devreye siyasi bağlantılar sokulur ve nihayetinde iş hallolurdu. Özal’la başlayan ve AKP’yle tam gaz devam eden süreçte özelleştirmeler eliyle bu safahat devri sona erince sendikalar bir anlamda sudan çıkmış balığa döndüler. Üye sayıları muazzam bir hızla düştü ve sendikalar bu kez de yetki alabilme endişesiyle devlete gebe hale geldiler. O kadar ki, bugün 10-15 sendika hariç hiçbir sendikanın gerçekte yetki barajını aşacak yeterlilikte üyesi yoktur. Sadece bu durum bile, işkolundaki üye sayılarını açıklamak suretiyle sendikaların yetkilerini bir çırpıda düşürme gücüne sahip devletin eline önemli bir koz vermektedir.
Sendikalar sınıfın devrimcilerine ve devrimci sınıf siyasetine kapılarını açmalıdır
İşte bu koşullar ve hâkim anlayışlar, sendikaların emperyalist savaş ve Kürt sorununda doğru veya anlamlı tutumlar almasını engellemektedir. Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen ve Memur-Sen gibi konfederasyonların yönetimleri ya tamamen ya da ağırlıklı ve geleneksel olarak iktidarda hangi parti varsa ona yani devlete endeksli bir çizgi izlediklerinden, fiilen işçilerin çıkarlarını savunan örgütler gibi değil de birer devlet kurumu gibi çalıştıklarından, devletin ve/veya iktidarın resmi politikası, söylemi neyse üç aşağı beş yukarı onu tekrarlamaktadırlar. Her gün onlarca insanın öldüğü, anaların yüreğini yakan ve yoksulların ocağını söndüren haksız savaşa karşı tamamen duyarsız kalmakta, daha da kötüsü, duyarlı davranarak bir şeyler yapmaya çalışan sendikacıların da en iyi ihtimalle önünü kesmekte ya da sendikal hareketten tasfiye etmektedirler.
Bu konfederasyonlar, örneğin sendikalı olmak istediği için işten atılan ve direnişe çıkan işçilere sahip çıkmadıkları gibi, bu işçilerin terörle mücadele yasası hükümlerine göre suçlanmalarına da sessiz kalıyorlar. KESK yöneticilerinin tamamen keyfi bir biçimde, KCK operasyonları bahanesiyle gözaltına alınmalarına veya tutuklanmalarına, yıllarca mahkemeye bile çıkmadan hapiste tutulmalarına karşı da kulakları ve vicdanları sağırlaşmış biçimde susuyorlar. Hatta bazı konfederasyon yöneticileri, hiç utanmadan, “onlar zaten teröristti” diyerek bu baskıcı ve anti-demokratik uygulamalara destek çıkıyor. Bu konfederasyonların tepesine çöreklenmiş, ensesi kalın sendika bürokratlarına karşı amansız bir mücadele yürütmek gerekmektedir.
Kendisini solda tanımlayan, daha duyarlı ve mücadeleci olduğunu söyleyen konfederasyon veya sendikaların durumu da pek parlak değildir. 1 Eylül mitinginin ortaya koyduğu tablodan yürüyecek olursak aslında ne kadar vahim bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu daha rahat görebiliriz. Zaten pek kalabalık geçmeyen mitinge Türk-İş’ten ve SGBP’den sadece Hava-İş ve Tümtis katılmıştır. Bu iki sendikanın katılımı da direnişçi işçiler ve sendika yöneticileriyle sınırlı kalmıştır. Devrimciliği çoktandır mazide kalmış olan DİSK’in katılımı ise tamamen sembolik düzeyde olmuştur. Mitinge konfederasyon olarak katılan DİSK pankartının arkasında en fazla 30 kişi olduğunu söylemek mümkündür. Yine konfederasyon bazında mitinge gelen KESK’in korteji de birkaç yüz kişiyi aşamamıştır.
Gerek bu konfederasyon ve sendikaların mitinge bu denli cılız katılmaları, gerekse de diğer sendikaların ortada bile görünmemeleri, yukarıda anlattığımız faktörlerin ne denli etkili olduğunu açıkça göstermektedir.
Oysa DİSK mitingi örgütleyen kurumlardan biriydi ve miting öncesi (KESK, TMMOB ve TTB’yle ortaklaşa) yayınladığı bildiride “şimdi daha güçlü bir barış çağrısını seslendirme zamanıdır. Ülkede, bölgede ve dünyada barış için, kardeşlik ve özgürce bir arada yaşamak için, şimdi her zamankinden daha fazla mücadele zamanıdır” diyerek “emek örgütlerinin ortak mücadelesi” için çağrıda bulunuyordu. Benzer ifadeler ve temalar yine DİSK’in, KESK, TMMOB ve TTB’yle birlikte “Suriye’de Emperyalist Müdahaleye Hayır” başlığıyla yayınladığı bildiride de yer alıyordu. Yakın zaman önce de DİSK, KESK yöneticilerinin gözaltına alınması ve tutuklanmasına karşı bir bildiri yayınlayarak şöyle diyordu: “…içinde bulunduğumuz dönemde bütün demokrasi güçlerinin tepkilerini ortak bir mücadele zemininde birleştirmesi bir zorunluluktur. Ülkemizin sürüklendiği bu karanlık gidişata artık dur demek için, bu acımasız soygun ve zulüm düzenine karşı birleşik bir mücadele hattını kurmak tarihsel bir görevdir. Bugün demokratlığın, ilericiliğin, devrimciliğin temel kriterlerinden birisi budur!”
Elbette bunlar son derece doğru, anlamlı ve tüm diğer sendikalar tarafından da yapılması, sahiplenilmesi gereken çağrılardı. Ama bildiri yayınlayarak büyük laflar etmek yeterli değildir. Söylediklerinizin karşılığını pratikte de ortaya koymak ve gereğini yapmak lazımdır. Mitingin de gösterdiği gibi lafa gelince mangalda kül bırakmayan DİSK yönetimi, gerçekte üyelerini alana getirmek için hiçbir şey yapmamıştı. Maalesef bu durum sadece 1 Eylül mitingine mahsus değildir. DİSK yönetimi, kendisine bağlı sendikaların uzun zamandır kan kaybetmesine ve işçi sınıfına yönelik saldırıların alabildiğine artmasına karşın genel olarak CHP kuyrukçuluğu dışında bir politika üretmemekte ve fiili mücadeleden kaçmaktadır. Ve bu durum tabanda giderek daha fazla tepkinin oluşmasına yol açmaktadır.
Nitekim son DİSK İstanbul Bölge Temsilciler Kurulu toplantısında yaşananlar, tabanda konuya duyarlı, ne yapılması gerektiğini bilen ve DİSK yönetimine tepkili unsurların da bulunduğunu göstermiştir. Daha açılışta, genel başkanın konuşmasının sonuna doğru temsilcilerin salonu terk etmeye başlamaları, sendikalı işçilerin sendika yöneticilerine duydukları güvensizliğin ve inançsızlığın bir göstergesidir. Aynı toplantıdaki Limter-İş üyesi ve işyeri temsilcisi olan bir işçinin şu konuşması da, emperyalist savaş ve Kürt sorununda DİSK’in izlediği çizgiye karşı biriken tepkinin ifadesidir: “AKP bugün Kürtlere saldırıyor, öğrencilere saldırıyor, işçilere saldırıyor. Kimse, bu yılan bana da dokunmaz diye düşünmesin. Bu yılan hepimizi ısırıyor. Kapalı salonlarda slogan atmak değil, sokaklarda diğer işçilere gitmeliyiz. Toplantı boyunca dikkatle dinliyorum. Kimse çıkıp da Suriye’den bahsetmedi. Arkadaşlar, burnumuzun dibinde bir savaş var ama kimse burada buna değinmiyor. Korkuyor musunuz? Korkmayın, yoksa korktukça sıra bize de gelecek.” Devamla bir başka işçinin söz alarak “başta yöneticiler disiplinli olmalı ve işçi sınıfının gücüne güvenmeyenler bu salonu şimdi terk etmeli. Eğer bugün kendimize çekidüzen vermek istiyorsak fabrikalarda, işçiler arasında eğitimler örgütlemeliyiz. Kahve kahve, ev ev gezip işçilere ulaşmanın yollarını aramalıyız. Yani mücadeleyi Taksim ve Beyoğlu gibi yerlerin dışına çıkaralım. Esenler, Gaziosmanpaşa, Esenyurt gibi işçi semtlerine gidelim, oralarda işçilere derdimizi anlatalım” demesi de yapılması gerekenin aslında ne kadar basit olduğunun ve tabandaki öncü unsurlar tarafından pekâlâ bilindiğinin göstergesidir.
Yöneticileri haksız, asılsız ve keyfi suçlamalarla gözaltına alınan, tutuklanan ve hapislere tıkılan KESK’in mitinge birkaç yüz kişilik bir kortejle katılması, onun da benzer dertlerden muzdarip olduğunun ifadesidir. DİSK’in yayınladığı bildirilerin hemen hepsinin altında KESK’in de imzası vardır. O da tıpkı DİSK gibi mitingin örgütleyicileri arasındadır. Daha da önemlisi, tutuklanan KESK yöneticileri tam da Kürt sorununda AKP’nin uyguladığı baskıcı ve anti-demokratik politikaların kurbanlarıdırlar. Yani tam da kitlesel biçimde katılması ve tabanını seferber etmesi beklenirken KESK de, tıpkı DİSK ve diğer sendikalar gibi üyelerini mitinge katmak adına neredeyse hiçbir şey yapmamış, sadece cep telefonlarına mesajlar atarak haber vermekle yetinmiştir. Yukarıda alıntıladığımız ifadelerin altına imza atan bir kurumun, üyelerini telefon mesajıyla mitinge çağırmasından daha abes bir şey olabilir mi? Bunu gören burjuva devlet ve hükümet, bildiride veya çeşitli basın açıklamalarında sendika yöneticilerinin ettiği büyük lafları yutar mı? Ardı ardına çıkardığı saldırı paketleri ve pervasız uygulamalarıyla bu lafları sahiplerine yutturmaz mı? Bu tablodan sendikaların içinde bulunduğu acizliğin sapır sapır ortaya dökülmesinden başka ne sonuç çıkar?
İyi kavranması gereken önemli bir husus şudur. Emperyalist çürüme çağında, taban örgütlülüğünden aldığı güçle militan mücadelenin saflarını seçmemiş sendikaların önünde sadece iki seçenek vardır: düzenin tam uşağı olmak ya da yok olmak. Devleti ve tüm kurumlarıyla tekelci kapitalizm, ortada yükselen devrimci bir sınıf hareketinin de olmadığı koşullarda, sendikalara kırıntı vermek konusunda bile istekli değildir. Sendikalar, bugünkü pozisyonlarını sürdürmekle geleceklerini garanti altına almış olmamaktadırlar. Aksine yok oluşa giden yolun taşlarını döşemektedirler.
Sendikaların bıraktık işçi sınıfı adına yeni kazanımlar elde etmeyi, hayatta kalmak için dahi devrimci siyasete ve devrimcilere kapılarını açmaktan başka çıkar yolu kalmamıştır. Tüm dünyayı etkisi altına almış olan kriz ve emperyalist savaş koşullarında bu gerçeklik giderek daha fazla belirgin hale gelmektedir. Ancak bu sayede üst düzey sendika bürokrasisinin egemenliği kırılabilir, sendikalar devlet güdümünden kurtarılır ve işçi demokrasisi sendikalarda tesis edilebilir. En azından kendini solda tarif eden daha duyarlı ve mücadeleci sendikaların sınıf devrimcilerine ve devrimci sınıf siyasetine kapılarını açması gerekmektedir. Korkunun ecele faydası yoktur. Tepe bürokrasisinin gazabından veya koltuğunu kaybetmekten korkmakla, tabanın geriliğini bahane etmekle bir yere varılamaz. Bu anlamda yolun sonuna çoktan gelinmiş, kaybedecek pek fazla bir şey kalmamıştır.
Dünyanın her yerinde, kriz ve savaşın kızışmasına paralel olarak, sendikaların tepesine çöreklenmiş bürokratlar devlete veya hükümete daha fazla yanaşmaktan ve sendika içindeki “çatlak” sesleri kısmaya çalışmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Bu durum da, sendika yönetimlerinde yer alan az sayıdaki bir şeyler yapma ihtiyacı duyan yöneticiyi, giderek daha fazla oranda, keskin bir tercihle yüz yüze bırakmaktadır: ya devlete-sendika bürokrasisine tam itaat ya da devrimci-militan bir yönelime girmek.
İlk iş burjuvazinin milliyetçi-devletçi ideolojisinden kurtulmaktır. Bu ideolojinin ve çeşitli yanlış anlayışların, kavrayışların izlerini, DİSK-KESK-TMMOB-TTB imzalı ve SGBP destekli 1 Eylül bildirisinde, KESK yöneticilerinin tutuklanmasına karşı yapılan basın açıklamasının metninde (bu metin DİSK’in Kürt sorunundaki yaklaşımını anlamak açısından da önemlidir) ve Suriye’de Emperyalist Müdahaleye Hayır başlıklı bildiride bulmak mümkündür.
Muhalifliği AKP karşıtlığına indirgemek ve sanki AKP iktidardan düştüğünde tüm sorunlar hallolacakmış gibi bir hava yaratmak doğru değildir. Bu, CHP gibi burjuva partilerin değirmenine su taşımak sonucunu doğuracaktır. “Sosyal devlet” hayalinden vazgeçmek ve bu yanlıştan kurtulmak gerekmektedir, çünkü neoliberal ekonomi politikalarının alternatifini devletçilik olarak koymak yanlıştır. Aslolan ister özel ister devlet işletmesinde olsun, işçilerin örgütlülüğü ve mücadeleci bir ruh haline sahip olmasıdır. Patronun devlet veya şahıs olması bir şeyi değiştirmez. İşçilerin kafasını bulandıran ve kendi örgütleri olan sendikalara inançlarını ve güvenlerini yitirmelerini sağlayan söylemler terk edilmelidir. Örneğin sırf AKP’ye karşıtlık adına 12 Eylül darbesini bile savunur pozisyona düşmek, darbecilere dönük davalarla Kürt hareketine dönük linç davalarını aynı kefeye koyarak yargı sistemini eleştirmek, askeri vesayete vurulan darbeleri görmezden gelmek doğru değildir. Türkiye’nin “ABD’nin uşağı ve taşeron” olduğu yanılgısından artık kurtulunmalı ve alt-emperyalist bir güç olarak Ortadoğu’daki emperyalist paylaşımdan büyük pay kapmaya çalıştığı gerçeğinin farkına varılmalıdır. Aksi takdirde, 70’lerde Kıbrıs harekâtında olduğu gibi milliyetçi-şoven pozisyonlara savrulmak ve kendini burjuva militarizminin hayrına işçilerden bağış toplarken bulmak kaçınılmazdır. Kürt sorununda net bir tutum alınmalı ve (CHP’lilere has bir tarzda) AKP’yi köşeye sıkıştırmak için Kürt sorununu kullanmak uyanıklığından vazgeçilmelidir. Türkiye işçi sınıfının burjuva milliyetçiliğinin etkisinden kurtulması için Kürt sorununda doğru tutum takınılması hayati derecede önemlidir. Elbette ki Kürt halkının haklı talepleri desteklenmeli ve hükümet de bu temelde hedef tahtasına konulmalıdır. En önemlisi de, işçi sınıfının büyük çoğunluğunun oylarını almış bir burjuva partisi olan AKP doğru temellerde eleştirilmeli ve politikalarına karşı mücadele verilmelidir ki, bu işçiler AKP’nin yalanlarına kanmaktan kurtulabilsin.
Emperyalist savaşa hayır! Ortadoğu’ya barış! Kürtlere özgürlük!
Devletin savaş politikalarına angaje olmuş bir sendikal hareketin anti-demokratik yasalara ve uygulamalara karşı tutarlı bir mücadele yürütemeyeceği ve dolayısıyla işçi sınıfının ekonomik çıkarları uğruna mücadeleyi de layıkıyla yerine getiremeyeceği açıktır. Bir başka deyişle, siyasetten uzak durulursa iktisadi mücadelenin daha kolay verileceği anlayışı, tüm pratiğin de gösterdiği üzere geçersiz ve yanlıştır. Siyaseten burjuvazinin güdümüne girilmişse, diğer konularda da farklı bir çizgi izlenmesi söz konusu olmayacaktır.
Ezilen Kürt halkının taleplerinin karşılanması, Türk ve Kürt emekçilerin ölmesinin önüne geçilmesi ve Ortadoğu’da süren emperyalist savaşa dur denmesi de güçlü bir işçi mücadelesinin yükseltilmesine bağlıdır. Tam da bu yüzden 1 Eylül mitingi benzeri fırsatlar sonuna kadar değerlendirilmeye çalışılmalıdır. Çünkü savaş ortamının devam etmesi, egemen güçler açısından, Kürt ve Türk halkını birbirine düşürmenin, işçi sınıfını bölmenin ve bu arada kendi planlarını hayata geçirmenin de bir aracıdır. Savaş ortamının devam etmesi sayesinde burjuvazinin milliyetçi ve şoven politikalarını hayata geçirmesi, işçi kitleleri bu zehirle paralize etmesi mümkün olmaktadır.
Bu gidişata dur demenin, sendika bürokrasisinin sınıf hareketi üzerindeki felç edici egemenliğini kırmanın ve işçi demokrasisini tesis ederek sendikaları sınıfın mücadele araçları haline getirmenin yolu bellidir: devrimcilerin sendikalarda mevzi kazanması ve militan sınıf sendikacılığının hâkim kılınması. Bir zamanlar Türk-İş’in baş sloganı olan ve yıllar içinde başarıyla hayata geçirilen “siyaset üstü sendikacılık” anlayışının sendikaları götüreceği yer bellidir. Bu sayede sendikalardan devrimci siyaset dışlanabilmiş ve burjuva siyaseti hâkim hale gelebilmiştir. Ancak kendilerini mücadeleci olarak gören sendikacıların devrimcilerle el ele vermesi halinde taban örgütlülüklerini güçlendirmek mümkün olacak ve böylece aşağıdan yukarıya bindirilecek basınçla bürokrasi def edilebilecek ve sendikal hareket güçlenecektir.
Bunların başarılabilmesi için de sosyalistlere, sınıf devrimcilerine ve devrimci işçi örgütlerine önemli görev düşmektedir. Salt küfretmekle, uzak durmakla, kafa çevirip hariçten gazel okumakla veya devrimci lafazanlıkla sendikalarda mevzi tutmak olanaksızdır. Sınıfın içine girerek bıkmadan, usanmadan ve sabırla çalışmak tek yoldur.
link: Kerem Dağlı, Sendikalar ve Barış Sorunu, Ekim 2012, https://marksist.net/node/3099
Bölüm 18 - Batı Virginia’da Zafer
İslamofobik Provokasyonlar Sürüyor