1880’den itibaren tümüyle işçi sınıfı hareketi içine dalmış durumdaydım. Bütün büyük sanayi merkezlerinde, işçi sınıfı isyan halindeydi. Avrupa’dan gelen büyük göç, yoksul mahallelerini kalabalıklaştırdı, ücretleri düşürdü ve Amerikan işçilerinin uğruna savaştığı yaşam standardının gerilemesi tehdidini doğurdu. Tüm ülke çapında, ekonomik kriz ve aşırı işsizlik vardı. Şehirlerde açlık, sefalet ve umutsuzluk hüküm sürüyordu. Avrupalı despotların elinde acı çekmiş olan göçmen ajitatörler, işçilere çeşitli ekonomik kurtuluş planları önermekteydi. İşçiler sadece, ekmek ve uzun çalışma saatlerinin kısaltılmasını istediler. Ajitatörler onlara görüş gücü verdi. Polis de cop.
Özellikle Chicago şehri, peşpeşe grevlere sahne oldu ve bunları boykotlar ve ayaklanmalar takip etti. 1886’dan hemen önceki birkaç yıl, göl gemicilerinin, liman ve tramvay işçilerinin grevlerine tanık oldu. Bu grevler polislerin copları ve kiralık gangsterler tarafından vahşîce bastırıldı. İşçilerin şikâyetlerine hiç kulak asılmadı. Polis müfettişi John Bonfield, işçilerin ücretler ve iş saatleri sorunlarını tartışmak için barışçı bir biçimde biraraya geldikleri toplantıları bastırma işinde özellikle acımasızdı. Patronlar, korkularını ve nefretlerini dile getirirken açık sözlü ve küstahtılar. Patronların gazetesi The Chicago Tribune, alaycı bir üslûpla, İllinois’li çiftlik sahiplerinin, büyük sanayi merkezlerinden sökün eden serserilere karşı, zararlı hayvanlara nasıl davranıyorlarsa öyle davranmalarını, yemeklerine zehir koymalarını tavsiye ediyordu.
İşçiler 8 saatlik işgünü için bir kampanya başlattılar. Sendikalar ve Emek Şövalyeleri, hareketi destekledi, fakat kampanyanın liderlerinden bazıları göçmen olduğundan, hareketin kendisi “yabancı” ve “Amerikalı olmayan” bir hareket olarak görüldü. Ardından, küçük bir grup olan Chicago’lu anarşistler, 8 saatlik işgünü davasına sarıldılar. Ve o andan itibaren Chicago halkı, tamamen ekonomik bir sorunu, anarşizm hakkında heyecana kapılmaksızın tartışmaktan aciz olduğunu ortaya koydu.
Patronlar, anarşizm yaygarasını, hareketi dumura uğratmak için kullandılar. Sekiz saatlik işgününü savunan herkes, ülkesinin düşmanı bir hain ve bir anarşisttir, diyorlardı. Devletin temelleri, anarşist fareler tarafından hiç durmadan kemiriliyordu.
Hava gergindi. Şehir iki kızgın kampa bölünmüştü. Bir tarafta, kiralık gangsterlere ve polis coplarına karşı çıplak ellerle dövüşen, aç, üşümüş, işsiz emekçiler vardı. Diğer tarafta ise, açlık ve soğuk nedir bilmeyen, gazetelerin, polisin ve koca devletin bütün gücüyle desteklediği patronlar.
Anarşistler, kendi düşüncelerini yaymak için, var olan genel hoşnutsuzluktan yararlandılar. Hatipler, Michigan gölünün rüzgârlı, kıraç kıyısında, dev kalabalıklara konuşmalar yapıyorlardı. Anarşizmin felsefesini asla benimsememiş olmama rağmen, yeni bir düzenin bu öğretmenlerinin işçilere neler söylediğini dinlemek için göl kıyısındaki mitinglere sık sık katıldım.
Bu sırada patronlar toplantı halindeydi. George M. Pullman’ın Prairie Caddesi’ndeki köşkünde ya da işbilir şirket avukatı Wirt Dexter’ın konutunda toplanıyorlardı. Bir genel grevle başlatılacak olan 8 saatlik işgünü mücadelesini yok etmenin araçlarını tartışıyorlar, anarşistlerin mitinglerini dağıtmanın yollarını konuşuyorlardı.
Şiddetli bir kış gelip çatmıştı. Uzun süreli işsizlik, korkunç acılara yol açtı. Ekmek kuyrukları çoğaldı. Aşevleri yemek taleplerini karşılayamaz oldu. Binlerce insan gerçek sefaletle yüz yüze geldi.
Noel günü (25 Aralık), lime lime olmuş incecik giysileri, paramparça ayakkabılarıyla yüzlerce yoksul insan, şık Praire Caddesi’nde, zenginlerin köşklerinin önünde, patronlarının karşısında, kara bayraklar taşıyarak yürüdü. Anarşistler tarafından düzenlenen bu yürüyüşün, sadece gerilimi daha da arttırmaya yarayan anlamsız bir hareket olduğunu düşünüyordum. Gerçekten de bu yürüyüşün hiçbir eğitici değeri yoktu ve sadece patronların korkusunu arttırmaya, polisi daha da vahşîleştirmeye ve kamuoyunun işçilerin gerçek sorunları karşısındaki sempatisini azaltmaya hizmet etmişti.
8 saatlik işgünü ayaklanmasını başlatacak olan 1 Mayıs günü geldi çattı. Gazeteler, halkı paniğe sürüklemek için her şeyi yaptılar. Tüm şehirde grevler ve yürüyüşler vardı. Patronlar korkudan titriyordu. Devrimi görüyorlardı. McCormick Biçerdöver Fabrikası işçileri, fabrika dışında toplandılar. Fabrikada kalıp grevcilere katılmayanlara, grev kırıcılar lâkabı takıldı. Tuğlalar atıldı. Pencereler kırıldı. Grev kırıcılar tehdit edildi. Birisi ayaklanma alarmı verdi.
Polis, hiçbir uyarıda bulunmaksızın, tam ortalarına ateş ederek, önüne geleni coplayarak, işçilere saldırdı. Bazı işçiler atların ayakları altında ezildi. Bazıları vurularak öldü. Kemikler kırıldı. Genç erkek ve kadınlar öldüresiye coplandı.
Pinkerton şirketi, eski mahkûmlardan ve serserilerden silahlı gruplar oluşturdu ve onları, günlüğü 8 dolardan, fabrikalarda nöbetçilik yapmak ve karışıklık çıkartmak üzere kapitalistlere kiraladı.
4 Mayıs akşamı, anarşistler, daha sonra Haymarket Meydanı diye anılacak olan sefil, pis bir semtte bir miting düzenlediler. Her yerde tren rayları, izbe barlar ve yoksulların oturduğu pis apartmanlar vardı. Bir blok ötede, işçi-patron anlaşmazlıklarını halletme yöntemi olarak baskının en acımasız savunucusu, esneklikten, sağduyudan ve anlayıştan yoksun bir adam olan John Bonfield’in yönettiği Desplaines Caddesi Polis Karakolu vardı.
Chicago belediye başkanı Carter Harrison anarşistlerin mitingine katılmıştı ve alandaki kalabalığın içinde ve çevresinde dolaşıyordu. Alandan ayrıldıktan sonra, Polis Şefi’ne gitti ve ona, miting barışçıl bir biçimde yürütüldüğü ve atlı polislerin varlığı işçilerin yüreklerinde yanmakta olan ateşe benzin dökmek anlamına geleceği için, atlı polis göndermeme emri verdi. Fakat, belki de başka makamlardan gelen ve belediye başkanının raporunu hiçe sayan emirler nedeniyle, Polis Şefi mitinge çok sayıda atlı polis yolladı.
Anarşist konuşmacılardan biri işçilere hitap ediyordu. Meydana yüksekten bakan bir pencereden bir bomba atıldı. Patlamada birkaç polis öldü.
Şehir çılgına döndü ve gazeteler de şehrin bir tımarhane gibi kalması için her şeyi yaptı. İşçilerin adalet isteyen sloganları, intikam çığlıkları tarafından boğuldu. Her beş dakikada bir bombalar “bulundu”. İnsanlar silahlanmaya başladı ve silah mağazaları geceleri açık tutuldu. Yüzlerce kişi tutuklandı. Bununla birlikte sadece 8 saatlik işgününü savunanlar yargılandılar ve birkaç ay sonra asıldılar. Fakat Schnaubelt, yani bombayı gerçekten atan adam asla yargılanmadı ve bu korkunç dramdaki rolü resmi olarak hiçbir zaman aydınlatılmadı.
8 saatlik işgünü mücadelesinin liderleri, 11 Kasım Cuma günü asıldılar. O gün Chicago’nun zenginleri sıtmaya tutulmuş gibi titriyorlardı. Hapishanenin etrafına halat çekildi. Tüfeklerle silahlanmış polisler bu halat boyunca yerleştirildiler. Özel devriyeler, hapishaneye yaklaşanların tümünü izliyorlardı. Çevredeki suratsız taş binaların çatıları, polislerle siyaha boyanmıştı. Gazeteler, halkın zihnini, isyanların patlak vereceği ve mahkûmların serbest bırakılacağına dair hikâyelerle doldurmuşlardı.
Fakat ne isyan sözkonusuydu ne de mahkûmların kurtulması; tek istisna, idama mahkûm edilenler arasında, şiddeti gerçekten savunan yegâne kişi olan Louis Lingg idi. O, bir barut kapsülünü ısırıp kafasını uçurarak darağacından kurtulmuştu.
İnfazlardan sonraki Pazar günü, cenaze törenleri yapıldı. Binlerce işçi, anarşist oldukları için değil, fakat bu insanların, düşünceleri ne olursa olsun, işçi mücadelesinin şehitleri olduklarını hissettikleri için, siyah cenaze arabalarının ardından yürüdü. Cenaze alayı, suskun insanlarla tıka basa dolu caddeler boyunca kıvrıla kıvrıla, kilometrelerce yürüdü.
Ölüler, Waldheim mezarlığında toprağa verildi. Fakat davaları onlarla birlikte gömülmedi. 8 saatlik işgünü için, daha insanca koşullar ve insanlar arasında daha insanca ilişkiler için mücadele sürdü ve hâlâ sürüyor.
Yedi yıl sonra, Vâli Altgeld, mahkemenin tüm belgelerini okuduktan sonra, darağacından kurtulmuş ve ömür boyu hapis cezalarını çekmekte olan 3 anarşisti serbest bıraktı. Mahkemenin kararının adaletsiz olduğunu açıkladı; tıpkı kararın infaz edildiği günlerde William Dean Howells ve William Morris’in yaptığı gibi. Vâli Altgeld, bu cesur davranışıyla, politik olarak intihar etmiş oldu, fakat gerçekten yana olan ve gerçeği dile getirme cesaretine sahip insanlar tarafından hep hatırlandı.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 2 - Haymarket Trajedisi, 21 Ağustos 2011, https://marksist.net/node/2713