1830’da, İrlanda’da, Cork şehrinde doğdum.[1] Ailem yoksuldu. İrlanda’nın özgürlüğü için kuşaklar boyunca mücadele etmişlerdi ve yakınlarımın birçoğu da bu mücadelede ölmüştü. Babam Richard Harris 1835 yılında Amerika’ya gitti ve Amerikan vatandaşı olur olmaz ailesini de getirtti. Demiryolu inşaatı ekiplerinde işçi olarak çalışması nedeniyle, Kanada’ya, Toronto’ya gitti. Ben burada büyüdüysem de, daima bir Amerikan vatandaşının çocuğu idim ve Amerikan vatandaşı olmaktan her zaman gurur duydum.
İlkokulu bitirdikten sonra, öğretmen olmak amacıyla öğretmen okuluna devam ettim. Ustalık düzeyinde terzilik de öğrendim. İlk işim, Michigan Monroe’daki bir kızlar manastırında öğretmenlikti. Daha sonra Chicago’ya geldim ve bir terzi dükkânı açtım. Dikiş dikmeyi, çocuklara patronluk yapmaya tercih etmiştim.
Ancak, bu sefer Memphis Tennessee’de olmak üzere, öğretmenliğe tekrar geri döndüm. 1861 yılında burada evlendim. Bir çelik dökümcüsü olan kocam Çelik Dökümcüleri Sendikası’nın ateşli bir üyesiydi.
1867 yılında, Memphis’te bir humma salgını patlak verdi. Salgının kurbanları esas olarak yoksullar ve işçilerdi. Zenginler ve tuzu kurular ise şehri terk ettiler. Okullar ve kiliseler kapatıldı. İzin belgeleri olmaksızın insanların bir sarıhummalının evine girmesine izin verilmiyordu. Yoksullar hemşire bulamıyordu. Benim olduğum sokakta da salgından on kişi ölmüş, etrafımızı ölüler sarmıştı. Ölüler, geceleri, çabucak ve törensiz gömülüyordu. Evimin etrafında işittiğim tek şey ağlama sesleri ve çıldıranların çığlıklarıydı. O günlerde dört küçük çocuğum tek tek hastalandı ve öldü. Onların küçük bedenlerini yıkadım ve gömülmeye hazırladım. Kocam da hummaya yakalandı ve öldü. Acıyla dolu o gecelerde tek başınaydım. Kimse yardımımıza gelmiyordu, çünkü diğer evlere de benimki gibi ateş düşmüştü. Gece gündüz cenaze arabalarının tekerlek gıcırtılarını dinledim.
Kocam sendika tarafından toprağa verildikten sonra, hastalığa yakalananlara hemşirelik yapma izni aldım. Salgın sona erinceye kadar bu işi yaptım.
Chicago’ya döndüm ve bir ortakla birlikte yeniden terzilik işine girdim. Göl kenarındaki Washington Caddesi’ne yerleştik. Chicago’nun aristokratlarına terzilik yaparken onların hayatlarındaki şatafatı ve savurganlığı gözlemlemek için çok fırsatım oldu. Lake Shore Drive’da ihtişam içinde yaşayan lordlar ve baronlar için dikiş dikerken, sık sık kristal camlı pencerelerden dışarı bakacak ve yoksul, titreyen insanları, aç ve işsiz bir halde, buz tutmuş olan göl boyunca dolaşırken görecektim. Onların durumlarıyla, kendileri için dikiş diktiğim insanların sıcacık rahatları arasındaki zıtlık, bana acı veriyordu. Patronlarımın ise bu durumu fark ediyor ya da umursuyor gibi bir halleri yoktu.
Yazları da, zenginlerin pencerelerinden, gölde temiz bir hava, serin bir soluk almayı umarak batı yakasındaki gecekondu mahallerinden bebeklerini ve küçük çocuklarını güçlükle taşıyıp gelen anaları izlemeye alışmıştım. Geceleri, kalabalık ve ucuz apartmanlar boğucu sıcak olduğunda, erkekler, kadınlar ve çocuklar parklarda uyurdu. Zenginlerse, şehirde hava sıcak olduğunda çoktan deniz kıyısına veya dağlara gitmiş oluyorlardı.
Ekim 1871’deki büyük Chicago yangını, işyerimizi ve sahip olduğumuz her şeyi yaktı. Binlerce kişi evsiz kaldı. Bütün bir geceyi ve ertesi günü göl kıyısında aç geçirdik, alevlerin sıcağına dayanabilmek için sık sık göle girdik. Wabash Caddesi’ndeki eski St. Mary Kilisesi ve Peck Meydanı sığınanlara açıldı ve gidecek bir yer buluncaya kadar oradaki kampta kaldım.
Yakınlardaki eski, köhne, isten kararmış bir binada Emek Şövalyeleri toplantılar yapıyordu. Emek Şövalyeleri, o günlerin tek işçi örgütüydü. Akşamlarımı, onların toplantılarında, muhteşem konuşmacıları dinleyerek geçirmeyi âdet edinmiştim. Pazar günleri ormana gider ve toplantılar yapardık.
O günler, işçi sınıfı davası için özveri günleriydi. O günler toplantı salonlarımızın ve yüksek ücretli sendika görevlilerinin olmadığı, işçi düşmanlarıyla ziyafet sofralarına oturulmadığı günlerdi. O günler şehitlerin ve azizlerin günleriydi. İşçi hareketiyle tanıştım. 1865’te, İç Savaşın bitişinden sonra, bir grup insanın Kentucky Louisville’de biraraya geldiğini öğrendim. Kuzeyden ve Güneyden gelmişlerdi; bunlar bir iki yıl önce kölelik sorunu yüzünden birbirleriyle savaşan “maviler” ve “griler”di. Vahşî köleliğin bir başka şekline, endüstriyel köleliğe karşı savaşmak için, bir program hazırlamanın zamanının geldiğine karar vermişlerdi. İşte Emek Şövalyeleri, bu kararın ürünüydü.
Chicago yangınından sonra, işçi sınıfı mücadelesine gittikçe daha fazla daldım ve emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirme çabalarında aktif bir rol üstlenmeye karar verdim. Emek Şövalyeleri’ne üye oldum.
Hatırladığım ilk grevlerden biri, 1870’li yıllarda gerçekleşti. Baltimore ve Ohio Demiryolu Şirketi işçileri greve gittiler ve beni kendilerine yardım etmeye çağırdılar. Gittim. Pittsburgh belediye başkanı, 1873 paniği sırasında şehre gelmiş olan bir grup pervasız, kanun tanımaz adamı, yemin ettirip şerif yardımcıları olarak atadı. Bunlar ortalığı talan ettiler, yangınlar çıkardılar, kargaşa çıkardılar, yağma yaptılar. Onların yaptıkları işler grevci işçilerin üzerine yıkıldı. Vâli de milisleri yolladı.
Demiryolu Şirketi, bir grev halinde tren mürettebatının grev başlamadan önce lokomotifi depoya götürmesini öngören bir yasa çıkarttırmayı başarmıştı. Grevciler bu yasaya kesin olarak uydu. Çok sayıda lokomotif Pittsburgh’ta depoya çekildi.
Bir gece, karışıklık patlak verdi. Raylar üzerindeki yüzlerce yük vagonu benzin dökülüp ateşe verildi ve lokomotif deposuna itildi. Lokomotif deposu alevler içinde kaldı. Pennsylvania Demiryolları Şirketi’ne ait yüzden fazla lokomotif tahrip oldu. Şiddet dolu bir geceydi. Alevler göğü aydınlatıyor, askerlerin çelik süngülerini kızıl alevler haline getiriyordu.
Grevciler kundakçılık ve isyanla suçlandılar, oysa herkes biliyordu ki, yangını kundaklayanlar onlar değildi; yangın, uzun zamandır Demiryolu Şirketi’nin taşıma fiyatları hususunda kendi şehirleri aleyhine ayrımcılık yaptığını düşünen Pittsburgh’lu işadamlarının arkaladığı serseriler tarafından başlatılmıştı.
Grevcileri şahsen tanıyordum. Biliyordum ki, kanunun düzgün bir şekilde uygulanması için uğraşanlar onlardı. Şiddete başvuran üyelerini bizzat cezalandırıyorlardı. Demiryolu Şirketi’nin mallarını yakma suçunu gerçekte kimin işlediğini herkes gibi ben de biliyordum. İşte orada, işçi hareketi içindeki çalışmamın daha başında, işçi sınıfının başkalarının günahlarının ceremesini çekmek, başkalarının yaptığı hataların acısına katlanmak zorunda kaldığını öğrenmiş oldum.
Bu ilk yıllar, Amerika’nın sanayi hayatının başlangıcına tanık oldu. Fabrikaların büyümesi, demiryollarının genişlemesi, sermaye birikimi ve bankaların yükselmesiyle el ele, işçi düşmanı yasalar da ortaya çıktı. Grevler başladı. Şiddet başladı. İşçilerin yüreğinde ve aklında, yasama meclislerinin sadece sanayicilerin isteklerini yerine getirdiği inancı doğdu.
[1] Daha sonra yapılan araştırmalarda Jones Ana'nın doğum yılı konusunda çeşitli verilere dayanılarak farklı tahminler yapılmıştır. Fakat son dönemde bunlar içinde en güçlü olasılığın 1837 yılı olduğu kabul edilmektedir.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 1 - İlk Yıllar, 21 Ağustos 2011, https://marksist.net/node/2712