Amerikan işçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yeri olan işçi önderlerinden Jones Ana, ömrünün ilerleyen yıllarında kaleme aldığı özyaşamöyküsünde, kendisinin de içinde yer aldığı mücadelelerden çarpıcı kesitler aktarır. Aşağıda Jones Ana’nın özyaşamöyküsünden çevirdiğimiz bazı kesitlere yer veriyoruz. Jones Ana tüm yaşına rağmen devasa boyutlardaki bir ülke olan ABD’nin dört bir yanındaki grevlere ve diğer işçi mücadelelerine koşturmuş ve bu mücadelelerin başarıya ulaşması için ömrünü vakfetmişti. Aşağıda yer verdiğimiz kısa kesitlerde de görülebileceği üzere, kadınların mücadeleye aktif olarak dahil edilmesi ve sendika liderlerinin bürokratlaşmasına karşı mücadele de onun çabalarının önemli bir yönünü oluşturuyordu.
Bu Eşekler Bugün Grev Kırıcılık Yapmayacaklar
Lattimer, maden işçilerinin sevmediği bir yerdi. Oraya girmeyi, sanki kimse başaramazmış gibi görünüyordu. Bu kömür kampında, o güne kadarki grevlerde 26 örgütçü ve sendikacı öldürülmüştü. Bunların bazıları arkadan vurulmuştu. Yollar sendikacıların kanıyla sulanmıştı. Kimse oraya gitmeye cesaret edemiyordu.
Kimseye hiçbir bir şey söylemedim, fakat bir gece oraya gitmeye karar verdim. Kadınların Coaldale’deki Panther Creek baskınından sonra, Lattimer’ın genel müdürü, oraya girersem cesedimin çıkacağını söylemişti. Cevap vermedim, ama planımı yaptım ve bu planda bir cenaze levazımatçısıyla görüşmek yoktu.
Panther Creek’deki üç ayrı kamptan, bir grup grevciyi Lattimer yolunun kavşağına getirecek, birer işçi önderiyle ilişki kurdum. Kadın ordumla birlikte orada işçilerle buluştum. Otelden çıkarken resepsiyondaki adam, “Ana, gazeteciler seni otelden çıkarken görürsem zillerine basmamı söylediler” dedi.
“Öyleyse, benim dışarı çıktığımı görmüyorsun. Sen ön kapıyı gözlüyorsun, ben de arka kapıdan çıkıyorum.”
Gece boyunca yürüdük, Lattimer’a neredeyse gün doğarken vardık. Grevci işçiler madenlere gizlenmişti. Kadınlar, madenci barakalarının kapı eşiklerinde yerlerini almışlardı. Bir madenci işe gitmek için evden dışarı adımını attığında, kadınlar “Bugün işe gitmek yok!” diye bağırarak, eşiği süpürmeye başlıyorlardı.
Herkes, dışarı, çamurlu sokaklara koşuyordu. Hepsi, “Tanrım, yaşlı Ana ve ordusu” diyordu.
Lattimer maden işçileri ve eşekçiler işi bırakmaya korkuyorlardı. Ödlekleştirilmişlerdi. Eşeklerini aldılar, başlıklarındaki lambaları yaktılar ve aşağıda yeraltında onları ve eşekleri bekleyen üç bin maden işçim olduğundan habersiz, madenlere inmeye başladılar.
“Bu eşekler bugün grev kırıcılık yapmayacaklar” dedim, herkese küfredip duran genel müdüre. “Bugün tatil olacağını biliyorlar.”
“Aşağıya indirin şu eşekleri!” diye bağırdı genel müdür.
Eşekler, sürücüleri ve maden işçileri, yeraltına inip gözden kayboldular. Yeraltındaki maden işçilerinin seslerini bastırmak için, kadınlara, yurtsever şarkılar söyletiyordum.
Eşekler sürücüleri olmaksızın yeryüzüne çıkar çıkmaz, biz kadınlar, eşekleri, iyi birer Birlik yurttaşı olmuşlar gibi alkışlıyorduk. Onları, evlerine kaçmaya başlayan maden işçileri izledi. Bunlar, yukarıya kendiliklerinden çıkmamış, çıkarılmışlardı. Çalışmakta ve dolayısıyla da kardeşlerini yenilgiye uğratmakta ısrar edenler, kadınlar tarafından yakalanıyor ve karılarına teslim ediliyorlardı.
Yaşlı bir İrlandalı kadının, grev kırıcısı iki oğlu vardı. Kadınlar bunlardan birini çitin üstünden anasına fırlattılar. Adam hiç kıpırdamadan yatıyordu. Anası onun öldüğünü düşündü ve eve koşup kutsal su şişesini aldı ve Mike’ın üzerine serpti.
“Tanrı aşkına, canlan” diye bağırdı.
“Canlan ve sendikaya katıl.” Mike gözlerini açtı ve etrafında dikilen kadınları gördü. “Kesinlikle, bir daha grev kırıcısı olmaktansa, cehenneme gitmeyi tercih ederim” dedi.
Genel müdürün çağırdığı şerif kadınları alıp götürmemi istedi. “Şerif” dedim, “kimsenin canı yanmayacak, hiçbir mülk tahrip edilmeyecek; fakat burada artık hiçbir masum insan öldürülmemeli.”
Huzur istiyorsa, madenlerin grev bitinceye kadar kapalı olduğunu bildiren bir afiş asmasını söyledim.
Heyecan dolu bir gündü. Polisler ofislerinden dışarı çıkmadılar; genel müdür de öyle. Erkeklerimiz grev kırıcıları gözlemek için madenlerde kalırken, kadınlarımız da diğer işleri yaptılar. Gerçek şu ki, korkaklıkla geçen yılların ardından bir parça ruhu kalmış olanlar, yani bu adamların çoğu, grev yapmayı istemişler ama cesaret edememişlerdi. Ancak, onlara bir el uzandığında, onu tuttular ve kardeşleriyle birlikte yürüdüler.
Patronlar, [sendika başkanı] John Mitchell’a telefon ederek, beni ve kadın ordumu Lattimer’dan çekmesi gerektiğini söylediler. Mitchell, benim Lattimer’da olduğumu o an öğreniyordu.
Genel müdür, hiçbir umut olmadığını ve kavganın maden işçilerince kazanıldığını görünce, ofisinden dışarı çıktı ve grev bitinceye kadar madenlerin kapalı olduğunu duyuran bir afiş astı.
Kadın ordumla birlikte Lattimer’dan ayrıldım ve Hazelton’a gittim. Başkan Mitchell ve örgütçüleri oradaydı. Mitchell, “Oraya gitmeye korkmadın mı?” dedi.
“Hayır” dedim. “Ait olduğum sınıfın kurtuluşuna hizmet edecekse, hiçbir şeyle karşılaşmaktan korkmam.”
Lattimer zaferi, tüm taşkömürü havzasına yeni bir hayat getirdi. Örgütlenme cesareti kazandırdı. Teneke tavalar ve ıslıklarla yürüyerek taştan duvarları yıkmayı başaran o cesur kadınları asla unutmayacağım.
Çok geçmeden görüşmeler başladı ve grev anlaşmayla sonuçlandı. Sendika örgütçüleri, her maden işçisini, John Mitchell için 10 bin dolarlık bir ev almaya yetecek kadar bağışta bulunmaya çağıran bir metin hazırlamışlar. Bu metin, kazanılmış olan grevi sonlandırmak için yapılan görüşmede tesadüfen elime geçti. Ayağa kalktım ve dedim ki:
“Eğer John Mitchell kendi maaşıyla, karısına ve ailesine uygun bir ev alamıyorsa, ona, 10 bin dolara bir ev satın alacak kadar maaş alacağı bir iş bulmasını tavsiye ederim. Çoğunuzun tepenizdeki çatıyı örtecek bir tahtası bile yok. Her namuslu adam, başkasının karısına ev almadan önce, kendi karısına bir ev alır.”
Konuşurken elimde tuttuğum metni yırtıp yere attım. “Bu grevi kazananlar, bütün o bunaltıcı aylar boyunca gösterdiğiniz fedakârlık, dayanıklılık ve sabırla sizlersiniz, sizin karılarınızdır. Bu kavgayı sonuna kadar götürmenizi mümkün kılan şey, haftalar boyunca size grev yardımı yollayan, diğer işkollarındaki kardeşlerinizin fedakârlığıdır.”
O andan itibaren, Mitchell bana dostça davranmadı. Tutumumu kişisel bir düşmanlık olarak algıladı. Ve beni kontrol edemeyeceğini anladı. İktidarın tadını almıştı ve bu, sonunda onu mahvetti. Lider konumundaki bir insanın, tarafların hiçbirinden avanta kabul etmemesi gerektiğine inanıyorum. Aksi takdirde kendini başkalarına avanta sağlamaya adar. Bir lider, kendi ayakları üzerinde durmalıdır.
Kadınlar Coaldale’i Nasıl Temizledi
Maryland’e bağlı Lonaconia’da bir grev vardı. Ben de oradaydım. Pennsylvania Hazelton’da, taşkömürü grevini tartışmak üzere bir kongre düzenlendi. Ben vardığımda grev çağrısı yapılmıştı. 150 bin kişi yanıt vermişti. Scranton, Shamokin, Coaldale, Panther Creek ve Valley Battle’lılar. Ve ben oradaydım.
Shamokin’de, örgütçü Miles Daugherty ile karşılaştım. İşten ayrılıp parasını çektiğinde, ücretinin yarısını bir zarfla karısına verdi ve diğer yarısını, salonlar kiralamak ve sendikanın aydınlatma giderlerini ödemek için ayırdı. O günlerde, örgütçüler fazla ücret almazlar ve kahramanca, fedakârca çalışırlardı.
Shamokin’den çok uzak olmayan küçük bir dağ kasabasına geldiğimde, papaz bir toplantı yapıyordu. Kilisede konuşuyordu. Ben açık alanda konuştum. Papaz insanlara işlerine geri dönmelerini ve patronlarına boyun eğmelerini, bunun ödülünü cennette alacaklarını söyledi. Grevcileri, karanlığın çocukları olmakla suçladı. Maden işçileri kiliseden hep beraber çıktılar ve benim mitingime doğru yürüdüler.
“Çocuklar” dedim, “bu grev çağrısı, siz, karılarınız ve çocuklarınız ölmeden önce cennetten bir kırıntı elde edebilesiniz diye yapıldı.”
Bütün kampı örgütledik.
Mücadele devam etti. Hazelton bölgesindeki Coaldale’de maden işçilerinin hiçbir salonda toplanmasına izin verilmedi. Bu bölgedeki grev için, Coaldale maden işçilerinin örgütlenmesi zorunluydu.
Tümüyle örgütlenmiş olan yakındaki bir madenci kasabasına gittim ve kadınlara, Coaldale erkeklerini greve çıkarmakta bana yardım edip edemeyeceklerini sordum. Burası McAdoo kasabasıydı. Çoluk çocuğa bakmaları için, evde erkeklerini bırakmalarını söyledim. Mutfak kıyafetlerini giymelerini, süpürgelerini, paspaslarını ve bir çift teneke tava getirmelerini rica ettim. Teneke tavaları, büyük zillermiş gibi birbirine vurarak, dağlarda on beş kilometre yürüdük. Sabah saat 3’te, Coaldale’e giden yollarda devriye gezen milislerle karşılaştık. Alayın komutanı “Durun! Geriye!” diye seslendi.
“Albay, Amerikan işçileri ne duracak ne de geri dönecek. İşçiler ilerleyecek dedim!” dedim
“Süngüleri taktıracağım” dedi albay.
“Kime karşı?”
“Seninkilere.”
“Biz düşman değiliz” dedim. “Biz sadece kardeşleri ve kocaları ekmek kavgası veren bir grup kadınız. Coaldale’deki kardeşlerimizin kavgamızda bize katılmasını istiyoruz. Çocuklarımız uğruna, memleket uğruna, bu dağ yollarındayız. Biz kimseye zarar vermeyeceğiz ve eminiz ki siz de bize zarar vermeyeceksiniz.”
Bizi gün ışıyıncaya kadar orada tuttular ve ellerinde bulaşık leğenleri ve süpürgelerle, mutfak önlükleri içindeki kadın ordusunu görünce güldüler ve geçmemize izin verdiler. Güçlü madenci kadınlarından oluşan bir ordu, olağanüstü etkileyici bir görüntü oluşturur.
Coaldale kampındaki maden işçileri işe gitmeye başladıklarında, tavalarını birbirine vuran ve “Sendikaya katıl!, Sendikaya katıl!” diye bağıran McAdoo’lu kadınlarla karşılaştılar. Katıldılar, hem de son işçiye varıncaya kadar. Ve biz o kadar coşmuştuk ki, kömür şirketleri için grev kırıcıları taşımayacaklarına söz veren arabacıları da örgütledik. Örgütlenecek başka grup kalmadığı için dağlardan eve yürüdük, tavalarımıza vurarak ve yurtsever şarkılar söyleyerek.
Bu esnada, Başkan Mitchell ve onun tüm örgütçüleri, Hazelton’da Valley Hotel’de uyuyorlardı. Yürüyüşümüzden haberleri yoktu, ta ki gazeteciler Mitchell’a telefon edip “Jones Ana vahşî bir kadın çetesiyle dağların tepesinde kıyameti koparıyor!” deyinceye kadar.
Mitchell, küplere bindi elbette. Eğer, maden ocağı sahiplerini nasıl evlerine gitmeye zorladığımızı ve karılarına, onları temizleyip daha düzgün Amerikan vatandaşları haline getirmelerini söylediğimizi bilseydi daha da köpürürdü. Nasıl milislerin kamp yaptığı evin mutfağını ziyaret ettiğimizi ve onların masalarında kahvaltı yaptığımızı bilseydi…
Hazelton’a geri döndüğümde, Mitchell, bana şaşkınlıkla baktı. Bitkindim. Coaldale, yorucu bir geceye ve sabaha ve de 50 kilometreye yakın bir yürüyüşe malolmuştu. Mitchell’i kimsenin canının yanmadığına ve hiçbir mülkün zarar görmediğine ikna ettim. Askerler, insan gibi davranmışlardı. İşi gırgıra vurmuşlar ve sabah eğlencesinin tadını çıkarmışlardı. Mitchell’a, şerifin nasıl korkmuş olduğunu anlattım. Şerif benimle, kim olduğumdan habersiz konuşmuştu:
“Tanrım” dedi, “şu Jones Ana kesinlikle tehlikeli bir kadın.”
“Onu niçin tutuklamıyorsunuz?” diye sordum.
“Tanrım, yapamam. Paspasları ve süpürgeleriyle o kadın çetesini peşime düşürmüş olurum ve hapishane hepsini alacak kadar büyük değil. Bunlar adamın hayatını kaydırırlar.”
Mitchell, “Aman Tanrım, Ana, eve sağ salim döndün mü? Neler yaptın sen öyle?” dedi.
“Beş bin adamı çekip çıkardım ve örgütledim. Zamanımız artınca, arabacıları da örgütledik, kampa hiçbir grev kırıcıyı taşımayacaklar.”
“Canınız yanmadı ya, Ana!”
“Hayır, can yakan bizdik.”
“Patronların adamları peşinize düşmedi mi?”
“Hayır, biz onların peşine düştük. Onların karıları ve bizim kadınlarımız kediler gibi bağırıştılar. Müthiş bir kavgaydı.”
Kadınlar Şarkı Söyleyerek Hapisten Nasıl Kurtuldular?
Pennsylvania Greensburg’da maden işçileri, daha iyi ücretler için greve çıkmışlardı. Ücretleri acınacak ölçüde düşüktü. Bu ekmek çığlığına yanıt olarak bölgeye İrlanda –Pennsylvania– Jandarması gönderildi.
Madenin önünde duran bir grup kızgın kadın, çocuklarının ağzından ekmeklerini çalan grev kırıcıları yuhalıyordu. Polis şefi geldi ve tüm kadınları “huzuru bozdukları için” tutukladı. Asıl tutuklaması gereken grev kırıcılardı, gerçek huzur bozucular onlar oldukları için.
Kadınlara, duruşmaya çıkarken bebeklerini ve küçük çocuklarını yanlarına almalarını söyledim. Öyle yaptılar ve onları 30 dolar ödemeye ya da hapishanede otuz gün çalışmaya mahkûm ettiği sırada, bebekler, yargıcın sesini bastıracak kadar müthiş bir feryada başladılar. Yargıç sinirlendi ve kadınlara, çocuklarını bırakacakları birileri olup olmadığını sordu.
Kadınlara, yargıca maden işçilerinin karılarının bakıcı tutmadıklarını; Tanrı’nın çocukları annelerine verdiğini ve bakımlarından onları sorumlu tuttuğunu söylemelerini fısıldadım.
Kadınları onlarca kilometre ötedeki hapishaneye götürmek için iki atlı polis çağrıldı. Kadınlar, kaçmalarını engellemek için, iki polisle birlikte bir şehirlerarası arabaya bindirildiler. Araba yolda durdu ve birkaç grev kırıcıyı aldı. Araba hareket eder etmez, kadınlar grev kırıcıları bir güzel benzetmeye başladılar. Polis memurları, bir şey yapamayacak kadar korkmuşlardı. Hayli tırmalanmış durumdaki grev kırıcılar, şoföre, durması ve onları indirmesi için yalvardılar, fakat şoför durak harici durmanın yasak olduğunu söyledi. Bu durum kadınlara bu ahbapları iyice benzetmek için biraz daha zaman kazandırdı. Durağa vardıklarında, grev kırıcılar, sanki hayvanat bahçesindeki kaplanların kafesinde uyuyakalmış gibiydiler.
Greensburg’e vardıklarında, araba şehrin içinden geçerken, kadınlar şarkılar söylediler. Büyük bir kalabalık, kadınlarla birlikte şarkılar söyleyerek arabanın peşinden gitti. Kadınlar, hapishanenin önünde, kucaklarında bebekleriyle arabadan inerken, kalabalık onları alkışladıkça alkışladı. Polis memurları, mahkûmları şerife teslim ettiler, her iki taraf da rahatlamış görünüyordu.
Şerif bana, “Ana, bu kadınların yerine bana 100 erkek getirmeni tercih ederdim. Kadınlar vahşî oluyorlar!” dedi.
“Onları sana ben getirmedim şerif” dedim, “onları sana hediye eden, maden şirketinin yargıcıdır.”
Şerif, kadınları üst kata aldı, hepsini bir odaya koydu ve uzun bir süre onlarla kalmama izin verdi. Kadınlara dedim ki:
“Bütün gece şarkı söyleyin. Yorulursanız ya da sesiniz kısılırsa nöbetleşe söyleyebilirsiniz. Gündüz uyuyun ve tüm gece boyunca şarkı söyleyin ve kim ne derse desin durmayın. Şarkıları bebekleriniz için söylediğinizi söylersiniz. Ufaklılara süt ve meyve getireceğim. Siz sadece şarkı üstüne şarkı söyleyin.”
Şerifin karısı, asabî bir küçük kediydi. Uyuyamadığı için sık sık yukarıya çıktı ve kadınları susturmaya çalıştı. Daha sonra şerif beni çağırdı ve onları susturmamı rica etti.
“Ben onları susturamam” dedim. “Bebekleri için söylüyorlar. Onların serbest bırakılmasını emretmesi için yargıca telefon edin.”
Otellerden, pansiyonlardan ve evlerden, onlarca şikâyet geldi.
Bir otel işletmecisi bana, “Bu kadınlar kediler gibi bağırıyorlar” dedi.
“Yurtsever şarkılar ve bebeklerine ninniler söyleyen kadınlar hakkında asla böyle konuşmamalısınız” dedim.
Kasabadaki hiç kimsenin uyuyamadığı beş günün sonunda, yargıç, kadınların salıverilmesini emretti. Yargıç, kıt akıllı, sinirli, vahşî görünüşlü, yaşlı bir hayvandı ve kadınları serbest bırakmaktan hiç hoşnut değildi, fakat bu kadınları kimse susturamamıştı.
link: çeviriler, Jones Ana’nın Özyaşam Öyküsü’nden, Temmuz 2011, https://marksist.net/node/2697
Norveç’te Faşist Katliam