Çernobil’deki nükleer felâketin üzerinden 25 yıl geçti. Araya giren çeyrek asra rağmen, Çernobil nükleer santralinin bulunduğu binlerce kilometrekarelik bölge halen insanlar açısından yaşanabilir değil. Bu durum en azından birkaç asır daha devam edecek. Kazadan kaynaklı radyoaktif kirliliğin tümüyle ortadan kalkması için 48 bin yıl, bölgede insanların tekrar normal bir yaşam sürebilmesi için ise en az 600 yıl geçmesi gerekiyor. Kaza sonucu açığa çıkan radyoaktif kirlilik nedeniyle ölen insan sayısını Rus yetkililer ve Dünya Sağlık Örgütü 4 bin olarak açıklarken, ruhunu burjuvaziye satmamış bilim insanlarının araştırmaları bu sayının 900 bine yaklaştığını gösteriyor.[*]
Yalnızca bu çırılçıplak gerçek bile, nükleer fisyon teknolojisinin insanlık açısından barındırdığı devasa tehdidi anlatmaya yeter aslında. Nükleer fisyon teknolojisi, hele ki kapitalist toplum çerçevesinde, insanlık açısından aslında haddini bilmezlik anlamına geliyor. Yarattığı teknolojiye tapınan, bunu bilim adı altında yeni bir dinsel tabu haline getirip kutsayan kapitalizm, okyanusları, dağları aşarak göğün fethine çıkıp aya ayak bastığında tüm doğanın da efendisi olduğu vehmine kapıldı. Bu böbürlenmenin ne denli boş olduğunu ona en sıradan doğa olayları bile her seferinde hatırlattı. Ama kâr hırsıyla gözü dönmüş kapitalistler her defasında gerçeklerden kaçmakla kalmadılar, onu toplumdan da gizlediler. Gerçek şu ki, insanlık üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet prangasından kurtulmadığı sürece, üretici güçlerin yeni ve devasa bir atılımını sağlamak ve böylelikle de tam anlamıyla doğanın esiri olmaktan çıkarak özgürleşmek mümkün değildir.
Nükleer santraller, kapitalizmin kendi eliyle yarattığı ve her an tümüyle kontrolden çıkabilecek canavarlardan farksızdırlar, kelimenin tam anlamıyla pandoranın kutusu gibidirler. Tüm nükleer mühendislik, atomun çekirdeğinde saklı muazzam enerjiyi kontrollü bir şekilde açığa çıkartma çabasıdır. Devasa boyutlardaki barajlarda üretilebilen bir enerji miktarını 10 metreküplük daracık bir hacimde üretme teşebbüsü anlamına gelen nükleer teknoloji tam anlamıyla diken üstünde işler. Reaktör, ne eksik ne fazla, kritik değerde tutulmalıdır. Bu da, bıçak sırtında, sürekli bir risk durumu anlamına gelmektedir. Bir kez kontrolden çıktığında, bu kutu bir kez açıldığında, sonuçlarını ne tam olarak kestirmek mümkündür ne de ortaya çıkacak felâketlerin önüne geçebilmek.
Fukuşima kazası, bu gerçeği bir kez daha kanıtladı. Kazanın ardından haftalar geçmiş olmasına rağmen “hadise” halen kontrol altına alınabilmiş değildir. Tersine, aradan tam bir ay geçtikten sonra, Japon Nükleer ve Sınai Güvenlik Kurumu, kazanın derecesini 5’den 7’ye yükseltti. Yani artık Fukuşima kazası resmen Çernobil boyutlarında. Aslında bu boyutta bir kazanın sonuçlarının kontrol altına alınması teorik olarak da mümkün değildir. Keza reaktörlerdeki nükleer fisyon reaksiyonu sona ermiş olmasına rağmen, fisyon sonucu ortaya çıkan radyoaktif elementlerin bozunma süreci devam ediyor ve bu süreci durdurmak eğer mümkünse bile insanlık henüz bunun nasıl yapılabileceğini bilmiyor. Yapılacak tek şey, bu süreçte ortaya çıkan radyoaktif maddelerin daha fazla yayılmasını engellemeye çalışmak, sürecin bir an önce bitmesini beklemektir ki, bunun yıllar alacağı biliniyor. Kapitalistlerin yapabilecekleri tek şey, santrali betona gömmek, etrafındaki binlerce kilometrekarelik alanı yasak bölge ilan etmek ve ardından toprağa ve yeraltı sularına yeni bir sızıntı olmaması için dua etmekten ibarettir.
Kuşkusuz bu arada, emekçi halkı kandırmak, tehlikeyi küçümsemek ve mümkünse yokmuş gibi göstermek için her türlü sahtekârlık devreye sokuluyor. Çernobil kazasından sonra Özal’ın bakanları kameraların karşısında çay içerek, çayda radyasyon olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Halkın bu şekilde aptal yerine konulması o dönemde haklı olarak büyük tepki çekmişti. Birçok burjuva yazar-çizer böylesi bir budalalık gösterisinin Türkiye gibi geri bir ülkeye has olduğunda hemfikir olmuşlardı. Haksızlarmış! Görüldü ki, burjuva budalalığın ülkenin geriliğiyle pek de ilişkisi yokmuş. Japonya’daki kazanın ardından, Tokyo belediye başkanının, şehir suyundaki yüksek derecede radyasyonun sağlığa zararlı olmadığını “ispatlamak” için kameralar karşısında musluk suyu içmesi, teknoloji devi Japonya’nın bile “çarpıcı bir ikna yöntemi” olarak görülen bu budalalığa düşülebildiğini gösterdi. Her Allahın günü Japon halkı “radyasyonla yaşamayı öğrenmeye” davet ediliyor. “Normal radyasyon sınırı” her geçen gün biraz daha yükseltiliyor. Yalan üstüne yalan söylenirken, çarpıtmaların ardı arkası kesilmiyor.
Ruhunu kapitalistlere satmış sözde bilim adamları, nükleer teknolojiyi zararsız göstermek için en akıl almaz iddiaları ileri sürüyorlar. Konu hakkında zır cahil burjuva politikacılar da bu örneklerle halkı kandırmaya devam ediyorlar. Bir taraftan yüzsüz bir şekilde nükleer santrallerin uçak çarpmasına karşı bile dayanıklı olduğunu söylerken, diğer taraftan depremin verdiği zararın üstünü örtmek için son kazayı tsunamiye bağlıyorlar. Hiç utanmadan, nükleer kazaları, köprülerin yıkılmasıyla, tüpgaz patlamasıyla, cep telefonundan televizyondan röntgen ya da MR’dan alınan radyasyonla vb. karşılaştırıyorlar. Bu örneklerle konunun gerçekte hiçbir ilişkisi yoktur. İnsanların kendi yaşamlarına dair alabilecekleri bireysel risklerle, toplumsal riskler arasında karşılaştırma yapılamaz. Anılan örneklerdeki tüm riskler tek tek insanların iradesi dahilindedir. Her bir birey, bu riskleri alıp almayacağına kendisi karar verebilir ve süreci kendi denetimi altında tutabilir. Riskli bir köprüden geçmek, tüpgaz kullanmak, televizyonu açmak, cep telefonuyla konuşmak kendi elimizdedir. Peki nükleer santraller için durum bu mudur? Kimler hangi yetkiyle yüz milyonlarca insanın geleceğine dair kararlar alıyorlar ve onlara neyin iyi neyin kötü olduğuna dair kendi kararlarını dayatma hakkına sahip oluyorlar? “Devlet tüm toplumun çıkarlarını yansıtır” yalanına sarılıyor burjuvalar ve toplumun çıkarı için tüm toplum bu riskleri göze almak zorundadır diye de ekliyorlar. Biz bu yalanı reddediyoruz, devlet toplumun çıkarlarını değil, burjuvazinin çıkarlarını temsil eder. Kapitalistler milyarlarca dolarlık yatırım şansı bulacaklar, daha fazla kâr edecekler ve burjuva devletler nükleer teknolojiye sahip olacaklar diye, bu muazzam büyüklükteki toplumsal riske katlanmak zorunda değiliz.
İşin bu politik boyutunun yanı sıra belirtmek gerekir ki, bu tür karşılaştırmaların hiçbir bilimsel değeri de yoktur. Uçakların düşme riski var diye uçağa binmeyecek miyiz diye soruyor, nükleer lobiciler. Büyük bir uçak kazasında ölen insan sayısı ortalama 300 civarındayken, Çernobil kazası nedeniyle 25 yılda 900 bin insanın hayatını kaybettiğini söyledik. Şimdi düşünelim, bu sayı 3000 uçak kazası yapar; bu da 25 yıl boyunca her üç günde bir büyük bir uçak kazası yaşanması demektir. Durum gerçekten de böyle olsaydı, kim uçağa binmeye cesaret edebilirdi? Nükleer lobicilerin risk karşılaştırmalarında kullandıkları mantığın zekâ seviyesi hayli tartışmalıdır! İşi risk hesaplarına dayanarak para kazanmak olan sigorta şirketlerinin tutumu gerçeği bize çok açıkça gösteriyor. En büyük sigorta şirketleri bile nükleer santralleri kazaya karşı tam olarak sigortalanamayacak kadar tehlikeli ve nükleer kazaların maddi külfetini karşılanamayacak kadar büyük buluyorlar. Örneğin, Almanya’daki tesislerden birinde bu boyutta bir kaza olması durumunda, yaklaşık 11 trilyon dolarlık bir maddi kayıp olacağı tahmin edilmektedir.
Öte taraftan nükleer kazaların etkisi anlık değil yüzyıllar boyunca devam etmektedir, on milyonlarca insanı ve doğal hayatın tümünü etkilemektedir. Cep telefonlarından, ekranlardan ya da radyoskopi cihazlarından kaynaklanan dışsal radyasyon bir düğmeye basılıp ortadan kaldırılabilirken, nükleer kaza sonucu doğaya saçılan radyoaktif maddeler yüzyıllar boyunca insanları zehirlemeye devam etmekte, solunum ve besinler aracılığıyla vücuda girerek dokulara yerleşmekte ve böylelikle ömür boyu içsel bir yıkıma yol açmaktadır. Bu yıkımın asıl olarak, doğal besinlere, temiz su ve hava kaynaklarına ulaşmakta en çok zorluk çeken kesimleri yani emekçileri vuracağı da açıktır.
Tüm dünya kapitalistlerinin insanlıktan sakladığı apaçık gerçeği dile getirelim: Fukuşima kazası nedeniyle milyonlarca insan radyoaktif zehirlenmeye maruz kalmış durumdadır, daha şimdiden yedisinden yetmişine yüz binlerce insan aşırı dozda radyasyondan mütevellit kanser nedeniyle erken bir ölüme mahkûm edilmiştir. Bu arada belirtelim ki, ölüme mahkûm edilen bu insanlar yalnızca Japonlardan oluşmuyor. Kaza nedeniyle açığa çıkan radyoaktif maddeler daha şimdiden tüm kuzey yarımküreye yayılmış durumdadır. Artık hepimiz radyoaktif olarak daha kirli bir dünyada yaşıyoruz! Kapitalizm insanlığı milliyetler temelinde bölüp onun sırtına ulus-devletlerin deli gömleğini geçirmesine rağmen, yarattığı felâketler ulusal sınır diye bir şey tanımıyor. Kapitalizmin insanlığın kaderini ortaklaştırdığı bir kez daha ortaya çıkıyor. İster lehte olsun ister aleyhte, nükleer fisyon teknolojisine dair milliyetçi-ulusalcı yaklaşımların konuyla ne denli alâkasız olduğu böylelikle de görülmüş oluyor. İnsanlığın emekçi çoğunluğunun çıkarları ortaktır ve bu ortaklık ifadesini proletarya enternasyonalizminde bulur. Devrimci işçi sınıfının “ulusalcı değil enternasyonalistiz” haykırışının temeli budur.
Bu ortak kaderin bir felâket olmasını engelleyebilecek tek şey işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Yalnız ve yalnızca işçi sınıfı, bu ortak kaderin parlak ve güzel günlerden oluşan bir gelecek olmasını sağlayabilir. Japonya’daki nükleer kaza her şeyden ve herkesten önce işçileri vurmuştur, tıpkı Çernobil kazası gibi. Gerek santralde çalışan işçiler gerekse de itfaiye işçileri, radyoaktif sızıntının bir an önce engellenebilmesi için cansiperane bir çaba göstermişler ve kahraman olarak anılmayı hak etmişlerdir. Santral sahibi TEPCO şirketi milyar dolarlık yatırımını kurtarmak için önlem almayı bilinçli olarak geciktirirken, santral işçileri, öleceklerini bile bile yorgunluk ve radyasyonun getirdiği bitkinlikten takatsiz düşene kadar çalışmaya devam ettiler ve halen de ediyorlar. İnsanlığın kaderinin işçi sınıfının elinde olduğu gerçeğinin bundan daha dolaysız, bundan daha trajik bir kanıtı olabilir mi? Bir yanda milyarlık kârlarından başka bir şey düşünmeyen kapitalistler, diğer yanda kendilerini ve ailelerini geçindirmekten başka hiçbir şey elde etmeyen işçilerin gösterdiği muazzam fedakârlık. Bir santral işçisi, “burayı çalıştıran, bilen biz işçileriz, bizden başka kim bu sızıntıyı önleyebilir ki” derken, insanlığın gelecek umudunu temsil ettiğinin muhtemelen farkında bile değildir.
Fukuşima kazası, anti-nükleer hareketin tekrar canlanmasına vesile oldu. Çevreci hareket yeniden yükselişte, tüm zaaflarıyla birlikte. Kuşkusuz insanlığın çevre bilincinin gelişmesi sosyalist hareket açısından sevindirici bir gelişmedir. Ama madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Anti-kapitalist bir perspektiften yoksun olduğu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin tasfiyesini hedeflemediği sürece, çevreci hareket kapitalist sistemi ıslah etmekten başka bir alternatif ortaya koyamıyor. Islah edilmiş yeşil bir kapitalizmin mümkün olduğu düşlerini yaymak ise açıkça burjuvaziye hizmet etmek anlamına geliyor.
Bugün insanlığın ihtiyaç duyduğu enerjiyi üretebilmek için çeşitli alternatif teknolojiler mevcut ve kapitalizmin yasalarını bir tarafa bırakacak olursak bu teknolojilerin daha da geliştirilmesinin önünde herhangi bir engel sözkonusu değil. Alternatif temiz enerji üretim yöntemleri, hem daha da geliştirilmeleri için zamana hem de uluslararası işbirliğine ve dayanışmaya gereksinim duyuyor. Ama kapitalistler yatırımlarını en kısa sürede amorti etmek ve mümkün olan en yüksek kârı en kısa süre içerisinde elde etmek istiyorlar ve bunun için insanlığın başına büyük belâlar açan muazzam bir emperyalist rekabet içerisinde didişip duruyorlar.
İnsanlığı bir karabasana mahkûm eden de işte kapitalizmin bu temel hareket yasalarıdır. Kapitalizmin yıkılmasıyla birlikte bu hareket yasaları ortadan kalkacak, ulus-devletler tasfiye olup ulusal sınırlar silinecektir. Rekabetin yerini dayanışma ve işbirliği aldığında dünyanın kaynakları tüm insanlık için yeterli hale gelecektir. Ulusal sınırlar ve kâr kaygısı ortadan kalktığında, dev çöl alanlarında güneş santralleri kurmak, rüzgârdan maksimum ölçüde faydalanmak, elde edilen enerjiyi tüm dünyaya küresel bir dağıtım şebekesiyle ulaştırmak mümkündür. Füzyon teknolojisi daha şimdiden verimli hale gelmiştir ve üzerindeki kapitalist zincirler kırılıp atıldığında insanlığın temiz geleceğinin garantisi durumundadır.
Devrimci işçi sınıfı sosyalist bir gelecek için yaşanabilir bir dünyaya ihtiyaç olduğunun bilincindedir. Çevre sorunu anti-kapitalist bir perspektifle ele alınıp işçi sınıfının kapitalist sistemi yıkacak devrimci mücadelesinin bir parçası haline getirilmek zorundadır. Bu doğrultuda komünistler, nükleer karşıtı talepler de dahil olmak üzere, tüm çevreci taleplerin gerçek sahibi ve savunucusu olduğunun bilinciyle hareket etmek zorundadırlar. Çünkü kapitalist sistemde çevre sorunu, küçük-burjuva “yüce gönüllülere” bırakılamayacak kadar ciddi bir sorundur.
[*] Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile Uluslararası Atom Enerji Kurumu (IAEA) 1959 yılında birbirlerini karşılıklı destekleyen bir protokol imzalamışlar. Diğerinin alanına giren bir proje ya da çalışmada ortak hareket edecekleri anlaşmaya bağlanmış. Tüm dünyaya milyarca dolarlık aşı satmak için domuz gribi konusunda muazzam bir panik yaratan WHO’nun, nükleer kazaları örtbas etmeye çalışmasına şaşmamak gerekiyor.
link: Oktay Baran, Nükleer Santrallere Geçit Vermeyelim, Mayıs 2011, https://marksist.net/node/2653
Kütahya'da Siyanür Felâketiyle Karşı Karşıyayız
"Öğrenci Andı" ve Irkçı Uygulamalar