Tekel işçilerinin direnişi bir buçuk ayı geride bıraktı. 15 Aralıktan bu yana işçiler seslerini hükümete duyurmaya çalışıyorlar. Hükümet işçilerin taleplerine kulaklarını kapayarak işçileri, temelinde düşük ücret ve geçici işçilik olan 4/C uygulamasına mahkûm etmek istiyor. Muhalefetteki siyasi partiler de kendi çıkarları doğrultusunda Tekel işçilerini destekler görünerek AKP’ye yükleniyorlar. Oysa mücadelenin başarıya ulaşması için, Tekel işçilerinin mücadelelerinin bağımsız sınıf çıkarları temeline oturmasına ihtiyaç vardır.
Tekel işçileri seslerini kitlesel olarak en son 1989 bahar eylemlerinde duyurmuşlardı. 1990’larda ara ara eylemler gerçekleştirseler de bu kitsellik yakalanmamıştı. Bu dönemin en temel özelliği genel anlamda işçi hareketinin durgunluk içinde olmasıydı. Bugün Ankara’nın soğuğunda direnen kadın ve erkek işçilerin büyük çoğunluğu o dönemde tütün işletmelerinde çalışmaya yeni başlamışlardı. İşçilerin gençlik dönemi, mücadelenin gerilediği döneme denk gelmişti. İşçiler sendikalıydılar, ancak sendika üyeliği sadece kâğıt üstünde kalıyordu. Toplumda yaygın olan anlayışın etkisinden bağışık olmayan işçiler, devlet işletmesinde çalışıyor olmanın kendilerine ömür boyu iş güvencesi sağladığını ümit ediyorlardı. Bu yanılsama sendikacılar tarafından özellikle pompalanıyordu. Çünkü sendika bürokratları işçilerin gerçek anlamda örgütlü olmadıkları bu dönemde oldukça rahatlardı. İşçilerin aidatları sendika kasasına sorunsuz akıyordu. İşçiler sendika yönetimlerinin kararlarına karşı çıkmaya dahi cesaret edemiyorlardı. Sendikacılar adeta devletin bir amiri gibi davranıyorlardı. İşçilerin bilinç ve örgütlülüğünü geliştirecek, onları mücadeleye hazırlayacak adımlar atmıyorlardı. Emeklilik yaşı yükseltilirken, iş yasaları değiştirilirken, zamlar yağmur gibi yağarken, sendikasızlaştırma saldırıları sürerken, sendika bürokratları “bize bir şey olmaz” rahatlığı içindeydiler.
Oysa tütün işçilerinin unutturulmaya çalışılan bir mücadele geleneği vardır. Kısaca hatırlayalım.
Tütün işçilerinin mücadele kökleri
Tütün işletmeleri Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde kurulmuştu. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu işletmeler devletleştirildi. 1929 krizinden sonra tütün işçilerinin çalışma koşulları çok daha ağırlaştırıldı. Ücretler düşürüldü. Birçok işçi ağır çalışma koşulları nedeniyle meslek hastalığına yakalanıyordu. 1930’lardan itibaren tütün işletmelerinde 30 bine yakın işçi çalışıyordu. İşçilerin çoğunluğunu kadınlar oluşturuyordu. Çalışma süreleri on saatin üzerindeydi. Sendikalaşmanın yasak olduğu, iş yasasının henüz olmadığı CHP’nin tek parti diktatörlüğü yıllarında, hakkını arayan işçiler çoğu kez işten atılıyor ve karakollarda türlü işkencelere maruz kalıyorlardı. Tüm bu olumsuz koşullara rağmen, TKP üyesi komünistler, çeşitli yayınlar eşliğinde tütün işçileri arasında çalışma yürütüyorlardı. Tütün işçilerine seslenen bir bildiride şöyle deniyordu örneğin:
“Arkadaşlar! Tütün depolarında olduğu gibi diğer bütün üretim şubelerinde de amele zalimane ve feci şekiller altında eziliyor. Krizden kasalarını zarara sokmak istemeyen, hatta ondan istifade ederek yorulmadan vurgunlara, soygunlara girişmiş patronlar, hükümet işletmeleri, amale sınıfını son demine kadar istismara, ezmeğe çalışıyorlar. Çapa deposu bir hükümet müessesesi olan Tekel idaresinin bir şubesidir. Kendisine halk hükümeti ismini veren, fakat hakikatte halkın kanını emmekle yaşayan burjuva hükümetin işletmeleri, amele sınıfının istismar sahasında özel işletmeleri geride bırakıyor. Bu olay tekrar bize ispatlıyor ki, CHP hükümeti zenginlerin hükümetidir. Amele sınıfına ondan hayır değil şer gelir.” (Mustafa Özçelik, Tütüncüler Tarihi, TÜSTAV Yay., s. 76)
Bu çalışmalar, tüm zahmetine rağmen meyvelerini verecek ve tütün işçilerinin sınıf bilincinin gelişmesinde ve bir mücadele geleneğinin oluşmasında önemli bir rol oynayacaktı. Kemalist rejimin 1946 yılında sendikalaşma yasağını kaldırmasının (buna rağmen grev ve toplu sözleşme halen yasaktı) ardından Tütün işçileri de sendikalaşmaya başladılar. Sendikanın 7 kurucusundan biri bir kadın işçiydi. Öncü işçilerin kurduğu tütün sendikası, devletin çizdiği sınırları hızla aşıp işçilerin güçlerini birleştirdiği bir mevzi haline gelince, sermaye devleti derhal sınıf refleksini göstererek sendikacıları tutukladı ve sendikayı yasakladı. Bu süreci, kendisi de komünist bir tütün işçisi olan Zehra Kosova şöyle anlatıyor:
“1946’da Ortaköy’de tütüncüler bir araya gelerek, İstanbul Tütüncüler Sendikasını kurdular. Bu sendika çok az yaşadı, ama yaşadığı süre içinde bütün tütün işçilerinin sahip çıktığı bir kuruluş oldu. Ama yetkililer ve polis yasal bir biçimde kurulmuş olan bu sendikayı dağıtmak için elinden geleni yaptı. Hiç unutmuyorum, sendikayı kuran arkadaşları Ortaköy’den Sirkeci Emniyet Müdürlüğüne kadar urganla bağlayıp, yürüterek götürdüler. Aralarında Seher Kerpiç adlı bir de kadın işçi vardı.” (Zehra Kosova, Ben İşçiyim, İletişim Yay., s.137)
Yine Zehra Kosova’nın sözleriyle, “Sendika tütüncüler arasında belli bir sempati yaratmış, faaliyetlerinden ötürü mağazalarda çalışan işçiler derin bir nefes almışlardı”. Bu dönem boyunca tütün işçileri devletin durduk yere hak vermeyeceğini, işçilerin ancak dişe diş örgütlü mücadeleyle hak alacağını yaşayarak görmüşlerdi.
Tütün işçilerinin uzun mücadeleler neticesinde kurduğu ilk sendika uzun yıllar yasaklı kaldı. Devlet işçi hareketini denetimi altında tutmak için sendikal bürokrasiyi devreye soktu. Devletin çıkarlarını korumak, işçilerin militanlaşmasına mani olmak için tepeden oluşturulan Türk-İş bürokrasisi, bu yıllardan itibaren görevini ustaca yerine getirdi. Türk-İş tütün işçilerinin mücadele geleneğini yok etmek üzere, devlet güdümlü sendikayı tütün fabrikalarına sokmaya çalıştı. 1968 yılında bütün tütün sendikalarının birleşmeleriyle kurulan Tek-Gıda-İş Sendikası yıllar içinde militan mücadele geleneğini tamamen yok etmeye girişti.
Özelleştirme saldırısı karşısında Tekel işçileri
İşçiler uzun yıllar boyunca sendika bürokrasisi eliyle gerçekte örgütsüzlüğe mahkûm edilmişlerdi. Bu yüzden 1980’lerden itibaren başlayan özelleştirme sürecinde güçlü bir darbe yediler. Neo-liberal saldırı programı neticesinde yerli veya yabancı dev tekeller, devletin elindeki kârlı sektörleri ele geçirme girişimlerini hızlandırmışlardı. Buna tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir sendikasızlaştırma ve işten atma dalgası eşlik edecekti. Koltuklarından olacak sendikacılar, işçilerin tepkisinden de çekinerek, özelleştirmelere karşı “vatan satılıyor” söylemini öne çıkardılar. Çünkü kamu işçilerinin özelleştirmeler konusunda doğru bir mücadele hattına yani sınıf çıkarları temelinde bir mücadeleye yönelmesi, hem sendika bürokrasisinin hem de kurulu düzenin işine gelmiyordu. Sendika bürokrasisi kâh sağ kâh sol muhalefet partilerinin kuyruğuna takılarak, işçilerin mücadelesinin bağımsız sınıf temelleri üzerinde ilerlemesine engel oldu. Tekel’in özelleştirilme sürecinde sendika bürokrasisinin yönlendiriciliğinde “Tekel vatandır, satılamaz!” sloganıyla alanlar inletildi. Ancak Tekel’in satılmasıyla “vatan” durduğu yerde dururken, olan on binlerce Tekel işçisine oldu. Tekel, önce tütün ve alkollü içki bölümleri birbirinden ayrılarak iki farklı anonim şirket haline getirildi. Ardından bunları özelleştirmek üzere ihaleye çıkıldı. Alkollü içki bölümünün satışı tamamlanırken, sendika bürokrasisiyle kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar sonucu işçiler ya işten atıldı ya da hak kayıplarıyla diğer kamu işletmelerine kadrolu veya sözleşmeli işçi olarak transfer edildi.
Sermaye devleti, “böl, parçala, sat” anlayışıyla yönettiği özelleştirme sürecinde sıra Tekel’e bağlı tütün işletmelerine geldiğinde ummadığı bir direnişle karşı karşıya kaldı. 4/C uygulamasını kabul etmeyen işçiler, özlük hakları için mücadele etmeye karar verdiler. Bu direniş karşısında geri adım atmak zorunda kalan hükümet, sendikayla da anlaşarak işçilerin iki yıl boyunca depolarda istihdam edilmesine razı oldu. Bu süre 31 Ocak 2010’da doluyor. Ancak 12 bin tütün işçisi 4/C uygulamasına razı olmadıkları için direnişe geçtiler. Aralık ayı ortalarında Ankara’da toplanan tekel işçileri o zamandan bu yana, kara kışa aldırmaksızın ve kararlılıklarını yitirmeksin Türk-İş önünde bekliyorlar. Bu arada her geçen gün hem AKP’nin hem de sendikal bürokrasinin gerçek yüzüyle daha yakından tanışıyorlar.
İşçilerin büyük çoğunluğu kazanmak dışında bir başka seçeneği düşünmek dahi istemiyor. Buraya kazanmaya geldik, ölmek var dönmek yok diyorlar. Bu mücadelenin kazanımla sonuçlanmasının hem Tekel işçilerine hem de işçi sınıfının diğer kesimlerine büyük moral olacağı kuşkusuz. Ancak sınıf mücadelesinin bu kesiti ister kazanılsın ister kaybedilsin, Tekel işçisinin en büyük kazanımı sınıf bilinci kazanmak olmuştur. Günlerdir Tekel işçileriyle dayanışmak için çeşitli eylemler düzenleyen, onun kararlı direnişini izleyen farklı sektörlerden binlerce işçi de olumlu yönde etkileniyor. Çok daha büyük bir kazanımsa, eğer başarılabilirse, Tekel işçilerinin sermaye partilerine bel bağlamamayı, sendika bürokratlarına asla güvenmemek gerektiğini, kendi gücüne ve örgütlülüğüne güvenmek dışında bir kurtuluş yolunun olmadığını kavraması olacaktır. Kuşkusuz bu, sınıf devrimcilerinin gösterecekleri çaba sonucunda mümkün olabilecek çok değerli bir kazanımdır.
Tekel direnişinin tüm yakıcılığıyla bir kez daha gösterdiği gibi, bugün öncü işçilerin üzerine düşen temel bir görev bulunuyor: Sendikalarda sabırla çalışarak, bürokrasinin etkisini kırmak ve buraları mücadeleci sınıf örgütleri haline getirmek. Bugün Tekel işçileri kazansa da kaybetse de, mevcut koşulların değişmesi doğrultusunda bilinçli bir müdahale olmadıkça sendikal bürokrasinin uzun bir dönem daha belirleyici olacağını unutmamalıyız. Yarım asırdan fazladır sendikal bürokrasi, ihanetlerinin hesabını işçilere vermeden varlığını sürdürmeyi bilmiştir. Sınıf temelinde bir devrimci çalışma sendikalı-sendikasız öncü işçileri kazanmaya başladığında sendika bürokratlarının işçi hareketi üzerindeki egemenliği kırılmaya başlayacaktır. İşte o zaman işçi sınıfı hareketinin önündeki önemli engellerden biri de yıkılmış olacaktır.
link: Adil Aksu, Tekel İşçilerinin Mücadele Geleneği, 1 Şubat 2010, https://marksist.net/node/2372
Linç Kampanyalarının İçyüzü
Bir Oportünistin “Marksizm ve Devlet” Sorununa Yaklaşımı (I-II)